Herkes kendi aklını beğenir ve akıl sayısınca yol vardır. Hâlbuki hakikat tektir, batıl sayısız. “Bilgi tek, çokluk bilendedir”. Kısa bir nefs ve kâinat muhasebesinde bu hâl görülür, insanın bir eksikliği ve bir zaafı olarak karşımıza çıkar.
Akılsız olmuyor, akılla da olmuyor. Aklımızı bir kişiye veya cemaate teslim etmek, İslâm’ın mesuliyet emriyle bağdaşmaz. Sadece aklımızı rehber almak da bizi doğru yola ulaştırmayabilir. Peki ne yapacağız?
Aklın sınırını yine akılla tesbit edip, İslâm’ın “tâbi akıl-selim akıl” ölçüsüne yapışıp, Allah ve Resûlü’nün bildirdikleri, gösterdikleri ve öğrettiklerine teslim olmalıyız. Aklı akılla kritik ederken bile bize bu muhasebeyi veren keşfî bir bilgiyle karşılaşıyoruz. Kâinatta her şeyin her şeyle alakası olduğundan, bir şeyi bilmek için her şeyi bilmek gerekir ki, bu da biz kullar açısından mümkün değildir. Bir kural, bir oluş, bir şey insana “doğru görünür” ve insan onu kabul ediverir; akabinde de hararetle savunur. Herkes bu süreci kendisinde tecrübe edebilir. Ruh sezer, akıl şekle sokar. Bu anlamda bütün insan hal ve davranışları, eğer içgüdü arz etmiyorsa, kaynağını sezgide, yani ruhî keşifte bulur.
Bu mânâda İbn Arabi Hazretleri, “keşfi olmayanın bilgisi de yoktur” buyuruyor. İmandaki varoluş iştiyakı ve bunun sevgisi de diyebiliriz. Sekülerizm ve modernizm sevgisiz bir toplum doğurdu ve Batıcı rejim gereği biz de bununla arızalıyız…
Batı kültürü ve modernizm anlayışı ise hegemonyanın verdiği avantajla insanlığı aklın dar kalıplarına hapsederken, doğurduğu sorunların tek çözüm kaynağı olarak kendini dayatmaktadır. Aklı, ilmi, tekniği vb. inhisarına almanın verdiği cüretle davranmakta, fakat eşya ve hadiseler onları yalanlamaktadır. Çünkü aklın ürünlerini tek doğru olarak dayatmak nihayetinde yanlışa çıkar. Çok güvendikleri fizik ilmi de izafiyet, kuantum, big-bang ve belirsizlik teorileriyle Batı anlayışını tekzip etmektedir.
Batının varlık ve bilgi felsefesi sorunludur. İnsan ve kainat tasavvuru hayata ve hakikate mutabık değil. Alternatifinin fiiliyatta zuhur etmemesi Batı’yı haklı çıkarmayacağı gibi muhalifleri boğmak içinde Batı elinden geleni ardına koymamaktadır. Batıda eskiyi pansuman etmekten başka yeni bir şey olmadığı gibi, bu hâle kendi düşünürleri ve toplumları da isyan etmektedir. Batı sistemi “organize bilgi”nin dışına çıkanlara müsamaha göstermemektedir. Kapitalist sistem dogmadır; Batılıların kendisine karşı gelinemez “mutlak”larıdır.
Projektörü kendimize çevirirsek: İmân ve amel görevimizin ifâsından dolayı önce bağlılık mevzuu üzerinde duralım. Bağlanmayla kendini ortaya koyma ve başkası olmadan başkası için olma ilkeleri şahsiyet, ilim ve ihlasla olacak şeylerdir. Fakat bizde daha çok bağlılıklar takım tutma gibi olmakta, hakikî müritlikten ziyade yandaşlık şekline bürünmektedir. Kendi görüşünü beğenme hastalığı İslâmcı grup, cemaat ve tarikatlarda yaygındır. Genelde herkes kendi seviyesine uygun bir cemaat veya şeyh edinmektedir. Burada bir ahlâkî sorun var. Lider veya şeyh efendi de nabza göre şerbet vermekte ve “müridine bak şeyhini tanı” sözü tecelli etmektedir.
Fikir ve yol ifadesi olan ideolocya ve aksiyon belirlenmeden ve fikrin sembolü olan şahsa, neye niçin bağlanmak gerektiği izah edilmeden yol almamız mümkün değildir. Görülen o ki, çoğu kişi “nefsî aklına” göre ve rahat etme amacıyla bağlanmaktadır. Daha sonra cemaat ve tarikatlarda da kendi içlerinde hizipleşmeler baş göstermektedir; bölünmeler, şeyhliğini veya beyliğini ilan etmeler... “Sendeki ben” ve “bendeki sen” mevzuunun anlaşılamaması da diyebiliriz.
