Demişlerdir ki, “Eğer bu dünyayı yöneten bir alt güç var ise, sembolü kozalaktır.”
Dünden bugüne birçok kadim kültürde “kozalak”, muamma bir sembol olarak kendine ciddi yer bulmuştur. Günümüzün “new age” felsefî veya mistik akımlarının pek çoğunda kullanılmaktadır bu sembol...

“Çam kozalağı” sembolü eski kültürlerin çoğunda, Sümer, Asur, Babil, eski Mısır, eski Çin ve Hint, eski Yunan ve Roma’da, daha yakın bir zaman dilimi olarak Ortaçağ Avrupası’nda şu veya bu şekilde görülmektedir.

Sümer’in tanrı heykellerindeki taçlardan Asur Kralı Sargon’un heykelinin avucuna, Yunan Tanrısı Dionysos’un asasından Mısır’ın Ölüm Tanrısı Osiris’in asasına, Buda büstlerinin saç motiflerinden Hint Tanrıçası Shiva’nın saçına, Vatikan Sarayı’nda bir meydana da adını veren çeşmeden Papa’nın asasına, Mason Localarının tavanlarını süsleyen kabartmalardan Nazilerin kartal amblemine ve Osmanlı Devleti’nin Batı’ya açılan penceresi Dolmabahçe Sarayı’nın(1) dış duvarlarını süsleyen heykelciklere kadar pek çok yer ve eserde çam kozalağı sembolüne rastlanmaktadır.

Osmanlı Devleti’nin son döneminden itibaren Doğu ile Batı arasında çok önemli ve sembolik bir mekân olan Dolmabahçe Sarayı üzerinde biraz durmak istiyoruz. Dolmabahçe Sarayı’nın dikkatimizi çeken yönü ise şu: Epifiz bezi mevzuunun ana temasını oluşturan “kozalak” motifinin bu sarayda çokça kullanılmış olmasının sebebi nedir? Kanaatimizce, Batı merkezli “dünya düzeni” kuruculuğuna soyunanların, “ava giden avlanır” hakikatine nasıl da çarptıklarını göstermesi açısından çok önemli bir mekân Dolmabahçe Sarayı... Kim bilir, belki de söz konusu “kozalak” sembolleri istikbâli kollayan ve de koklayan “velî” mizaçlı bir yönetim anlayışının mekr-i ilâhiye kapı aralayan bir nişânesi olarak Dolmabahçe Sarayı’nın duvarlarına yerleştirilmiştir; “Kim” bilir… Takib edelim:

“Dolmabahçe Sarayı: 1412: Toğo- Yakut dilinde, “Niçin? Niye?”… Gaybet- Bir şeyin başka bir şey içinde gaib olması: 1412: Tabco- Süryanice, “Mühür. Pul”. Köprü; bulunan ve 2014 senesinin son gecesinde fark edilen mühür… Süryanice, Oto- İşaret. Sembol; zıddında kendi davasını ıspatlayan, elini küfre değdirse Şeriat doğuran: 412: Caput- Lâtince, “Kafa”; İslâm tasavvufu ile BATI tefekkürü arasında kanatlarını açan Büyük Doğu-İBDA…”(2)

Not: İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun şahsında tecelli eden mânâ çerçevesinde, Baran Dergisi’nde tefrika edilen “hayat odası” mânâsını mündemiç “Ölüm Odası” isimli kitabının yazı dizisinde, “Malik Makamı (Dolmabahçe Sarayı)” üst başlığı altında söyledikleri yukarıda “Gaybet” kelimesi mânâsı üzerinden söylenen, “Bir şeyin başka bir şey içinde gaib olması” mânâsının “Mühür. Pul” mânâsı ile örtüştürülmesi ve aynı zamanda, epifiz bezi ile ilişkilendirilebileceğini düşündüğümüz, Süryanice, “Oto” ile Latince, Caput kelimelerinin “işaret”, “sembol” ve “kafa” mânâlarının yanında, “İslâm tasavvufu ile BATI tefekkürü arasında kanatlarını açan Büyük Doğu-İBDA” ve “zıddında kendi davasını ispatlayan, elini küfre değdirse Şeriat doğuran” mânâları ile örtüştürüldüğü dikkate alındığında, aslında ne kadar hassas bir dönemden geçtiğimiz anlaşılmaktadır. Bu hassas dönemi daha da hassaslaştıran ifadeler, Baran Dergisi’nin 529. sayısındaki tefrikadan:

