Bir önceki yazımızda, “Eflâtun-u İlâhî: Yağmurcu’nun Ardından” isimli yazımızda temessül mevzuu üzerinde yoğunlaşmış ve İBDA Mimarı’nın eserlerinde mündemiç olan mânânın “fikirle çizilmiş suret” çerçevesinde “su keyfiyeti”ni haiz bir noktada temayüz ettiğine işaret etmiştik. Temessül mevzuu, “Gerçekliğin Peşinde” koşan İBDA Mimarı tarafından “Yağmurcu” isimli eserde vuzuha kavuşturulmuştur.  “Yağmurcu” mizacı üzerinden İBDA Mimarı, kendisinden sonra gelen nesillere veya topyekûn insanlığa keramet çapında bir müjde emanet etmiştir:

“Bu dünyadan göçeceğim diye hiç üzülmeyiniz. Mansur’un nuru, 150 sene sonra Feridüddin-i Attar’ın ruhunda tecelli edip, onun mürşidi oldu. Ne halde olursanız olunuz, benimlesiniz. Size gözükmem için beni hatırlayınız. Hangi kıyafette olursam olayım, daima sizinleyim; kalplerinize mânâ ve hakikatleri dökerim. Allah Sevgilisi’nin, “benim ölüm de, dirim de sizin için hayırlıdır” buyurduğu sözünü, ben de aynen tekrar ediyorum. Bunun mânâsı, “benim dirim doğru yolu göstermek ve ölüm de yardım etmek için demektir.”(1)

Temessül mevzuuna burada nokta koyalım ve mevzuumuza devam edelim. Günümüz Hıristiyan-Yahudi Batı kültür ve medeniyeti, -merkezinde Kudüs veya Harameyn-i Şerif’in(2) işgalcisi İsrail’in olduğu Deccaliyet!-, eski Yunan kültürü, Roma nizamı ve Hıristiyan ahlâkı üzerine bina edilmiştir. Aynı medeniyetin bütün bir felsefe tarihi ise, eski Yunan’ın üç büyük kafa adamından biri, hatta en büyüğü olan Sokrates’e bağlanabilir. Sokrates başta olmak üzere, onun talebesi Eflâtun ve onun da talebesi Aristoteles, bütün bir Batı felsefe dünyasını renklendirmişlerdir. Ağaç misâli üzerinden söylersek, kök Sokrates, gövde Eflâtun, dal ve yapraklar ise Aristoteles olarak belirmiştir. Benzer bir teşbih, “İstikbal İslâmındır” mânâsı üzerinden, İslâm medeniyetinin topyekûn dünya hakimiyetini müjdeleyen ve 21. Yüzyıl dünyasına İslâm’ın “Nakşibendî” damgasını (Derviş Muhammed 332!) vurması beklenen Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi için de yapılabilir. Meselâ, kök Efendi Hazretleri, gövde Üstad Necip Fazıl, dal ve yapraklar ise Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu! Bu tür bir temellendirmeden sonra, “İbdacılar” olarak belirecek muhatapların “meyve”ler şeklinde değerlendirilmesi mümkündür. Meyveler, ağacın neslini devam ettirmek mânâsına tohumu da mündemiç yemişler olarak okunabilir. “Gölge” keyfiyetini haiz meyveler! Dikkat: Bir ağacın meyveleri ham, olgun, çürümüş vs. şeklinde olabilir. Takdir, ehl-i teveccühe bağlı olmakla birlikte, orman keyfiyetine katkı sunan soylu idrak sahiblerinindir.

