Türkiye son 20 yılını Tayyip Erdoğan’ın siyasî liderliği altında geçirdi. Erdoğan’ın her yerden toplama adamlarla kurduğu partisiyle iktidara geldiği 2002 yılı, yani 28 Şubat saldırısının şiddetle devam etmekte olduğu günlerden bugüne çok şey değişti. Neredeyse sokakta başörtüsüyle gezmenin yasak edilmek istendiği günlerden Ayasofya Camii’nin esaret zincirlerinden kurtulduğu günümüze, Batı karşısında esas duruşa geçmiş kuyrukçu rezaletten bağımsızlık kazanma yolunda atılan adımlara, kısacası öz yurdunda esir edilmiş Anadolu’nun kendi hürriyetini elde etmeye doğru yürüdüğü ve pek çok mevzi kazanarak hakikî istiklalini elde etmeye yaklaştığı günlere geldik.
Çoğu zaman Erdoğan’ın partisinin çapsızlığı ve ayakta kalmak için mecburen yaptığı ittifaklar yüzünden işler iki ileri bir geri gitmiş olsa da Müslüman halkın önü açılmış oldu. Öte yandan çok sık karşılaştığımız aksaklıklardan dolayı Erdoğan ister istemez tenkid edildi, ediliyor. İşlerin arzu edildiği gibi gitmemesi sebebiyle kazaya uğrama ve düşman saldırısına maruz kalma endişesiyle yapılan bu tenkidler haricinde sadece kötüleme ve inkâr tavrıyla Erdoğan düşmanlığı yapıldığına da şahit oluyoruz. 15 Temmuz saldırısına tankları çiğneyerek cevap veren Anadolu insanının öz ferasetiyle Erdoğan’ın şahsında kendi kazanımlarına nasıl sahip çıktığını gördükleri halde ıslah olmayan nasipsizlerin sergilediği inkâr tavrının yanlışlığı ve bunun karşısında elde edilen kazanımlara sahip çıkıp İbda Mimarı’nın işaret ettiği gibi yapılanların içini doldurmamız gerektiği üzerinde kısaca kelam edeceğiz.
Üstad Necip Fazıl, Tek Parti faşizmi karşısında liberal dünyanın avantajlı olduğunu kaydetmişti. Çünkü birincisi nefes almamızı bile engellerken liberal dünya şartlarında sesimizi duyurabilirdik. Şahsiyetli ses bize ait olduğu için alan kazanma ve büyüme imkânımız olacaktı. Kimileri liberal dünyanın bize verdiği sahte hürriyetin bizi deforme etme amacı taşıdığını ve daha tehlikeli olduğunu iddia edebilir -kısmen doğrudur da- ama toprak altından toprak üstüne çıkmamız da bu sayede mümkündü. O halde bizi ölüme mahkûm eden faşizm yerine liberal dünyadan elde edilecek bu imkânı değerlendirmeye çalışmamak ahmaklık olurdu. Buradan yola çıkarsak, Erdoğan döneminde Müslüman kesim için nefes alma ve alan kazanma fırsatı doğmuş oldu. Erdoğan’ın partisine doluşmuş olan her türlü Amerikan kuyrukçusu ılıman İslam taraftarları ve güdücüleri, Erdoğan’ın arkasında kendi emellerinin tahakkuku için uğraşırken Kemalist askerî vesayetle çarpıştılar ve kazanan Müslüman halk oldu. AB uyum yasaları ve 2010 referandumuna da bu açıdan bakacak olursak önümüzden pek çok engelin kalkmış olduğunu görürüz.
