Az gelişmiş bir ülkeyiz! Borç alıyoruz, bir şeyler satıyoruz. Fakat çıkış az, giriş fazla. Dış müdahalelere ise açığız, sağlam bir yapımız yok. İktisadî, siyasî ve ahlaki olarak sağlam yapımız yok ve üzücü olan bunu dert edinen aydınlarımız da yok.
Millet olarak da müsrifiz; az gelişmiş ülke olmamıza rağmen zengin bir ülke gibi davranıyoruz. “Yiyin, için israf etmeyin” diyor Allah ama “tüketim toplumu” olmuşuz, dışardan dayatmalara boyun eğmişiz. Ticaret de müsriflik üzerine kurulu, bütün müsrifliği kaldır, kepenkler iner, esnaf isyan eder.
Allah neyi istememişse, neyi lanetlemişse sistem onları yaşatıyor, faizinden ticaretine, üretimden tüketim alışkanlıklarına kadar. Müslümanım diyen de laik ve ateistim diyen de böyle olmuş, birbirlerine düşmanlar ama bu sömürü ve adaletsiz sistemin yaşatılmasında müşterekler, çünkü boğazlarına kadar batmışlar. İşin kötüsü bu sistem yaşamazsa kendilerinin de yaşayamayacağını zannediyorlar. Öyle empoze edilmiş ve herkes bu yanlış kanaate iman etmiş.
Bu sistemle düzelemeyiz. Hükümet de ne kadar isterse istesin düzeltemez, çünkü sistem bozuk.
Şeriat dersek…
Bugün Şeriat isteyenler yaşayışları itibariyle Şeriata karşı. Çünkü bu sistemden öyle beslenmişler ki, zannediyorlar sistem çökerse altında kalacaklar. Tüketim toplumu ve “modern hayat” alışkanlıkları Müslümanım diyenleri de sarmış. Bu hal uluslararası sistem tarafından planlı yapılmış. Ruhî, fikrî ve siyasî şuurla karşı olunmadığı için bir müddet sonra sistem kabul edilir hale gelmiş. BD-İBDA’nın alternatif dünya görüşü olduğunu ve sisteme eleştiri getirirken yeni bir sistem kurduğunu hatırlatalım. Kurtarıcı Fikir var, fakat onun etrafında kenetlenme eksik…
Küresel sisteme karşı ayakta kalabilir miyiz? Yeni bir nizam kurabilir miyiz? Soruları da biraz ümitsizce soruluyor… Bunun cevabı var.
Savaş önce psikolojide kazanılır, sonra bunun alet edavatıyla kazanılır. Canını dişine takarsın evvela, layıkıyla inanırsan değişim olur. Şeyim onda, canım cennette olsun dersen olmaz. Ne şiş yansın ne kebap zihniyetiyle kurtuluş olmaz. Bir elimde kadeh, bir elimde tesbih veya bir ayağım kerhanede bir ayağım camide zihniyetiyle olmaz. Millet özellikle böyle alıştırılmış, alışkanlıklarına da esir edilmiş.
Bir millet kurtulma iradesini gösterdikten sonra, onu boğmak isteyenlerin hamleleri bile ona sıçrama tahtası olur, onun hızını artırır. Yeter ki biz bu irade ve azmi gösterelim. O zaman kartopu misali büyürüz ve millet olarak da rönesansımızı yaparız. Bunu ateşleyecek fikir mihrakı olan BD-İBDA çizgisi de taliplilerine işlenmek üzere yeterli sermaye vermektedir. Yeter ki oluş ve arayış ızdırabı duyalım.