Evet; Batı medeniyetinin üzerine bina edildiği topyekûn felsefe tarihi Sokrates, Eflâtun ve Aristoteles’e bağlanmıştır. İBDA Mimarı’nın tesbitiyle söylersek, meâlen, Sokrates, ilk defa “nasıl”ı, yâni “usul”ü getirmiştir. Eflâtun, “madde ötesi anlayışı”, Aristo ise, “madde içi düşünüş” ölçülerini örgüleştirmiştir. Batı felsefe tarihinde bütün metodcular Sokrates’e, bütün spiritüalist ve idealistler Eflâtun’a ve bütün natüralist ve materyalistler ise Aristo’ya bağlanabilir.(3) Bu arada hemen şunu da hatırlatmakta fayda var. Büyük Doğu-İBDA, aziz ve izzetli fikrin meydana gelebilmesi için, eşya ve hadiseler karşısında ruhun “nasıl?” tavrına karşı aklın “niçin?” tavrı üzerinden örgüleştirilen bir ruh ve fikir sistemidir.

Sokrates tarafından talebesi Eflâtun’a miras bırakılan “horoz borcu” hiç şüphesiz ki bütün bir Batı felsefesi tarihini derinden etkilemiştir. Eski Yunan’da Eflâtun’un “Görünüşler Dünyası” üzerinden şekillendirdiği “İdeler Âlemi” nazariyesi başta olmak üzere, Rönesans sonrası Batı dünyasında, meselâ Fransa’da Rene Descartes’in Kartezyen Felsefesi ve akabinde Vesileciler, İngiltere’de Empirizm, Amerika’da Pragmatizm, Almanya’da İdealizm, Rusya’da Materyalizm, Çin’de ise Sosyalizm olmak üzere, irili ufaklı ne kadar felsefî okul veya ekol varsa hemen hepsi söz konusu “horoz borcu” çerçevesinde değerlendirilebilecek bir mahiyet arz eder.

Denilebilir ki, Sokrates, baldıran zehrini içmeden evvel, hekimlik ve sağlık tanrısı Asklepios’a bir “horoz borcu” olduğunu ve bunun da mutlaka ödenmesi gerektiğini ilkin Eflâtun’un şahsında bütün bir Yunan dünyasına, daha sonra da bütün bir insanlık dünyasına miras olarak bırakmıştır. Kendisini ölüme mahkûm eden bir devletten, diğer bir ifadeyle de demokrasinin beşiği olan Atina’dan intikam almanın en sofistike eylemine veya söylemine tekabül eden bu “horoz borcu” esprisi aslında Sokrates’in giderayak en kapsamlı ve en derin bir ironisini de beraberinde getirmiştir. Bu şekil bir ironinin tek bir hedefi olsa gerektir: Eski Yunanlı Aristokratlar tarafından sevk ve idare edilen demokrasi düzeninin iyi bir “düzen veya sistem” olmadığını topyekûn insanlığa canı pahasına göstermek! Kafadan yana küt olmayanlar tarafından adi, aşağılık ve de suflî bir “düzen veya sistem” olarak kabul edilen demokrasi, aslında Sokrates gibi büyük bir kafa adamının varlığına tahammül edemeyen ve onun gibi muzdaribleri öyle veya böyle türlü bahanelerle katleden bir “düzen veya sistem”in de adıdır. Günümüz Batı medeniyetinin hamisi rolündeki Amerika’nın şahsında demokrasinin nasıl da lanetli bir “sistem veya düzen” olduğu çok daha net bir şekilde anlaşılmaktadır. İBDA Mimarı’nın Başyücelik Devleti isimli eserinde “Demokrasi İçin Zorlama”(4) başlığı altında söyledikleri bu mevzuda çok önemlidir. Diğer taraftan, Büyük Doğu Mimarı’na reva görülen çile dolu zindan hayatı bir yana, İBDA Mimarı’nın canına kasd edilmesi mevzuu da yine demokrasi ile doğrudan ilişkilidir. Demokrasi havarilerinin elinde Telegram işkencesinin bir tür suikast silahı olarak kullanılarak İBDA Mimarı’nın şehid edilmesine sebeb olanların hemen hepsi hiç şüphesiz ki, katıksız birer demokrat olarak hayat sürmektedirler. Bu tür müptezel belhümadal tiplerin Müslüman olmadıklarını biz biliyoruz. Ancak bunların insan olarak kabul edilmesi de mümkün değildir. Bulundukları yerde yakılmaları gerekir. Doğru söylemek gerekirse, demokrasi, Yahudi aklı tarafından topyekûn insanlığın boynuna geçirilmiş bir tür prangadır.