“VAHİDÜTTİN, (…): 1518: DERVİŞ MUHAMMED SEMERKANDÎ-442 mührü… SULTAN VAHDETTİN,- Vahidüddin- vesilesiyle, Dolmabahçe’nin, niçin Malik hikmetinin orada bulunduğu tamı tamına pekişmiş oldu: Bâtını ve zâhiri ile, Hilafet meselesi de. Zirve, mekân hususiyetiyle de, yıkıldığı yerden yükselecektir… 17 Kasım 1922’de Sultan Vahdettin’in İngiliz zırhlısıyla Dolmabahçe’den alınıp, vatandan uzaklaştırılması… Sonra maket Hilafet’in 3 Mart 1924’te kaldırılması… SEYYİD Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin sözü: Biz Sultan Azîz’in ahını çekiyoruz, Sultan Hamîd’in ahına daha sıra gelmedi. Biz bu Hanedan’a yapılan zulme kayıtsızlığımızın cezasını çekiyoruz. Hanedan bedduası müthiştir. Bizim ecdadımız, Hanedan bedduasından korkardı. Çünkü onların emirlikleri –ve Hilâfetleri-, Allah’ın tensibi, takdiri ve kendi bileklerinin hakkıydı. Birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi kimse onları Milleti’nin başına memur olarak koymamıştır.”(3)

Yazının devamında, zamanımızla, gerçekle mezc olunmuş hakikatleri veya hikmetleri merak edenler, Baran Dergisi’nde tefrika edilen “Ölüm Odası”nı takib edebilirler. Bu arada şunu da söyleyelim ki, aslında Osmanlı Hanedanlığı’nın büyüklüğü layıkı veçhile henüz kelâma gelmiş değildir. Hanedanlığın büyüklüğüne bir işaret olarak söyleyelim ki, “gaybı hissedilebilir hâle getiren Velî” mizaçlı olmaları ve hâliyle de, mukadderata olan nüfuziyetleri itibariyle, sırf “İstikbâl İslâmındır” mânâsına olan bağlılıklarından ötürü, dile kolay, tam 600 yıllık birikimlerini sırf İslâm için bir çırpıda feda etmişlerdir. Allah cümlesinden razı olsun!

Güncel not: TRT-1’de Cuma akşamları “Payitaht-Abdülhamid” dizisi yayımlanıyor. Maksadımız dizinin muhtevası hakkında bir değerlendirme yapmak değil, lakin dizide 2. Abdülhamid’e söylettirilen bir söz çok dikkat çekici. Sözün gerçekte 2. Abdülhamid’e ait olup olmadığını bilmiyorum. Ancak, bir tarih muhasebesi eşliğinde hâlin izahını yapan, daha doğrusu sahici bir durum tesbiti yapan bir sözün, aynı zamanda istikbâlin okunabilmesine de yataklık ettiğini görmek gerekiyor. Mühim bir tesbit ve ileriye doğru zuhur ettirilebilecek bir kelam keyfiyetini haiz, 2. Abdülhamid’e söylettirilen söz şu:

“Paşalarım! Dünyayı zaman zaman din adamları, bazen asker, bazen tüccar idare etti. Haçlılar döneminde Papalık hüküm sürdü. Onların saltanatını büyük bir asker olan dedem Fatih Sultan Mehmet bitirdi. Osmanlı dört asır dünyaya hükmetti. Filhakika; o dönemler artık geride kaldı. Bundan sonra dünyayı, tüccar yönetecek. O sebeble bu demiryolu meselesi mühim!”