Her şeyi ekonomiye bağlayan Batı (homo ekonomicus), II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) kurarak peşinden sosyal ve siyasî birliğin geleceğini hesap etmişti. Savaşın hammaddesi olabilecek kömür, çelik gibi kaynakların birbirlerinin aleyhinde kullanılmamasını amaçlamıştı. Fakat ekonomik düzenin peşinden sosyal ve siyasî düzeni kuracağı anlayışı ilerleyen yıllarda gerçekleşmedi. Ekonominin toplumları bağımlı hale getirici rolü var ama sosyal ve siyasî birlik sağlayacağının garantisi yok. Ekonominin bozucu ve yıkıcı rolü yüksek ama tek başına nizam kurucu rolü yok. Ekonomiye yön veren ise anlayıştır, siyasî rejimdir. Çağımızda ekonomi çok güçlü bir alettir ama bu aletin hangi amaçlar için kullanıldığı mühimdir.
Ekonomiye hâkim olanlar siyasî iktidarı tayin edici oluyorlar. Emperyal sistem, uluslararası şirketler, kredi notu, faiz ve borsa spekülatörleri ile ülkeleri kontrol ediyor. Hayati öneme haiz iktisadî uınsurlarla, bir toplumun siyasetine kültürüne ve alışkanlıklarına müdahale ediyorlar.
Sözü edilse bile tam rekabet piyasaları yok, zaten pratikte oluşabilmeleri çok zor. Günümüz piyasalarında monopolcu rekabet (rekabetçi monopol) veya oligopol piyasaları var. Piyasaya girişin serbest olduğu ürün ve marka farklılaştırarak rekabet yapıldığı fakat yine de sınırlı tekeller oluşturulduğu piyasalara monopolcu rekabet deniyor. Mesela çikolata ve deterjan piyasaları. Farklılaştırılmış üründen birini almazsan diğerine muhtaçsın ve aralarında anlaşırlarsa alıcı bir şey yapamaz.
Oligopol piyasalar ise birkaç firmanın tekelleşmesidir. Mesela otomobil ve beyaz eşya gibi. Piyasaya giriş zordur. Sermaye ve yatırım ister. Birkaç firmanın kontrolünde, fiyat ve miktarı tayin ederek piyasa yürür. Aralarında bazen rekabet olur bazen zımnî anlaşma olur. Büyük sermaye gücü gerekirken firmanın hizmeti de bu saygınlığı sağlar. Marka olmak ve işinde uzmanlaşıp köklü firma olmak tabii ki faydalı, fakat siyasî güç sahibi ve tekelci olması tasvip edilemez. İslâm nizamında sermayenin urlaşmasına müsaade edilmezken, küresel emperyalist sistem ise büyük sermaye şirketlerinin güdümündedir ve işgallerin altında bile büyük sermaye şirketlerine pazar açma vardır. Artık devletler bile uluslararası sermaye şirketlerine boyun eğmektedir.
ABD ve AB, “demokrasi ve serbest pazar” ihraç ederek aslında kendi sömürü düzenine pazar oluşturmak istemektedir. Çünkü açık pazar olan öbür ülkeler, uluslararası sermaye şirketleriyle rekabet edememekte ve onlara teslim olmaktadır. Aslında onların serbest pazar dedikleri, gelişmekte olan ülkelerin gelişmiş ülkelerin pazarı haline gelmesidir.
Onların demokrasi ihracı da kendi sömürü sistemlerinin tesis aracıdır. Bu hileye dikkat... Dışa açılıyoruz derken dışın pazarı olmamalı. Bağımsızlık her sahada gerektiği gibi iktisadî sahada da tesis edilmelidir. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun Başyücelik Devleti isimli eserinde mufassal incelediği ve bir röportajında hülasa söylediği husus: “Demokratik rejim” dedikleri, Batı dışındaki İslâm ülkeleri ve 3. Dünya ülkeleri için çikolatayla kaplanmış bir zehirdir!..”
Ekonomimizi bozanların veya kendi sistemlerini dayatanların, bilhassa uzun vadede bize maddî ve manevî refah veremeyeceğini bilelim. Ak Parti’nin pragmatist politikalarıyla da yalancı refah devleti olur ancak.