Sokrates’in horoz borcu ironisinde saklı olan mânâ, aslında kafadan yana muzdarib olan sahici insan soyunun yaşayabileceği ve de yeşerebileceği bir devletin tez zamanda gün yüzüne çıkması gerektiğinin ihtarıdır. Aksi takdirde insanoğlu insan olmaktan uzaklaşacak, dahası insanlıktan çıkacaktır. Halihazırda, eğer ki zerre-i miskal bir haya ve edeb kaldıysa bizlerde, insanlığımızdan ne kadar utansak yine de azdır. Üstadı Necip Fazıl tarafından “500 yıldır beklenen bir mütefekkir” edası ile karşılanan bir insanı, dünyaya gelmiş en son ki büyük ve güzel insanı gereği gibi karşılayamadık, ağırlayamadık, daha da kötüsü onun yaşamaması için elimizden geleni ardına komadık. Allah bizleri affetsin ve bütün bir “insanlığa” merhameti ile muamele etsin, amin!

Eflâtun’un felsefesinde devlet çok önemli bir yer tutar. Devlet ütopyası Eflâtun’un en önemli konularının başında yer alır. Eflâtun’un felsefesinde devletten sonra en önemli konular sırasıyla, henüz çözüme ulaştırılamamış tümeller sorunu ve bunun halli babında idealar teorisi, ölümsüzlük lehine geliştirdiği temel argümanlar, yaratılış mevzuunu irdeleyen kozmogonik düşünceler ve en nihayet algılamadan ziyade hatırlamayı önceleyen ve anamnesis kavramı üzerinden örgüleştirdiği bilgi teorisi gelir.(5)

Felsefe tarihi kitaplarının verdiği bilgiye göre Eflâtun, İÖ 428- 427’de, Peloponnes Savaşlarının(6) ilk yıllarında, hali vakti yerinde olan aristokrat bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Dönemin meşhur Otuzlar Tiranlığı yönetiminde söz sahibi olan kişiler onun yakın akrabalarındandı. Peloponnes Savaşları sonunda Atina yenik düştüğünde o henüz genç bir delikanlı idi. Eflâtun, Atina’nın yenilgisini nefret ettiği demokrasiyi bağlamak için yeteri kadar mazerete sahipti. Ancak Eflâtun’un esas husumeti, çok büyük saygı ve sevgi beslediği Sokrates’i ölüme gönderen Atina yönetiminin demokrasi ile idare ediliyor olmasıydı. Bu nedenle Eflâtun, ideal devletinin bir taslağı olarak demokrasi ile idare edilen Atina’yı değil de, askerî bir yönetim şekli olan Sparta’yı kendisine referans almıştır.(7) Bu arada, Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi tarafından öngörülen Başyücelik Devleti modelinin ordu-millet üzerine bina edilmiş bir devlet modeli olduğunu hatırlatmakta fayda var.

Eflâtun, çok erken denecek bir yaşta, gençlik yıllarında devlet işlerine atılmaya karar verdiğini söyler. Devlet idaresini elinde bulunduran Aristokrat bir aileden geldiği için böyle düşünmesi gayet normaldir denebilir. Ancak işin aslı hiç de öyle değildir. Doğrusu, devlet işlerindeki gevşeklik ve lakaytlık ve de liyakatsiz davranışlar, Eflâtun’u sahici bir devlet nasıl olur düşüncesine sevk etmiştir. Hele hele hocası Sokrates’e yapılanlara bizzat şahidlik edince, ne yapması gerektiğine dair düşünce daha bir belirginleşmiştir. Eflâtun, süreç içerisinde Devlet idaresi ile felsefe arasında doğrudan bir ilişki kurmaya karar verir. “Felsefenin yardımı ile devletlerin ve kişilerin idaresinde doğruluğu görmenin mümkün olacağını”(8) düşünerek, tıpkı hocası Sokrates gibi, kendisini agoraya atar. Temel düşüncesi ise şu şekil özetlenebilir: “İnsan soyu, başına çöken belâlardan, ancak tam ve gerçek filozofların iktidarı ele alması ve devletin başında olanların, Tanrının lütfu sayesinde, gerçekten filozofların olmalarıyla kurtulabileceklerdir.”(9) Nitekim, “devleti sevk ve idare edenler ya filozof olmalı, veyahut da filozoflar devleti sevk ve idare etmeli”, meâlindeki söz de Eflâtun’a aittir.