2. Abdülhamid’e, Hicaz Demiryolu projesi üzerinden söylettirilen bu sözler biter bitmez, hemen bir sonraki sahnede 2. Abdülhamid’in, Saray içerisindeki nöbetçilere, 30 dakikada bir tekrarlattığı söze yer veriliyor: “Kim var orda!” Anlayanına güzel bir espri! Bu espriyi, İBDA Mimarı’nın, Nakşi Şeyhi Mahmud Efendi Hazretleri’ni ziyaretlerinde, Mahmud Efendi Hazretleri’nin tek cümlelik, “Kim geldi? Kim geldi?” sözüyle beraber düşününüz. Ve bir de bunu, “Sultan Vahidüddin Han’ın Hırka-i Şerif’in bulunduğu odayı ziyaret için Efendi Hazretleri’ni de saraya davet etmesi ve akabinde, diğer ileri gelenlerle beraber Sultan’ın, Hırka-i Saadet’in kapısının önünde “Ahdülhakîm Efendi nerededir?” diye sormasıyla beraber düşünün. Ve de orada bulunan kalabalığın, “O kim?” anlamında birbirlerine bakarak ettikleri mukabeleyle… Buna bağlı olarak söyleyeceklerimize gelince, o da şu: Evet; yaşanılan zaman 2. Abdülhamid’i haklı çıkarıyor ve onun dediği gibi de oluyor. Üstad Necip Fazıl’ın, “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır” cümlesini bir de bu çerçevede mütalaa etmek lazım. Yani, o gün bugündür dünyayı tüccarlar idare ediyor. Ama ne yazık ki konusu dönemin tüccarları Müslümanlar değil, lanetli Yahudi aileleri oldu! Tedaisi, İBDA Mimarı’nın veciz sözü: “Aksiyonlarını bizden alıyorlar!” 2. Abdülhamîd’in azlettirilmesi ve onun gördüğü mânâya çöreklenilmesini anlamakta zorlanmıyoruz. Bugün Fettoş üzerinden Büyük Doğu-İBDA’nın hasrında “İstikbâl İslamındır” mânâsına yine bir el çabukluğuyla konmaya çalışılmasını da anlamakta zorlanmıyoruz. Büyük Doğu-İBDA, bütün hakikatleri aydınlatan büyük bir projektör misali, insanlığın üzerinde asılı durmaktadır. “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”nın ortaya koyduğu hakikatleri kim ki kendisine maletmeye kalkışacak olursa, onun akıbeti, ateşi tutan yanar ya da ateş değdiği her şeyi kendisine döndürür hesabı bir neticeyle karşılaşacaktır. Filhakika; bugün gelinen noktada tüccarlar da dünyayı yönetemez oldular. Peki, şimdi ne olacak? Durun ben söyleyeyim: Bundan böyle dünyayı fikir adamları yönetecek! “Hangi fikrin adamları?” sorusunun cevabını da, mukadderata işaret eden bir söz hâlinde, “zamanı gelmiş bir fikri durdurabilecek hiçbir güç yoktur” çerçevesinde verelim: Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemine sımsıkı bağlı fikir adamları! İBDA Mimarı’nın Türkiye’deki aydınlara hitaben söylediği, meâlen, “Ya İBDA’nın eri olursunuz veyahut da hizmetçisi!” sözünü bütün bir dünya aydınlarına söylenmiş olarak kabul edebiliriz. Bu mevzuun en güncel esprisinin ne olduğuna gelince, o da şu: “Gongu çal” diyen Âdem, aslında bizzat gongu çalanın Kim olduğuna işaret! Âdem Kim?  “Ben Kimim?” diyen!
Bilindiği üzere, dinden ve imandan arındırılmış günümüz seküler dünyasının yeni yıl başlangıcı Noel Kutlamaları eşliğinde gerçekleştirilmektedir. Yılbaşı, dolayısıyla da Noel kutlamalarının en belirgin sembolü Noel Baba ve çam ağacıdır. Çam ağacı, kozalak meyvesi veren bir ağaç türüdür. Burada çam kozalağına bir atıf yapıldığına hiç şüphe yok! Seküler dünyanın muktedirleri tarafından böyle bir tercihin yapılmış olması kuvvetle muhtemel. Bunun tercih edilmesi “başlangıç” veya “yaradılış” ile ne derece ilişkilendirilebilir bilemiyorum ama seküler dünyanın kimler tarafından şekillendirildiği malum olduğuna göre, mevzuun ilahî bir yönünün olmadığı da çok bariz... Belki de ilahî olana bir karşı duruş söz konusu... Ve bu duruş, dünya hâkimiyetlerini gösteren bir sembol olarak kullanılmaktadır.

