Çağımızı iyi tanımak adına onun hususiyetlerinden bahsedelim. “Önce teşhis sonra tedavi” denmiş. Önce müşahede sonra muhakeme usulünü izleyelim.

Her zamandan daha çok içtimaî ilişkilerin karmaşık ve birbirini daha çok etkileyici olması çağımızın bir özelliğidir. Hız çağı deniyor ya, her şeyin birbiriyle etkileşimi artmış olup savaşlar, krizler, ticaret vs. uluslararası boyuta hemen intikal edebilmektedir. Teknoloji de bunu hızlandırmaktadır. Geçmiş çağlarda görülmeyecek bir şekilde insanlar hemen siyasî ve sosyal mevzuların içine girebilmektedir. Artık siyaset bir elit tarafından yapılan bir şey olmaktan çıktı, kitleler çok çabuk politize olabilmektedir. Bu ise mücadelenin geniş bir cephe üzerinde yürütülmesini ve kısmî istek ve çözümlerle ele alınamaz oluşunu göstermektedir. Üstad’ın işaretlediği üzere inkılapların kıtalar çapında olması ve İBDA’nin mücadelenin usûl ve zemini olarak halk ihtilâlini vurgulaması önemlidir. Çağın doğurduğu bu şartlar, bütün alanları kuşatan ve aralarında uyumlu bir işbirliği öngören bir ideolojiye, tüm ifade eden sistemli bir modele ihtiyacı dayatmaktadır. Çağımıza “topyekûnluk” karakteri veren durum bize şunu ihtar etmektedir: “İHTİLALİN GAYESİ OLAN İDEOLOCYA ÇAĞIMIZDA AYNI ZAMANDA İHTİLALİN ARACIDIR DA.” (S. Mirzabeyoğlu, İdeolocya ve İhtilal, 5. Basım, s. 104.)

İlişkiler bu kadar karmaşık ve içiçe girmiş ve kitleler bu kadar siyasî ve içtimaî meselelere katılmış iken, halka, “siz karışmayın, biz sizi yönetiriz” denemez. Burada kitleleri motive edici fikirler manzumesi şartı görülüyor. Hem de bu fikirlerin insana has problemlere çözümler sunucu ve parça mevzular arasındaki irtibatı gösterici olması gerekiyor. Batı’dan gelen yanlış fikirler ise propaganda edilebilir ve iktidar imkânlarıyla halka empoze edilebilir. Ancak Mutlak Fikirle irtibatlı olmayan ve ideolojik örgüsü sağlam kurulmayan fikirler yıkılmaya mahkûm olur ve esasen bir adaletli düzen de kurulamaz. Bunalım devam eder gider, öyle ki bir yanlışın yerine başka yanlış gelir. Ancak çözüm olmaz. Bizce çözüm Batı artığı ve taklidi rejimler değil Mutlak Fikir’dir. Bunun nasıl’ı ise Tatbik Fikri-Vasıta Sistem meselesidir.

Çağın hususiyetlerini tesbit etmeye devam edelim. Çağımızda metafiziğe ilgi azalmamış, bilakis artmıştır. Kitlelerin sosyal ve siyasî hadiselere ilgi duyması ve bu hususta şuurlanmaya olan ihtiyaç tarihin hiç bir döneminde bugünkü gibi olmamıştır. Bu ise vicdanları tatmin edecek bir hak ve adalet isteğini açığa çıkarmıştır. Ayrıca hayatın mânâsının bilinmemesi ve küreselleşme ile artan kuşku ve güvensizlik meselesi yeni meselelere ve yeni problemlere yol açmaktadır. Yine küreselleşme ile birlikte gelir dağılımındaki uçurum da artmıştır. Yukarda saydıklarımızla birlikte güvensizlik ortamı metafiziğe ihtiyacı daha da belirginleştirmiştir. Maddî ve manevî huzur arayan insanın bunalımı ve feryadı söz konusudur. Kitleler huzursuzdur, her an karmaşaya ve alt üst oluşa meyyaldir.

