Virüs salgını çıkalı beri Türkiye’de çok garip bir manzara var. Bir tarafta Osmanlı’nın geri gelişini hatırlatan başarılar, diğer tarafta Osmanlı’nın son zamanlarını hatırlatan başıboşluk durumu. Bozgun zamanlarından beri zafere hasret kalmış millet, ordumuzun sınır dışında ve uzak ülkelerde gösterdiği başarılara sevinirken, içerde tam bir hayal kırıklığı yaşamakta. Sevincimizi kursağımızda bırakan bu durum, devlete olan güven duygusunu sarsmaktadır. Mevcut manzaraya göre işler çığırından çıkmış, freni patlamış kamyon gibi dangul dungul bir gidiş söz konusudur. Halkın aklı gözündedir hikmetine binaen, bu manzara halkı ister istemez devletten soğutmaktadır. O halde devletin buna acil müdahalesi şarttır. Vaziyetin berbatlığı dikkate alınırsa, bu müdahalenin kökten olması gerektiği açıkça anlaşılır.
Manzara berbat derken sızlanma edebiyatı yapacak değiliz. Ne demek istiyoruz anlatalım. Evvela, II. Abdülhamid yıkıldıktan sonra ortaya çıkan siyasi tabloya benzer saçma bir durum görmekteyiz. Abuk sabuk bir hürriyet zemininde her türlü hainliğin serbestçe meydan yerinde haykırıldığı, ama Hakkı söylemenin zorlaştığı o dönemle bu dönem çok benziyor birbirine. Her türlü din dışılıktan tutun, açıkça toprak isteyen Ermeni’ye, Ermeni ve Bulgar komitacılarıyla ittifak yapmaktan utanmayan sözde milliyetçilere kadar tam bir ihanet kasırgası esiyordu. Güya Batı karşısında yenilgimizi durdurma adı altında her türlü din düşmanlığının propagandası rahatça yapılmaktaydı ve en kötüsü ciddi taraftar bulmaktaydı. Osmanlı sultanı Ermeniler tarafından bombalı suikasta uğradığında, başarılı olamadı diye sözde milliyetçiler üzülüyordu. Mazlum ve fedakâr Anadolu’yu hor gören bu güruh nazarında Batı dünyası tanrı, ülke içindeki hain ecnebiler de can yoldaşıydı. Arkalarında güçlü emperyalist devletler, İngiltere, Fransa, Rusya, karşılarında ise gücü tükenmiş Osmanlı... 10 yıl sürmeden İslam’ın son kalesi Osmanlı, aklı sıra devlet yönetmeye kalkan bu hain ve ahmak sürüsü tarafından çökertildi.
Payitaht İstanbul’un ve Anadolu’nun bile işgale uğradığı o korkunç dönemden farkımız var elbet. Müslüman milletin 15 Temmuz’da yeni bir meşrutiyet ihanetine izin vermemesi sayesinde devletin başına eski kafalı hainlerin gelememiş olması büyük nimet. Öte yandan sürekli saldırıya uğrayan kaleyi savunma halinde kalıyor olunması, ilerisi için büyük risk demek. Düşman, saldırılardan sonuç alamasa bile kale surlarından kaç taş koparırsa kâr saymakta. Bunun karşısında devlet, yani güç kullanma hakkını meşru olarak elinde tutan yapı, bu saldırı ve sabotajlar karşısında sanki televizyon karşısında haber seyredip “cık cık” diyen emekli gibi seyirci kalıyor yahut yetersiz tedbirler alıyor.
Daha önce defalarca söylediğimiz ve pek çok kişinin de söylediği gibi, insanımız ve gençlerimiz seküler-global lağımın içinde yüzüyor. Halkın önemli bir kesimi Batıcılık paravanını da atıp alenen gavurluğa dümen kırmış, denize döktük dedikleri Yunanla kardeşlik türküsü söylerken kendi öz milletinin dininden-imanından duyduğu tiksintiyi kusar hale gelmiştir. Allah korusun, vatan düşman işgaline uğrasa işgalcinin ayaklarını öpecek kadar alçaldığını saklamayan bu hainler, bu devletin imkânlarından faydalanmakta ve seçim zamanı da oy vermektedir.
Irkçılık belasına bulaşmış Müslüman Kürt halkı gitgide seküler beyaz Türkler gibi hem dinden uzaklaşıyor, hem de Türk düşmanlığına yöneliyor. Bin yıldır kader birliği yaptıkları Türk’ü nefret objesi haline getirmekten utanmayan ama bir asır önce elinden korkunç zulüm gördükleri Ermeni’yi kucaklamaya koşan bu insanların akıbeti iyi görünmemektedir. Tıpkı tek parti zamanında Türk nasıl deforme edildiyse, Kemalist zulmün peşinden yanlış ellere düşen ve aynı din düşmanı kafaya sahip tek parti tarafından deforme edilmekte olan Kürt, dünkü katilleriyle aynı saflara itilmektedir. Genç nüfusunun ırkçı ve seküler haline bakılırsa istikballeri hiç de parlak değildir. Devlet ise zulmün kaynağı olan Kemalizm’den hala vaz geçmemekte ısrarlı. Güya Kürtlerin kurtarıcısı olma iddiasında ama sadece emperyalistlerin maşası olan PKK’nın askeri yöntemlerle ortadan kaldırılması devlet açısından makul görünse de meseleyi çözmez. Bunca yıl Kemalizm hastalıkların bizzat sebebi olduğu halde, sürekli itiraz edenleri kaba kuvvetle ezip sükûneti saklama yoluna gitti. Sonuçta hastalıklar daha da kronik hale geldi. Aynı mantıkla hareket ediliyorsa çabalar boşa gitmeye mahkûm olur. PKK gider başkası gelir ve kan akmaya devam eder.