İslâm’a karşı Deccal taifesinin en müşahhas ve en baş sembollerinden biri olan Noel kutlamaları ve bu kutlamalarda bir sembol olarak kullanılan çam ağacı, aslında bir iç salgı bezi olan kozalaksı beze, yani epifiz bezine bir işaret olmakta ve bu aynı zamanda, nefs denilen mefhumun bulunduğu noktaya da bir atıftır.

Not: Gerek 28 Şubat darbecileri tarafından İstanbul-Metris’te (25 Ocak 2000) İBDA Mimarı’na karşı gerçekleştirilen Noel Baba Operasyonu ve gerekse 28 Şubat darbecilerinin efendileri tarafından, yine İBDA Mimarı’nın önünü kesmeye yönelik “Yurtta Sulh Konseyi”ne havale edilen 15 Temmuz darbesinin temel esprisi, eski dünya düzeni muktedirlerinin iktidarlarına son verilmesinden duydukları hazımsızlıktır. Diğer bir ifadeyle de, boğazı kesilen kurban (nefsin) nafile çırpınışlarıdır. Kısacası, kalbin akis yeri olan dimağ veya beyin, aksiyonunu veya hareket kabiliyetini aldığı merkeze karşı beyhude bir hamle yapmış, fakat kendini besleyen kalbin intikamı çok acı olmuştur. Bir tür harakiri yapan topyekûn Batı, bitkisel hayata girmiş bulunmaktadır. Geçmiş olsun! Başta beklenen ve özlenen büyük Kumandan ve askerlerinin, daha sonra da büyük nasipli Müslümanların gazası mübarek olsun! (Âmin)

1- Dolmabahçe Sarayı, otuz birinci Osmanlı padişahı Sultan Abdülmecid (1839-1861) tarafından yaptırılmıştır. İnşasına 13 Haziran 1843 tarihinde başlanan Saray, çevre duvarlarının tamamlanması ile birlikte 7 Haziran 1856 tarihinde kullanıma açılmıştır… Dolmabahçe Sarayı, hizmete açıldığı 1856 yılından, halifeliğin kaldırıldığı 1924’e kadar aralıklarla 6 padişaha ve son Osmanlı Halifesi Abdülmecid Efendi’ye ev sahipliği yapmıştır. 1927- 1949 yılları arasında Saray, Cumhurbaşkanlığı makamı olarak kullanılmıştır. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte Mustafa Kemal, 1927-1938 yılları arasında İstanbul’daki çalışmalarında Dolmabahçe Sarayı’nı kullanmış ve burada ölmüştür. 1926-1984 yılları arasında protokol ve ziyarete kısmen açık olan Saray, 1984 yılından itibaren “müze- saray” olarak geziye açılmıştır.Salih Mirzabeyoğlu, “Ölüm Odası”, Baran Dergisi, sayı: 526, 9-15 Şubat 2017, sh: 16.
2- Salih Mirzabeyoğlu, “Ölüm Odası”, Baran Dergisi, sayı: 526, 9-15 Şubat 2017, sh: 16.
3-Salih Mirzabeyoğlu, “Ölüm Odası”, Baran Dergisi, sayı: 529, 2-8 Mart 2017, sh: 117-18.

Baran Dergisi 531. Sayı