“Halkı dinin hedeflediği amaca ulaştırmak için alınan tedbirler” mânâsındaki siyasetü’ş-şer’iyye (şer’î siyaset) hakkında bir Müslüman asgarî bir görüş ve tavır sahibi olmalıdır. İslâm’da siyaset, kişinin içinde bulunduğu ortama en uygun tavrı koymasıdır. Partilerden veya günlük politikalardan bahsetmiyoruz. “Kişinin hak ve vazifelerini bilmesi” mânâsındaki fıkıh için gerekli duruş, tavır ve davranıştan (siyaset) bahsediyoruz.

Gözlerimizin önünde cereyan eden ve canhıraş feryadları gökyüzüne yükselen insanoğlunun sosyal ve siyasî meselelerine eğilmeyerek ve devekuşu tavrı göstererek ne kendimize ne çevremize katkımız olamayacağı gibi imanımız da selamete çıkamaz. İslâm, cemiyet dini iken ve emri bil maruf emri ortada iken “nemelazımcılık” ve güne göre dönmek demek olan “eyyamcılık” bize hiç bir şekilde yakışmaz. İslâm’ın madde ve mânâ, zahir ve bâtın uyumu ile meselelerin ele alınması ve alternatif yeni dünya düzeni ile nizamı âlem ve “ilây-ı kelimetullah”ın sunulması gerekiyor.

Çağımızın bir hususiyeti de mevzular ve ilimler arasındaki parçalanmadır. Öyle ki modernizmin getirdiği bu arızadan dolayı insanın düşünce yapısı karmakarışık olduğu gibi İslâmî ilimlerde de böyle bir dağınıklık söz konusu. Mesela, kelâmcı fıkıh bilmiyor, fıkıhçı kelâm meselelerini tanımıyor. Fikir ve ilim ehlinin devrin geçerli işleriyle meşgul olması, sorunlara çözümler bulması gerekiyor. İslâmî metinleri kuru kuru tekrar değil, iman ve anlayışları ihya etmenin çarelerini bulmalıdır. Ve bunu da halkla içiçe yapmalıdır. Cemiyetçi ve aksiyoncu olmalıdır. Kısaca “bütüncül bakış”a ihtiyaç kendini hissettirmektedir. İnsan, maddeten ve ruhen parçalanmış, içtimaî ilişkiler birbirinden kopmuş ve birbirinin aleyhine işler hale gelmiş. Birinin yaptığını öteki bozuyor, bir türlü ahenk sağlanamıyor.

İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun Batı felsefesi için söylediği “mihraksız tümevarımın zafiyeti ile malûl” tesbiti kendini her alanda göstermektedir. Bu ise gittikçe bir dar kafalılığa yol açmakta, at gözlüğü takanlar hayatın yalanlamasına rağmen önündeki yanlışlarla yoluna devam etmekte ya da edememektedir. “İdeolojik şuurlanma”nın zaruretine inanmayan ve tekerleme hâlinde ibadetlere ve İslâmî ilimlere yönelen Müslümanlar ise cemiyette gördüğü yanlışlara kimi sessiz kalır veya sadece bireysel seviyede kendini kurtarmaya bakarken (ne derece doğru?), eleştirdiğinin yerine yenisini ve alternatif sistemli modeli koyamamaktadır. Hem çağını doğru gözlemleyememek ve hem de çözümün adresini bulamamak gibi bir garabet söz konusu. Önce neye ihtiyaç duyduğumuz ve meselenin ne olduğu tesbit edilmeli, sonra ise çözüm ve çözüme dair yapılacaklara geçilmelidir.

Her Müslüman içinde bulunduğu toplumda “emri bil maruf nehyi anilmünker” vazifesini yaparken çağının ve toplumunun özelliklerini iyi bilmelidir. Emri bil maruf vazifesi, iyiyi emir ve temin, kötüyü yasaklama ve önlemedir. İyilikleri emrederken kendi davasını en iyi şekilde bilmek, kötülüklere mâni olurken ise çağının problemlerini en iyi şekilde tanımak zorundadır. Toplumu, gençliği tanımak, onlara hitap edecek diyalektiği bilmek gerekir. Bu da ideolocya ve ihtilâl leri demektir. Kuru kuruya emri bil maruf olmaz.