Özal döneminin getirdiği gevşekliği andıran bu özgürlük havası gerçekte doğrudan bize hitab etmediği için hak ettiği şekilde değerlendirilemedi; bilakis küresel lağımın bayraktarları bu zahirî özgürlük havasını kendi amaçları doğrultusunda kullanmayı gayet iyi becerdi. Bu durum hem iktidar partisinin hem de Müslüman kesim entelijansiyasının bazı yasaklardan kurtulmak ve burjuvalaşmaktan başka bir şeyin peşinde olmadığını gösterdi. Gerçekten de “liberal dünya şartları deformasyonu getirdi” diyebileceğimiz bir manzaranın ortaya çıktığı kabul edilebilir, ama Erdoğan’ın herkese özgürlük getiriyor görüntüsü o dönem şartlarında Kemalist vesayete karşı ancak bu şekilde onun önünü açabilirdi. Seküler küresel kesimin ve FETÖ mensuplarının bu dönemi yayılma alanı olarak kullanma gayreti karşısında “bizim” kesimin aynı dirayeti gösteremeyip menfaat sevicisi olarak kalması aslında liberal dünyanın bile suçu değildir; bilakis “bizimkilerin” çapsızlığı ve ayıbıdır.
2012 ve 2013 yıllarında İmam Hatip okullarının önündeki engelin ve başörtüsü yasağının tamamen kaldırılmasıyla Erdoğan Müslüman halkın çok net taleplerini yerine getirerek büyük biz zafer kazandı. Şüphe yok ki o yasakları kaldırmak biraz da liberal müttefiklere önceden verilen özgürlük avansları sayesinde oldu. Bu hadiseler aynı zamanda yapılanlara sahip çıkıp içini doldurmak dediğimiz şeyin örnekleridir. Bir yerde Erdoğan kendi estirdiği özgürlük rüzgârını bu iki yasağın def edilmesinde kullanmış oldu.
Yasakların kalkmasından vesayetçi kurumların etkisizleştirilmesine kadar pek çok madde halinde kazanımları sayabiliriz ama maksadımız bu değil; bu kazanımların ziyan edilmemesi, tahkim edilmesi ve yeni kazanımların elde edilmesinin gerekliliğini anlatmaya çalışıyorum. Tersinden örnek vermek gerekirse: LGBT denen topluluk, erkeklerinin pek bir maço olduğu bu ülkede inanılmaz bir hızla yayılıp neredeyse kendini sosyal bir gerçeklik olarak kabul ettirecek noktaya geldi. Arkalarında küresel sermayenin olması dolayısıyla sahip oldukları imkânların bolluğunu inkâr edemeyiz ama buldukları özgürlük ortamını son milimetrekaresine kadar kullandılar. “Yumuşaklar” diye ciddiye alınmayan bu kesim iğrenç istekleri için pervasız tavırlar bile göstermeye başladı. Gerek iktidar partisi gerekse entelijansiyamız büyüyen tehlikeyi uzun zaman algılayamadı bile. Diğer seküler küresel kesim mensupları da mevcut özgürlük ortamını pisliklerini yaymak için tabiri caizse hunharca kullandılar. Bunun karşısında devlet televizyonunda yapmacık hamaset dolu diziler çekmekten öteye gidilemedi. Seküler kesim nefse hitab etmenin kolaylığını da kullanarak öne geçerken, ulvî hakikatleri insanımıza telkin edecek fikir ve sanat adamlarının yokluğundan doğan yetersizlik son derece keskin bir çelişki doğurdu. Kimileri “Tayyip bunlara izin verdi” diye kızsa da bu durum aslında bizim tarafın sığ tebliğ davulculuğundan öteye gidememe zaafından kaynaklandı. Ve Erdoğan da bu zaafa dûçar durumda.
