Türkiye’de sistem çöküyor ve bu çöküşü durdurmak veya en azından yavaşlatmak için, özü aynı kalmak kaydıyla, kabuk değiştirmeye çalışıyor... Elbette bu değişim gayreti, sathi olduğundan dolayı, bunalımları giderememekte veya bir yerden dikiş tutarken başka yerden patlak vermekte. Ekonomik sorunlar da tıpkı siyasî sorunlar gibi peş peşe ve krizler halinde tezahür etmekte ve kırılgan yapı devam edip gitmektedir.
TÜİK’in son açıkladığı gelir dağılımı raporları da bozukluğun devam ettiğini ifşa etmekte... Yüzde %20’lik alt sınıfla %20’lik üst sınıf arasında sekiz katlık bir uçurumdan bahsediliyor bu raporda. Türkiye nüfusunun %20’sini üst sınıf içerisinde addedemeyeceğimize göre, bu sekiz katın reelde çok daha fazla olduğunu söyleyebiliriz. Dünya’da ise nüfusun %1’i toplam gelirin %40’nı alıyor, nüfusun %70’i ise toplam gelirin %3’nü alıyor. Tablo vahim; “bu taksimi kurt yapmaz, kuzulara şah olsa”…
Aslında sorunun kaynağı küresel sisteme entegre olmamız. Kendi ayakları üzerinde durma çabalarımız ise küresel sistemin bizdeki uygulamaları ile çatışmaktadır. Emperyalizme karşı kültürel, siyasî ve iktisadî bağımsızlığımızı kurmadan da gerçek bir kurtuluştan söz edemeyiz.
Potansiyeli yüksek ve büyüyen bir Türkiye var. Yer altı kaynakları zengin olmasa ve sanayileşmesi ileri olmasa bile, köprü ülke olmasının avantajları ile gelişiyor, büyüyor. İstikrarlı bir hükümetin de bunda payı büyük. Popülist politikalara başvurulmuyor; fakat ekonomik yapı sağlam temellere oturmuyor, tıpkı siyasî-ahlâkî yapının sağlam temellere oturmaması gibi. Ergenekon ve Sol’a karşı istikrarlı bir hükümet tercih ediliyor, o kadar… Fakat bu yeterli değil, yeni bir manevî ideale ihtiyaç var. İktisad ve ahlâk ilişkileri de buna göre kurulmalı. En ileri hamle gücü buradadır.
“Kalkınma tarihi bize, taşıma suyla değirmenin dönmeyeceğini söylüyor. Kendi toprağımızda kiracı, pazarımızda komisyoncu, sanayimizde taşeron olmayı yeterli bir kalkınma şekli olarak görüyorsanız bunda bir sorun yok. Ama gerçek anlamda kalkınmışlık ve zenginlik buradan çıkmaz.”
Zaman Gazetesi’ndeki “Tam yeri gelmişken” başlıklı yazısında yukarıdaki tespitleri yapan İbrahim Öztürk, Neo-Liberal görüşleri de eleştirir. Dışarıya bağımlı ve yabancı sermaye taşeronluğu ile teknoloji, bilgi, değer zinciri marka ve tasarımda büyümeyeceğimizi söyler.
İktisadın kültür ve ahlakla ve de toplumun ruh ve iradesi ile mutabakat içinde olması mevzuları yeni yeni anlaşılıyor. Veya şartlar dayatınca dillendiriliyor. Fakat meselenin derinlikli ve bütün yönleriyle tutarlı bir ideoloji ile çözülebileceğini ve mevcut sistemin yapısıyla bunun tahakkuk edemeyeceğini itiraf edemiyorlar. Lafta değil, gerçekte devrimci kafalar lazım, hem de sistem çapında. Lokal iyileştirmelerle nereye kadar?
Küresel ekonominin nereye gittiğini küresel güçler de bilmiyorlar, çünkü kontrolü kaybetmişler. Küresel ekonomi o kadar şişmiş ve kontrolden çıkmış ki, tedbirler bazen tam tersi sonuçlar veriyor. Fakat sermaye onlarda ve enerji kaynaklarını kontrol ettiklerinden dolayı aktör onlar. Aktör onlar ama nasıl oynayacaklarına dair ellerinde bir senaryo yok. Reçetelerini sık sık değiştiriyorlar. Dünya ise büyük kargaşalara açık… Yıllardır sömürülen ülkeler, emperyal güçlerin kontrolü dışında artık kendi 'krizden çıkış yollarını' aramaktalar.
BD-İBDA dünya görüşünde iktisadi sistem de örgüleştirilmiştir. Ahlâkî, siyasî ve iktisadî unsurlar bir uyum içerisinde yer alarak, fert ve toplumun inşaındaki gerekli fikirler manzumesi olan ideoloji sunulmuştur. “Tam yeri gelmişken” teklifi söyleyelim ve de zaman zaman meseleler içinde işleyerek ifade edelim ki daha iyi görünsün.
Dünyada Müslümanlar sömürü ve işgallerden kurtulmak için silahlı kurtuluş savaşları verirken, toplum projeleri olarak fikir ve kadro ile de zuhur etmeleri gerekiyor. İhtilalin gayesi olan ideolojinin aynı zamanda aracı olma rolü, artık lüzumludan öte elzemdir. İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun 30 yıl önce işaret ettiği tesbit, teşhis ve çözümler bugün her zamankinden daha çok kendini dayatmaktadır. Ama siyasi kısır çekişmelerin ve gevezeliklerin gölgesinde kalmaktadır hâlâ.
İktisadi faaliyetlerin tanzimi; üretim, dolaşım, bölüşüm ve tüketim ilişkileri nasıl olacak?
Kapitalist sistem bizim sistemimiz mi? Neo-Liberal politikalarla inancımıza ve toplumumuza uygun bir kalkınma olur mu?
Faiz ve sömürü sistemiyle iç içe kime hizmet edilebilir? Sosyal adalet sağlanabilir mi? Bölüşümdeki uçurumun sebebi kapitalist sistem ve onun olmazsa olmazı faiz belası değil mi? Bencillik ve tüketim toplumu ile paylaşım ve üretim toplumu farkının gösterilmesi gerekmiyor mu? Emperyalist sisteme başkaldırmadan ve kendi sistemini topluma nakşetmeden kurtuluş mümkün mü?
İstihdam, istikrar, büyüme faizle mi daha iyi olur, faizsiz ve ortaklık esasıyla mı daha iyi olur? Toplumsal dayanışma ruhunu örseleyen uygulamalardan uzak kalmak, hem insanî, hem de iktisadî olarak daha kârlı ve akıllı bir yatırım değil mi?
Ülkenin doğusu ve batısı arasındaki gelir dağılımı farkı ne demek? Paradan para kazanmak ve faiz lobiciliği yapmak kimin alnının terini çalmaktır? Kapitalist yoldan sanayileşmek zorunda mıyız? Finans kapitalizmini büyüten devlet kimin devleti? Sosyal devlet bu mu?
Bütün bunlara cevap vermek, her şeyden önce ve her şeyin önünde ahlaki sistemi de ihtiva eden, İslam'ı mihrak merkezi alan bir ideoloji/dünya görüşünü şart koşar, ki Necip Fazıl’ın “İdeolocya Örgüsü” tam da bu demek.