Bugün “Orta ve Batı Avrupa” derken kastettiğimiz coğrafyada meskûn insanların kahir ekseriyetini oluşturan milletlerin atası “Cermenler”dir. Fransızların atası olan Franklar, İngilizlerin atası olan Angl, Sakson ve Normanlar, İspanya ve Portekiz’de yaşayan ciddi bir miktarda nüfusun atası olan Gotlar, Kuzey İtalya ve Güney İsviçre’de yaşayan İtalyanların atası Lombardlar, vs. hepsi Cermen idi. Almanları artık saymıyoruz bile. Finler hariç tüm İskandinav halkları da ortak Cermen atalardan gelmişlerdir. Kısacası bugün Batı medeniyetini oluşturan milletler (İngilizler, Fransızlar, Almanlar, İskandinavyalılar, vs) Cermen asıllıdırlar.
Cermenlerin MÖ 10. Asırda Kuzey Avrupa’da yaşadıkları bilinse de, buraya nereden geldiklerine dair kesin bir malumat yoktur. İşin doğrusu “Cermen” ismi üzerinde de bir mutabakat bulunmamaktadır, çünkü bu kavimlerin her biri kendilerine münhasır bir ismi haizdi ve hiçbir zaman ortak bir isim altında toplanmamışlardı. 18. ve 19. Asırlarda bu kavimlerin yekûnuna bu ortak adı verme yönünde bir temayül ortaya çıkmıştır. Aynı şey Cermenlerin kendisinden koparak geldiğine inanılan Hintli “Aryan” kavmi için de geçerlidir; bu kavim ile Cermenler arasına bir bağ olduğu iddiası, 19. Asrın ikinci yarısında ciddi bir taraftar toplamıştır. O tarihten önce Avrupa’da böylesi bir kanaatin olduğuna dair bir emare yoktur.
Cermenler, dil olarak “Hint-Avrupa” dil ailesine bağlıdırlar. Buradan hareketle bu kavimlerin, benzeri diğerleri gibi, Kuzey Batı Hindistan’dan dünyaya yayıldıkları farz edilmektedir. Kimilerine göre Orta Asya, kimilerine göre İran güzergâhını izleyerek Avrupa’ya intikal etmişleridir. Bu görüşlerden Orta Asya güzergâhı daha doğruymuş gibi gözükmektedir, çünkü Anadolu’ya Cermen kavimlerin Trakya üzerinden geldiğine dair dil araştırmalarından elde edilmiş kanıtlar bulunmaktadır. Diğer bazılarına göre, İran-Kafkasya rotasını izlemiş olmalılar. Ancak nihayetinde yine dil mukayesesi üzerine çalışan bazı araştırmacılar, Cermenler ile kadim Türk kavimlerinin temas ettiklerini ve, mesela, en önemli tanrıları olan “Odin-Wotan”ın Türkçe ateş anlamına gelen “od” kelimesi ile bağı bulunduğunu, yine tanrı “Thor” isminin kadim Türk dilleriyle alakası bulunduğunu iddia etmektedirler. Yani Orta Asya-Ukrayna ve Rus stepleri üzerinden İskandinavya ve Kuzey Almanya hattı daha doğru gözükmektedir.
Bu kaynak ve göç hattı meselesi, Cermenlerin aslında başlangıçta kültür olarak Hint ve Orta Asya kavimlerine benzediğine, onlarla kurumsal anlamda alış verişte bulunmasının da normal ve mukadder olduğuna işaret etmesi dolayısıyla mühimdir. Hintli, İranlı ve Türk kavimlerinde rastladığımız bazı kurumların mevcudiyetini Cermenlerde görmek bu yüzden şaşırtıcı olmayacaktır. Ama diğer taraftan Cermen topluluklarla alakalı enteresan bir durum da vardır: Hintli kavimler, göçebe bir hayat yaşamadıklarına ve ziraatle uğraştıklarına göre, onlarla akraba olduğu düşünülen bu toplulukların niçin seyyar bir hayatı tercih ettikleri bir muammadır. Belki de bazı göç nazariyelerinde iddia edilen bu kavimlerin hepsinin aslında Orta Asya’da meskûn oldukları, arkasından yaşanan büyük kuraklık ile beraber muhtelif yönlere dağıldıkları tezi doğrudur. Mesela Doğu Türkistan-Çin sınırında yapılan bazı arkeolojik kazılarda Cermenlerle benzer fizyolojiye sahib cesetlerin gömülü olduğu mezarlar bulunmuştur. İnsanlık tarihi, bugün Batılılar tarafından, onların bakış açılarına ve dünya algılarına uygun bir şekilde oluşturulmaktadır ve bu tarihte, tarihin gerçek yapıcısı Peygamberlere yer yoktur. Bundan dolayı da bu ve benzeri birçok husus, geçmiş hadiselere yeni bir gözle bakıp değerlendirecek gerçek tarihçileri beklemektedir. Çözülmesi gerekenler sadece muammalar değil, çok bildik sanılan hadiselerdir de aynı zamanda…