İşte tam bu noktada kazanımları sahiplenme ve içini doldurma dediğimiz hadise kendini dayatıyor. Nasıl ki kötü niyetli kesimler kendi pisliklerini yaymak ve müesseseleştirmek için mevcut özgürlük iklimini ustaca kullanıyor, o halde bize düşen meydanı onlara bırakmayıp aktif olmaktır. İbda Mimarı’nın esas olarak ifade ettiği “fikir, sanat, aksiyon” sahalarında bu tarafın iş ve eserle daha çok görünmesi gerekiyor. Bu meyanda İbda bağlıları, bağlı oldukları fikir mihrakından beslenerek en faydalı eser, teklif ve projeleri ortaya koyabilirler. İbda Mimarı’nın, "Büyük Doğu-İbda fikriyatının kavgasını veren cebheler insanımızın meselelerine sahib çıkıcı siyasî önderlik gelişimini tamamladığı zaman, gerçek halk iradesinin kime nasıl baktığı apaçık ortaya çıkacaktır!.." (Adımlar", s.107) şeklinde ifadesiyle net olarak bildirdiği faaliyetler için ortam son derece müsait. Bu ortamda gerek milletimize gerekse Erdoğan ve devlet yöneticilerine gayet somut teklif ve projeler, sembol ve hedefler İbda bağlıları tarafından sunulabilirdi, ama yetersiz kalındı. Bol bol Başyücelik devletini kurma lafları edildi durdu. Bunun için bir geçiş dönemi gerekliliğinin bile farkında olmayan kimileri gayet ham şekilde “Üstad’ın tezini uygula” diye teklif ederken, gerçekte bunun hayata geçirilmesi için teklif etmeleri gereken projeleri üzerinde çalışmamış olduklarından bu teklif biraz havada kalmış oldu. İçte ve dışta pek çok düşmanla uğraşan, Türkiye’yi hem ayakta tutup hem de dışarda yayılmaya çalışan Erdoğan ve devlet bürokrasisinin bu şekilde ezbere teklifle etkilenmeyeceği açıktır. Bununla beraber somut ve tutarlı tekliflere de hazırlar, çünkü bütün dünya büyük bir dönüşüm rüzgarına kapılmış durumda, daha doğrusu bütün dünya tam bir devrim dönemine girmiş durumda. Haliyle alıştığı zeminin kayıp gittiğini gören herkes gibi onlar da yeni çarelere muhtaç durumda. Onların karşısına kapsamlı ve tutarlı tekliflerle çıkıldığında muhakkak faydası olacaktır.
İbda bağlıları olarak bizler bugüne kadar İbda Mimarı’nın istediği şekilde fikir ve sanat alanlarında çabalayıp kendimizi yetiştirmede çok yetersiz kaldığımız için bu bomboş ve müsait zemini değerlendiremiyoruz. İbda Mimarı hep bunu ikaz etmiş olduğu halde su akarken testimizi dolduramıyoruz. Tekerleme haline getirdiğimiz bir laf var: “Aydınlar Aristokrasisi”. Bu lafı bolca kullanıp, aydının vazifelerinden olan mücerredleri müşahhasla buluşturma vazifesine yeltenmeyen insanlar olarak borçlu durumdayız. Her birimiz bir alanda en azından doktora seviyesinde olmalıydık. Eğitim imkânlarının bolluğu (bu da Erdoğan döneminin bir kazanımı), İbda bağlılarına bu mükemmel ideolojiyi tahkim ve tafsil etmek için her bir sahada dünyadaki verilmiş eserleri öğrenme ve takip imkânı tanıyor. Bunun yerine aşinaların kendi arasında felsefî münazara tarzında konuşmalarla zaman israfı yapılıyor. Erdoğan’ı trol gibi desteklemek yahut yaptıklarını hiç beğenmemek tarzında olanlar hakkında ise hiçbir şey demiyorum.
Topluma yönelik faaliyetlere gelince: İbda Mimarı’nın bahsettiği “insanımızın meselelerine sahip çıkıcı” çalışmalar için zemin çok uygun. Mazarratın defedilmesinin önemi üzerinden giderek, global seküler lağımdan üstümüze boca edilen pisliklerin, mesela toplumdaki ahlâkî düşüklüğün önüne geçmek için dernek faaliyeti ve aktivizm tarzı hareketlerle büyük verimler elde edilebilir. Eskiden yapılan Cuma eylemleri gibi olması şart değil bunların; imza kampanyası bile çok büyük verimler getirebilir. Gerek sosyal medya denen yerlerde gerekse sokaklarda toplumu belli meselelerde hareketlendirici organizasyonlar yapılabilir. Üstelik devlet de bu tip hareketlere son derece muhtaç durumda. “Bugüne kadar ne diye kımıldamadınız” diye suçlama tavrı sergilemek yerine artık devletin de bunun farkına varmış olduğunu görerek hareket etmek daha faydalı olur. Bu özgürlük ortamının bundan böyle din düşmanlığının önünü kapatıcı ve dinin önünü açıcı yönünü güçlendirmemiz gerekir. Devletin son yıllarda bu yönde seyretmekte olduğu kanaatimi daha önceki yazılarımda belirtmiştim. Bahsettiğim tarzda faaliyetler bu seyre katkı sağlayıp güçlendirecektir. Sonuçta zıt baskı gruplarına karşı devletin müsbet baskı gruplarından destek görmesi şart.