Emri bil maruf ifadesinde emir kulu olmak değil, emretmek yani Hakk’a itaati emretmek söz konusudur. Yalvarmanın değil, emretmenin üstünlüğüne tâbi olmalıyız. Çünkü hâkim davaya mahkûm tavır yakışmaz. Hakkı emretmenin, temelinde ise güçlü bir itaat duygusu olduğunu belirtelim. Önce kendimiz itaat edeceğiz ki emretmeye hakkımız olsun. Aksi halde benlik sultası ve diktatörlük olur. Allah Sevgilisinin, “Bu tarifenin insanları hem Allah’ı seveler, hem de Allah’ı sevdirmeye çalışırlar. Halka Allah’a itaat etmeyi emrederler. Halk Allah’a itaat edince de Allah onları sever.” diye buyurmuştur.

Müslüman, içinde yaşadığı ve mesul olduğu çağdan koparak münzevi bir hayata giremez, ferdî ibadetlerle tatmin olup içtimaî vazifelerinden kaçamaz. Kötülüklerle mücadele etmek ve iyilikleri temin etmek zorundadır. “Nasılsanız öyle idare olunursunuz” hadisi bize iyiyi teşvik etmeyi ve kötü yönetimlerle mücadele etmeyi emrediyor. “İyi olun, iyilikleri temin edin ve iyi yönetilin” mânâsına geliyor. Tasavvuftaki “halvet der encümen-halk içinde Hakk’la olma” prensibi de cemiyetten uzak bir sofuluğu değil, cemiyet hayatı içinde Hakk’ı anmayı, dik duruş ve mücadeleyi (cihadı) tavsiye eder.

Düşmanlarımız canımıza ve canımızdan daha kıymetli bildiğimiz dinimize kastederken Müslümanların gerekenleri yapmaması düşünülemez. Müslüman’ın demokrasinin ve seküler hayatın rehavet ortamına dalması kabul edilemez. Öyle ki düşman içimizde dolaşır ve bizi imha etmek için her türlü fırsatı kollarken ve bunu da Batı’dan aleni destek alarak yaparken bizim sessiz kalmamız ve bu şartlara göre plânlama ve organizasyon yapmamamız hayatî bir hata olur.

Bizim bağlı olduğumuz fikriyatın en önemli özelliği, insan ve toplum meselelerinin halli davasında ahenkli bir bütün olması ve insanı müstakil bir şahsiyet görerek onun hürriyet alanıyla yakınlık kurmasıdır. İBDA fikriyatında buna “kendinden zuhur” deniyor. Körü körüne değil basiretle, inanarak ve imanın zevkini duyarak bağlılık söz konusudur. “Bağlandım iş bitti” demek ve bunun doğurduğu tembellik yoktur. İrade ve aklını körü körüne teslim etmek de yoktur. Mutlak Fikir’den hareketle, yani her harfi Kur’an ve Sünnet’e bağlı bir ideoloji etrafında iş ve eser üretmek ve kişinin aksiyonu söz konusudur.

Her zamankinden daha çok siyasî ve sosyal ilişkiler içinde olduğumuz çağımızda, hem meseleler arasındaki ahenkli bağı gösteren hem de kişiye aksiyon alanı açan ve onu hürriyetiyle yakınlık kurarak tanıyan BD-İBDA fikriyatı, bu açılardan da çağının ve insanının ihtiyaçlarını karşılayacak yegâne fikir ve aksiyon mihrakıdır. Bu sebeble çağın fikridir ve “fikir çağı-İBDA çağı” doğacaktır. Buna muhtacız, buna memur ve dahi mecburuz. Başka Kurtuluş Yolu göremiyoruz, varsa da dinlemeye hazırız. Bütün samimiyetimizle hodri meydan diyoruz.

Çağımızdan mesul olduğumuza göre çağın hususiyetlerini bilmek, dost ve düşman kutuplarını işaretlemek zorundayız. Fikrî, itikadî ve amelî savrulmaları önlemek için baş muhabbet kutbu ve baş nefret kutbunu tanımak, buna göre pozisyon almak, ideolojik ve siyasî amel (aksiyon) içine girmek zorundayız. Tıpkı namaz-oruç gibi ibadetlerimiz yanında onlardan daha önemli olarak ideolojik ve siyasî şuur sahibi olmalıyız. İhtiyacımız olan cemiyet modelinin müntesibi olmalıyız.

Baran Dergisi 643. Sayı

09.05.2019