Ekonomiden anlamam ama halkın son zamanlarda nasıl fahiş zamlarla ezildiğini görüp yaşıyorum tabii. Ev kiralarının da birden korkunç şekilde arttığı bugünlerde devletin bütün yaptığı düzelteceğiz deyip durmak ve denetim tiyatroları oynamak. İşin doğrusu demokrasi ve serbest piyasa şartlarında hele ki Türkiye gibi sermayenin kökü meçhul bir kesimin elinde toplandığı bir ülkede bu laflar gerçekten sadece laf olarak kalır. Eğer devlet dershaneleri kapatma adı altında FETÖ’ye karşı operasyonun ilk adımını attığı gibi benzer bir iş peşindeyse, o başka.
Diğer taraftan 2023 seçimi diye bir terane dolaşıyor. Başkan Erdoğan bu seçimi hedef gösteriyor. Çoktan hurda olmuş partisiyle seçimde şansı yok. Kürtleri araklamayı başarmış CHP karşısında psikolojik olarak çoktan karşı tarafa geçmiş AKP’lilere güvenerek seçime gitmek felaketi davet etmek demektir.
Peki şimdi soralım, devlet bunları görmüyor mu, bilmiyor mu, anlamıyor mu? Mümkün mü bu? 15 Temmuz’da düşmanı faka bastıran devlet, dışarda gerileyen Batı dünyasına karşı yerinde manevralarla yeni alanlar kazanan devlet, Amerika’nın nasıl geri çekildiğini gören devlet, bunca olumsuzluğu göremez mi? Bu soruyu sorunca insanın aklına Kenan Evren’in “darbeyi bir yıl önce yapacaktık ama şartların olgunlaşmasını bekledik” sözü geliyor. Sanki devlet devletliğini yapmak için devletliğini gizliyor. Sanki her şeye tam el koymak için her şeyin tam bozulmasını bekliyor.
Bizim açımızdan rejim değişikliği olmadan bu devletin yaşaması imkânsız hale gelmiştir. Bugüne kadar kaba kuvvetle, yalan dolanla ve Batı sopasıyla ite kaka geldiğimiz nokta, böyle devam etmeye kalkılırsa bizi yıkımdan başka bir yola çıkarmaz. Bence devleti yönetenler, yani en başta Erdoğan ve asker-sivil bürokrasi bunun farkında. Pat diye düzen değişimi olmaz, olamaz. İlla ki geçiş dönemi ister. Bu da eski rejimin en azından askıya alınmasıyla başlar. Yani meşhur “kaybolan devlet otoritesini yeniden tesis etmek içün” sözü tekrar duyulabilir. “Yok canım rejim değişikliği, darbe, sıkı yönetim, şu bu mümkün değil, Batı izin vermez.” diye düşünmeyelim. Malum Avrupa’nın iç işlerimize müdahale edecek gücü kalmadı. Amerika ise gözünü Çin hayaletine dikmiş, istikbaliyle uğraşmaktadır. Yoksa Ayasofya’nın açılmasından Karabağ zaferine kadar birden bire böyle büyük hadiseler Batı’nın sopası ensemizdeyken biraz zor olurdu.
Burada mesele, ufukta beliren bu ihtimalin ne adına, neyi getirmek ve neyi götürmek için olacağıdır. İbda Mimarı’nın “hep hazır duralım yeni “Hazırol”lara” ikazını hatırlatmanın yeridir. Kimi zaman dile getirilse de kimsenin neye hazır olacağına dair bir kelam etmediği bu ikazı hava raporu okur gibi algılayanlara değil sözümüz. Öte yandan çok yıkıcı deprem, vb. felaket ihtimalini de içine alan bu ikaz, ülke içinde kargaşa, düşman saldırısı ve rejim değişikliği gibi büyük hadiseleri de kapsar. Tabii ki İbda Mimarı’nın müphem bıraktığı bu sözü kolayca tefsir edip çıkamayız. Herkes birçok vecih bulabilir ve bilmediğimiz anlamlar süzebilir. Ben sadece siyasi açıdan kendi hissettiğimi yorum olarak yazdım.
Peki devlet gerçekten bu işin içinden çıkamayacak hale geldiyse? Ben öyle görmüyorum ama hani ihtimaller âlemi içinde yeri var. O halde -Allah korusun- iç kargaşa ve parçalanma riski çok yüksek demektir. Bu durumda her şeyin en zoruna hazır olmak gerekir.
İnşallah hazır durmamız gereken “hazırol”, Anadolu’nun ve İslam âleminin hürriyetine kavuşması, yani İslam inkılabıdır.
Baran Dergisi 769. sayı