Eksikleri söylemek ve işlerin bozulmaması için ihtar ve ikazlar yerinde olmakla beraber, sadece bu seviyede kalmak, yapılması gerekeni somutlaştırmamak bize yeterli derecede fayda sağlamaz. Maalesef bu örnekleri çok görüyoruz. “O öyle yapılmaz, şunu niye böyle yaptılar, böyle mi İslam gelecek?” vs. tarzında, tenkidler sürekli bu seviyede kalırsa “bunlar zaten yapamaz” deyip ya her şeye sırt dönmeye ya da karşı olma hastalığına tutulup Erdoğan düşmanlığı adı altında karşı tarafa asker yazılmaya varabilir. Bu noktada Müslüman kesim zayıf. Öncelikle keskincilik oynayan sorumsuz aylaklar “o öyle mi yapılır, bu İslam’da var mı” gibi laflarla Erdoğan’ı kıyasıya eleştirirken “hadi siz yapın” veya “teklifiniz ne” diye sorulsa ortaya bir şey koymadan “İslamî olmak gerekliliği” gibi muğlak ve içi boş laflar ediyorlar. Bir gecekondu inşası için bile kumun, çimentonun, tuğlanın hesabı gerekirken, bizi bir asırdır yokluğa mahkûm edip gömen pislik yığını içinden çıkıp yeşermenin yolu atıp tutmak değildir. İbda Mimarı’nın “akıncı” tarifinde esas aldığı “nizamına doğru hareket” muhakkak ki hem yanlış ve aksak işleri tenkid etmeyi, hem de elde edilen kazanımları sahiplenip büyütmeyi içine alır.
Merhum Abdülmetin Balkanlıoğlu Hoca bir konuşmasında mealen “bugünkü özgürlük ortamında çalışmayan haindir” demişti. Bu samimi ihtar bütün Müslüman kesime yapılmıştır. Evet, zemin büyüyüp serpilmek için müsaitken çalışmamak gerçekten ihanettir. Halk tabanında İslam adına her türlü dernek ve sivil toplum hareketlerini tertiplemek mümkün ve halk da buna aç. Çocuklara kadar pisliğini yaymaya çalışan Lutîlerin pervasızlığı karşısında onlardan şikâyet edip “devlet niye bir şey yapmıyor” diye kahve köşesinde atıp tutan emekli memur tavrıyla bir taş bile yerinden oynamaz. Oysa Müslüman kesimde oy verdikten sonra vazife bitmiş gibi bir algı var. Eleştirmeye gelince orda sınır yok. Bu şekilde davranmaya halkın hakkı var; oysa bunca cemaat ve sivil toplum örgütleri halkın ferasetinden daha geride kalmış duruyor. İnsanımızın dert edindiği yani hepimizin derdi olan meselelerde önderlik edip baskı kurmaları gerekirken çabalarını daha çok mevcut iktidardan menfaat devşirmek için harcıyorlar. Sürekli din adına faaliyet gösterdiğini iddia eden bu yapılanmalar zorluklarla dolu yasaklı dönemlere göre çok gerideler. Meşrep ve yapı olarak siyasî faaliyete uygun olmayanlar sosyal alanda da görünmüyor. Diğerleri de ruhlarında yaşattıkları eziklikten sıyrılamadığı için ters rüzgâr eserse zarar görürüz korkusuyla her şeyden uzak duruyor. Onun yerine iktidara kör trol tarzı destek veren halleriyle kararsızlığa düşmüş halk kitlelerinin zihninin seküler kesim tarafından doldurulmasına istemeden yardım etmiş oluyorlar. Halbuki cemaat ve sivil toplum kuruluşu tarzı yapılanmalar