İslâm’ın bâtını ve ondan ayrılmaz olan tasavvuf, imân, zevk, Hakk yolu ve nefs tezkiyesi olarak her mü’minde tecelli ederken, oluş ve kemâl yolu olarak tâlip, mürid, sâlik ve vâsıl mertebeleri vardır. Biz fikri vasıta kıldığımıza göre nefsimizde kemâli gizlemek değil, iş ve aksiyonda ihlasla zuhur etmek zorundayız. Çağımızın karmaşıklaşan insan ve toplum meselelerinde yönlendirici-terbiye edici fikre ihtiyaç vardır... Şu hususu belirtelim ki: Mertebelerden üçüncüsü Seyr-i Sülûk da bu çile ve istikametle ilgilidir. Bütün tecrübelerden temiz ve kuvvetli çıkmak yahut yarı yolda kesilmek söz konusu olabilir. Kendini ve aklını beğenmişlik ve orada takılıp kalma tehlikesi... Nefsinde kemâl dikizleyen salaklar ise ibretlik hâllerini sanal ortamda edepsizce teşhir etmektedirler. Olmadan olmuş görünmemeliyiz.
Bir cemiyet olmak için bağlılık şarttır. Nasıl bir cemiyet modeli ile birbirimize bağlanacağız, aramızda müşterek ölçüler nelerdir ve bu çağda yürütülmesi nasıl olacaktır? Bu meseleler bir ideolocya bütünlüğünde ortaya konmalı ve etrafında kenetlenmelidir. Bağnazlıktan, hizipçilikten ve başıboş faaliyetten kurtulmak için. Çünkü doğru düşüncenin olmadığı yerde doğru düşünce faaliyeti olmaz. Dışlayıcı dil değil, bütünleştirici ve birleştirici dil ancak kuşatıcı sistemle temin edilebilir.
Mutlak fikre bağlı bütüncül bir fikir manzumesi olan BD-İBDA’yı diğer cemaat ve tarikatlardan ayıran husus, sistemli fikir etrafında halkalanan bir hareket olmasıdır. Kuru kuruya veya körü körüne bir bağlılık değil, bağlılıkta kendini ortaya koymak, kendinden zuhur vardır. Zaten kulluğun özünde de bu oluş vardır. “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” mevzuunu, kendi aklını putlaştırmak olarak da görebiliriz ve kurtarıcı fikrin peşine düşmeliyiz. Ve kurtarıcı fikri bulduktan sonra rahat olmamak, kendi aklını her zaman aşmak gerek. “Kendini bilen Rabb’ini bildi” ölçüsü...
Bir hadiste insanı helak eden üç şeyden biri olarak, “kendi görüşünü beğenme ve onunla kalma” olarak işaret ediliyor.
Hep yeniden oluş; iman ve tekâmülün mânâsı. Çünkü “Var olmak ‘oluş’ta kendini idrak etmektir.” (S. Mirzabeyoğlu - Kültür Davamız) Varlık ve oluş, biri olmadan diğeri olmuyor. Demek ki oluş içinde değilsek var değiliz, ölüyüz.
Müteâl (aşkın) bir varlığa bağlanmayan, kendi aklını ve nefsini putlaştırıyor demektir. Zaten bir toplum içinde yaşamak için beğenilecek bir düzen şart… Müteâl varlığı seviyesine indirmek de aynıdır. Mezhebsizlik cereyanı ise, herkes aklını ölçü aldığından, kolay yayılmaktadır. Ama neticesi çıkmazdır. İlahî nizama tâbi olmayanlar, kul yapımı nizama tâbi olurlar; bu kaçınılmazdır. Ya o, ya o… Batı sistemleri buna misaldir. Bizde de İslâm’a muhatap anlayış olmayınca gerek İslâmî etiketli gerek gayri İslâmî birçok yol zuhur etmiştir. Bağlanmaya karşıdırlar ama kendi kafalarına uyanlara bağlanmaktan da geri durmazlar.
İslâm’da bağlanmanın hakikati Allah ve Resûlü’ne ve O’nun varislerinedir. Kula bağlılık Allah yoluna vasıta olduğundan yoksa kendisi gaye değil, zaten kul ölümlüdür. Bağlılıkta ölçümüz ise şu; “Kim pazarlıksız olarak Allah ve Resûlü davasını gösteriyorsa o liderimizdir”. Kerâmet ve harikalar bağlanmak için ölçü değildir. Bağlanmanın şartı da nisbetini kurmaktır, anlayış ve aksiyon sahibi olmaktır. Has ve hususî bir nisbet sahibi olmak lazım… Nefs tezkiyesinden sonra iş aksiyona taalluk edeceği için, yol gösterici liderin cemiyet inşacısı olarak müçtehid veya mütefekkir rolünde olması gerekiyor ki, İslâm cemiyeti yoğrulabilsin, bunun fikir ve metodu olsun; ona göre oluş, iş ve hareket tecelli etsin. Tesbih, zikir vs. tamam ama insan ve toplum ilişkileri, teşkilat ve yapılanmamız nasıl olacak? Çünkü dış oluşa hitap etmeyen iç oluş bir müddet sonra sönmeye mahkûmdur. Zahirde tecelli edenlerin batından beslenmesi de şarttır. Erdiren fikir, erdiren zikir…
İçi boş kalabalıklar misâli cemaat, tarikat ve gruplar değil, İslâm potasında erirken zatıyla hareketli müminler topluluğu olmak: Kendi görüşünden ibaret kalmayan, kendini ve cemiyetini aşan. Müridimiz ve muradımız şudur; vasıtamız İslâm’a Muhatap Anlayış ve bunun sembol şahsı, metod ve nefs tezkiyemiz ise kendinden zuhur diyalektiği.