Not: Yukarıda Eflâtun’un sözünde saklı olan mânâlardan bir tanesinin, “horoz borcu” mevzuuna da işaret eden bir noktada, “Hurus: Horoz: 866: Husrev: Hükümdar, şâh” terkibi olduğu söylenebilir.

Not: Cemaat ve imam (cemiyet, toplum veya millet ve lider) ilişkisinde olduğu gibi, devlet ve millet ilişkisi de liyakat şartlarına göre tanzim edilir, edilmelidir. Cemaat olmadan imam, imam olmadan da cemaat olamayacağı düşüncesinden hareketle, millet olmadan devlet, devlet olmadan da millet olmaz. Nasıl ki her iki Müslümandan birinin imam olması zaruretinin kendisini dayattığı bir yerde bilgi, görgü, kültür, irfan, idrak vs. gibi unsurlar devreye girer, kısaca ehil veya ehl-i takva olmak şartı aranır, aynı şekilde, milletin sevk ve iradesine talib olanlar da bilgi, görgü, kültür, irfan ve idrakte en üstün olanlardan olması gerekir. Bunların bilgi dostu, bilgi seven, kısacası bilge kimseler olmaları beklenir. Yukarıda Eflâtun’un söylediklerini de bu çerçevede değerlendirmek icab eder. Bu arada şunu da söylemek gerekir ki, Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sisteminin mücessem hâli olan Başyücelik Devleti’nde sevk ve idare edici konumda olanların, -olacak olanların veya buna kendisini istidatlı görenlerin!- “üstün idrak” sahibi insanlar olarak belirmesi ve bunların da “Aydınlar Aristokrasisi” olarak tavsif edilmesi hiç mi hiç boşuna değildir. Diğer taraftan, umumu bağlayıcı bir noktada, -liyakat şartlarına sahib olmak ve söylenmesi gerekeni söyleme zarureti müstesna-, göreve talib olmak en büyük edepsizlik olarak algılansa yeridir. Öyle veya böyle bir görev tevdi edilirse ne ala! Görevi kabul etmemek eğiliminde olmak edebli olmanın bir nişanesi olarak kabul edilse de, bazen kabul etmemenin edepsizlik olarak belireceği durumlar da vardır. Bu çerçeveden olarak, İbda cepheleri, İbda’nın gölgeleri olma istidadını vehmettiren bir yapıdadırlar. Cephe esprisini şahsında terennüm ettiren kişi veya kişilerin yetkinliği, meselâ yetkinliğin zirve noktasına varmak, en nihayetinde rey sahibi olmanın ötesine geçmez, geçemez, geçmemesi gerekir. Meselâ, içtimaî hayatta müesseselerden bir müessese olarak belirecek olan spor mevzuunda yetkin olmak, -velev ki bu mevzuda en büyük olunsun, hiç fark etmez-, mevzuunda en büyük olmak umuma şamil olmak demek değil, kendi mevzuuna şamil olmak mânâsınadır ki böyle bir durum, olsa olsa rey sahibi olmayı beraberinde getirir. Mevzularında rey sahibi olanların ortaya koyacakları çoğunluğa dayalı “ortak irade” (istişare!), “nefsin de bir hakikati var” esprisi çerçevesinde, “demokrasinin hakikati”nin görüneceği tek nokta olarak belirecek olan “ortak şuur”un bir yansıması olarak, “Aydınlar Aristokrasisi”nden bir nişane olarak kabul edilebilir. Diğer taraftan, “dayanışmalı fikir oluşumu”nun mahiyeti, “oluşumun muhtevası” ile doğrudan ilişkilidir. Fikri konseptin tezahürüne yataklık eden her bir “oluşum” aslında kayda değer bir iş üzerinde olunduğunu da gösterir. Sözkonusu “oluşum”ların “ortak iradesi” ile ortaya çıkması beklenen devlet, -özlenen ve beklenen bir devlet hâlinde-, (Başyücelik Devleti!), “Aydınlar Aristokrasisi” üzerinden netlik kazanacaktır. 