İnsan, tabiatı gereği mala meyillidir. İnsanın bu meylini istismar eden Batı emperyalizmi, insanları açlık vasıtasıyla sömürmenin yollarını bulmuştur. “Modern yoksulluk”, kapitalist yoldan sanayileşmenin doğurduğu şehirleşme ve ferdiyetçiliğin sonucudur. Çağımızın modern yoksulluğu, gittikçe yayılan ve kötüleşen, gelecek nesilleri de etkileyen ve cemiyetten dışlanmaya yol açan önemli bir problemdir.
Batı’nın materyalist anlayışına göre ekonomik ilişkiler ve hayat tarzı dayatılıyor bize ve bu hayat tarzının kabul gerekçesi de “ne yapalım ekonomik zaruretler” deniyor. Fakat Milyonlar açlık ve yoksulluk sınırındayken mutlu bir azınlık gelir pastasını paylaşıyor. Şimdi sanıyoruz: “Hangi hayat tarzına göre ekonomi?”
Batının hayat tarzı ve tüketim alışkanlıkları bize empoze ediliyor ve ondan sonra Müslümanca yaşamak serbest deniyor. Batı’nın “mekanik kâinat-Mekanik hayat” anlayışı değil, İslâm’ın “Kâinatta insan-İnsandaki kâinat” anlayışının ekonomik, siyasi, kültürel her sahada tatbikini istiyoruz. Ekonomik, siyasi, hukukî, ilişkiler Batı sistemine göre uygulanacak veya taklit edilecek, ondan sonra Müslüman “ruhen özgürsün istediğin gibi ibadetini yap” denecek. Bu kabul edilemez ve bu haldeki Müslümanın ruhu da özgür değildir.
Kapitalist sisteme karşı olan Müslümanın, kapitalizmin yoksulluk, işsizlik ve gelecek kaygısıyla bunalttığı insanlara İslâm’ın sosyal, siyasî ve ahlâkî sistemini teklif edeceğine, Maldiv Adalarında tatili tercih etmesi, bir de bunu Eba Eyyub-el Ensarî köyüyle süslemesi düşündürücü ve acıdır. Tatilimize kadar Batıcı sisteme özenti değil, kendi alternatif sistemimizle kültür, ahlâk ve iktisadımızı, helal ve harama varıncaya kadar tescillemek zorundayız. Ama bağımsız olarak; küresel sistemin kurallarıyla değil, kurallarımızı kendimiz oluşturarak.
Kapitalizmin insanlığı ne hâle getirdiğinin hıncını beslemeliyiz ve zengin-fakir ve orta sınıfın ne olduğunu, nasıl olması gerektiğini ortaya koymalıyız. Batıcı sistem içinde yoksul sınıfa zekât ve sadaka dağıtarak ve onların yoksulluğunu devam ettirerek değil. Kendi sistemimizi kurmaya dair faaliyetler gerek.
Ekonomik güç ile siyaseti ve ahlâkı gütmenin, parayla adam satın alma demek olduğu açık. Dünya gelirinin çoğunu kontrol eden emperyal güçler ekonomi ile ülkelere nüfuz ederek insanların ve siyasetçilerin ahlâkını satın almaktadır. Dünya nüfusunun %1’i, dünya gelirinin %40’ını kontrol ederken, %70’lik nüfus ise dünya gelirinin %3’ünü kontrol ediyor. Bu sistemin bozulmasını istemiyorlar. İsyan etse daha fazla elde edecek olanların, baskı altında boğaz tokluğuna razı olmaları söz konusu…
Öyle ki, baskıya gerek kalmadan köleliği içselleştiren kitleler içinde Müslümanlar hatırı sayılır durumdadır. Fakat gelişen hadiseler, modern köle olan mekanik insanın ve modern uşak devletlerin sonunun geldiğini ihtar ediyor. Dik dursak, alnımızı arşa kadar yükseltecek ve emeğimizin karşılığını terimiz kurumadan alacağımız düzeni kuracağız. Bu uğurda ölürsek de adam gibi öleceğimiz açıktır.
Baran Dergisi 374. Sayı