Avam ve havasın müridliğinin de farklı olacağını belirtelim, çünkü şuur seviyesinin her değişiminde gerçeklik seviyesi de değişiyor. Sıradan varoluş ile yüksek bir varoluş çilesi arasındaki fark. Oluş yolunun zorluklarını sıçrama kılma veya çilesiz-rizikosuz derviş veya ulemâlığa meyletme farkı da diyebiliriz. Bağlılıkta kendini ortaya koyma, şahsiyet davasıdır. Çilesiz-rizikosuz müridlikle erilemeyeceği açıktır.
İnsan vasıtaya muhtaç, hocasız hiçbir şey öğrenilmiyor. “Vesileye yapışınız” ölçüsü malûm. “Vesile-vasıta” kelimesinin mânâsı umumîdir. İlim, irfan ve ahlâk davası da kâmil bir şeyhe bağlanmayı (rabıtayı) gerekli kılar. İşin derinlikli mânâsı budur. Taptuk Emre’nin Yunus Emre’yi, Akşemsettin’in Fatih’i, Seyyid Abdülhakîm Arvasî’nin Necip Fazıl’ı eğitip cemiyet meydanına sürmesi gibi; bir vasıta, bir rabıta... Öyle ki bazı büyüklerin ruhaniyeti öldükten sonra da faydaya eriştirir. Zaten mü’min ölmez. Bu mânâyı hayatında herkes bir nebze hissetmiştir.
Tasavvufun hakikati hâl iken, bazı tarikatlar müridlikte şekilde kalıyor. Fakat şekilde bile olsa nisbî bir fayda sağlanıyor. Bâtın derinliklerinde ve gizli ruh iklimlerinde neler olduğunu ve hangi şeyhin hangi müridi yetiştirdiğini bilemeyiz. Onlar da bunun reklamını yapmazlar.
Bağlılıkta her şey şeriat ölçülerine uygun olup, kalpten kalbe tesir vardır. Aramızda cereyan eden ihlaslı bir ilişkide bile mü’minin mü’mini etkilemesi söz konusudur. Tasavvuf bunun sistemli halidir ve ehil ellerde olur ancak. Bir bakış, bir söz bile insanı oldurur, ruhunda şimşekler çaktırır.
Şunu hassaten belirtelim ki, sahih bir hoca, lider, şeyh veya fikirlerimizin nisbeti bir mihrak yoksa sadece kendi aklımızla haraptır. Yol gösterici diye ortalığa düşen fakat ehil olmayan ellerde felakete düşeriz. Kendi kuru aklımızla ise dıştan gelen cereyanlara karşı savrulur gideriz. Pusulasız yol alınamaz. Her şey çıplak gözle görülecek kadar açık değildir. Bilakis nisbeti ve mihrakı olmayan ve inançsız insanlar tarafından fikirler karıştırılır, yanlış yorumlanır ve böylece kafalar bulandırılır ve hâdiste işaretlendiği üzere “mü’min olarak sabaha erer, akşama kâfir olur; mü’min olarak akşama erer, sabaha kâfir çıkar” uyarısı söz konusu olabilir.
Hazreti Ebubekir o kadar kuvvetli rabıta yapıyordu ki, Allah Resûlü’nün sûreti ihtiyaç görürken bile ondan ayrılmıyordu. Bu hususu şikâyet olarak Resûl’e de söylemişti. Rabıta, sadıklarla beraber olmayı emreden ayete uymaktadır ve şekil işi değil, ruh işidir. Esnerken Allah’ı anmak ile her hâl ve davranışında Allah dâvâsı şuurunda olmak farkı gibi. Ermeden ermiş gibi yapmak yerine (ortalık şeyh ve mürid enflasyonundan geçilmiyor) gerçek oluş yolunda, fikir rabıtası ile aksiyon ve sanatta ilerlemeliyiz. Aslında dervişlik de müridlik de budur. Tasavvufun yüksek mânâlarını basite indirmeyelim, basitliğimizi bilerek tekâmül (çile-sabır, eğitim ve cihad) yolunda yürüyelim. Olduğumuz yerde saymak değil, müridlik kılığında nefsânî rahat aramak hiç değil.
Baran Dergisi 508. Sayı
06.10.2016