Evet; Devlet olmadan asla! Nitekim İslâm, devletsiz yaşanmaz! İslâm devletinin olmadığı yerde “devlet” mücadelesidir ki, İslâmı yaşamaktır.

İBDA Mimarı, daha çocukken, annesinin kendisine Eflâtun’un “Devlet” isimli kitabını hediye ettiğini söyler… Yıl: 1964… Annesi, Eflâtun’un “Devlet” isimli eserini hediye etmiş ve şöyle yazmıştı:

- “Oğlum!.. Doğru ve akıllı adam, muvaffak olacak adamdır. İyi seneler.”

İBDA Mimarı’nın hayatındaki yaşanmışlıkların alelâde ve “kuşa niyet çektirmek” gibi bir basitlik içermediğini anlamak için eserlerine birazcık olsun göz gezdirmek kâfi!
 
Dipnotlar
1-Salih Mirzabeyoğlu, Yağmurcu “Gerçekliğin Peşinde”, İBDA Yayınları, İstanbul, 1996, sah. 140.

2-“İki harem” anlamına gelen kelime. Osmanlı yazılı belgelerinde daha çok Haremeyn-i şerîfeyn şeklinde geçer. Mekke, Kâbe’nin inşasından itibaren “harem” (korunmuş yer) kabul edilirken Medine hicretten sonra Hz. Peygamber tarafından harem ilan edilmiştir. (Buhârî “Feza’ilü’lMed'ine”, ı ; Müslim, “I:Iac”, 454) Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebev’i’den sonra en kutsal mekan kabul edilen ve müslümanların ilk kıblesi olan Mescid-i Aksa’nın bulunduğu Kudüs, bazı Peygamberlerin ve ailelerinin mezarlarını barındıran Halîl şehri de bilhassa Haçlı seferlerinden itibaren Haremeyn-i şerîfeyn adıyla anılmış. Kudüs için “Haremeyn’in üçüncüsü” tabiri de kullanılmıştır (ibn Hallikan, lV, 232)

3-Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler “Düşünce Tarihine Bakış”, İBDA Yayınları, c.1, İstanbul, 1998, sh. 257-258.

4-Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti, “Yeni Dünya Düzeni”, İBDA Yayınları, İstanbul, 2015, 3. Basım, sh.96.

5-Bertrand Russell. Batı Felsefesi Tarihi, Alfa Yayınları, c. 1, 1. Basım, İstanbul, 2016, sh. 203-204.

6-Atina ile Sparta arasında İ.Ö. 431-404 yılları arasında 27 yıl süren savaş Peloponnes savaşları olarak bilinir. Atina ve Sparta arasındaki çatışma bu savaştan çok önce başlamıştır…

7-Bertrand Russell. Batı Felsefesi Tarihi, Alfa Yayınları, c. 1, 1. Basım, İstanbul, 2016, sh. 204.

8-Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler “Düşünce Tarihine Bakış”, İBDA Yayınları, c.1, İstanbul, 1998, sh. 260.

9-Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler “Düşünce Tarihine Bakış”, İBDA Yayınları, c.1, İstanbul, 1998, sh. 260.



Baran Dergisi 596. Sayı