hem desteklemekte oldukları Erdoğan ve halk arasında köprü rolü oynayabilir, hem de Müslüman halkın meselelerinin devlet nezdinde dile getirilmesi ve halledilmesi işine çok büyük katkı sağlayabilirlerdi. Hele bir de ilahiyat fakülteleri ve imam hatip okullarında eğitimin tamamen mezhepsizlerin eline geçtiği şeklinde hezeyanlarla Müslüman halkın zihnini bulandıran tipler var. Hazır böyle okullarda düzgün nesiller yetişmesi için oralarda vazife alıp mücadele etmek yerine sırt dönüp buraları boş bırakmak daha mı doğru? Bunların niyeti hastalığı teşhis etmekten ziyade azdırmaya çalışmak gibi duruyor. Zulmün en koyu olduğu dönemlerde “selden bir kütük kurtarsak kârdır” diye uğraşan dava adamlarının fethettiği alanda fatihçilik oynayan ve sahibi olmadığı sermayeyi israf edenler…
Son olarak İbda Mimarı’nın “etkileyicileri etkilemek” prensibine de atıf yapayım. Etkilemek denen şey, kulağına hoş sözler fısıldamak olmasa gerek. Devlet yönetme işini yürütenler daima halkın nabzını tutmak zorundadır. “İnsanımızın meselelerine sahib çıkıcı siyasî önderlik” o nabzı sayanları doğrudan etkiler. Çünkü yeni talepler güçlü ve organize şekilde sesini yükselterek siyasî havayı değiştirir. Sosyal alanda halkla buluşup güçlenmiş talepler gerçek istek ve ihtiyaçlar olarak yöneten kesime kendini dayatır. O durumda devlet ya buna uyarak yol izlemeye ya da bununla uzlaşmaya çalışacaktır. İşte bu gayet somut şekilde etkileme ve etkilenmedir. Çürümüş rejimin değişmesi için gerekli tenkidlerle beraber alternatif teklifler, geçiş ve restorasyon dönemi projeleri de bu dönemde en faydalı ve zarurî işlerdendir. Buna davranacak olanlar belki de Büyük Doğu-İbda ideolojisini hem iktidar ve güç odaklarıyla, hem de yeni dünyanın doğum sancılarına ortak olan hassas kalplerle buluşturma işini yapacak olan kişilerdir. Kanaatimce özlediğimiz aydın sınıfı namzetleri de bunlar olacaktır.
Hülâsa edecek olursak: Her türlü yasağın baskısı altında olunan dönemlerde talepler mecburen baskıdan kurtulmaya yönelik oluyor; Ayasofya’nın açılması, başörtüsünün serbest olması vs. gibi. Bu taleplerin gerçekleşmesi için verilen mücadele istikbal için de faydalı oluyor ama günümüzün müsait ortamıyla kıyas edilemez bu. Bugün ise kalkması için mücadele edilecek yasaklar azaldığı için rehavet var, bu kesin. Bundan sonrası için de ne yapacağını bilememe hastalığı müsbet çalışmalara engel oluyor. Yani tembellik ve beceriksizlik bir arada diyebiliriz. Eğer bu şekilde gafil ve atıl kalınırsa -Allah korusun- kayıpların ne kadar büyük olacağı bellidir. O halde Erdoğan dönemi kazanımlarını küçümsemek ve inkâr etmek hatasına düşmeden tenkid ve ikazları yapmak, diğer taraftan da bu kazanımların ziyan olmasına izin vermeyip içini doldurmak ve bunları çoğaltıp büyütmek çabası doğru olandır.