Cermenler, göçer ve yarı-göçer topluluklar halinde yaşadıklarından, dayanışma duyguları gelişmişti ve kabilelerin ana geçim kaynağı hayvancılık ve yağmaydı. Hayvancılığın gereği olarak geniş otlaklara ihtiyaç duymaktaydılar; muhtemelen bu sebepten Ukrayna ve Rus steplerinde uzunca bir süre kalmış olmalılar. Fakat yine bilinmeyen bir sebeble, belki kendileri de hayvanlarını beslemek için geniş otlaklara muhtaç Doğu’dan gelen daha kalabalık ve daha kuvvetli bir topluluğun saldırısı neticesinde Batı’ya doğru sürüldüler. Ancak burada ilginç bir nokta ile karşılaşmaktayız: MÖ 1000’lerde tarih sahnesinde boy gösteren Cermenler ile hayvancılığa öyle pek uygun olmayan İskandinavya ve Danimarka’da karşılaşmaktayız. Bu normal bir göçebe topluluk itiyadı değildir. Artık Cermenlerin geçim kaynağının hayvancılık değil, denizcilik ve çapul olduğunu görmekteyiz. Ukrayna steplerinden İskandinavya’nın soğuk iklimine geçişlerini Avrupa’nın o zamanlar tamamına dağılmış bir şekilde yaşayan “Kelt” veya “Galat” topluluklarla mücadelelerinde aramak lazım. Doğudan itildiler, Batı ve Güney’de baş edemedikleri toplumlarla karşılaştılar ve nihayet sahibsiz Kuzey topraklarına yerleştiler. Bu esnada göçebe toplulukların savaşçı ve dolayısıyla yağmacı özelliklerini muhafaza ederken, kendilerine göre yerleşik bir topluluk da oluşturdular.
Bu dönemin Cermen halkların kimyasında müthiş dönüşümler getirdiğini, belli bazı hususiyetlerini muhafaza etseler de tanrı panteonlarından kurumsal yapılarına kadar birçok hususta değişimlere yol açtığını rahatlıkla ifade edebiliriz. İlk geldikleri Ukrayna steplerine göre daha karanlık ve soğuk kışların hâkim olduğu bu coğrafyada Cermenler, daha savaşçı bir halk haline geldiler. Keltlerin Cermenleri tanımlamakta kullandıkları “Deutsch” kelimesinin gürültücü, kaba ve yağmacı anlamlarına bakınca bu kavmin o zamanki halini bir miktar tahayyül edebiliriz. Almanya, bir devlet olarak halen kendisini Keltçe kökenli bu isimle tanımlamayı sürdürmektedir: “Deutschland”.
MÖ 1000’den itibaren Cermenler, bulundukları topraklardan Güney, Batı ve Doğu istikametlerinde yayılmaya başladılar. Cermen kavimlerin lisan ve kültür olarak ayrışmaya başladıkları dönem işte bu zamanlardır. Tabii bu yayılma, bu bölgelerde meskûn Keltler aleyhine gelişmekteydi. İbni Haldun, “Mukaddime”sinde göçebe topluluklarla alakalı çok güzel bir tesbit yapmaktadır. Ona göre göçebe ve yerleşik toplumlar arasında sürekli bir çevrim vardır ve bu çevrim daima yerleşik toplumlar aleyhine işler. Dayanışmaları ve savaşçılıkları güçlü göçebe kavimler, yerleşik toplulukları alt eder ve onların yerini alarak yerleşik toplum haline gelirler. Akabinde yeni bir göçebe topluluk gelerek yerleşik hayata geçip savaşçı kabiliyetlerini yitiren bu eski göçebeleri boyunduruk altına alır ve bu böyle sürüp gider. Cermenler de Keltleri yerlerinden yurtlarından edip sürmüşler ve peyderpey bütün Orta ve Batı Avrupa’yı ele geçirmişlerdir. Bu gün Keltlerin bakiyelerine Batı Avrupa’nın bazı bölgelerinde rastlanmaktadır ve sadece İrlanda’da bir devletleri mevcuttur.
Cermen topluluklar, başlangıçta, göçebelikten gelen bir alışkanlıkla, geniş ziraî alanlarda ve meralarda özel mülkiyeti tanımamaktaydılar. Buralarda ya her bir köy topluca üretim yapmaktaydı veyahut da işletme hakkı bir sıraya bağlanmıştı. Yine içtimaî dayanışmanın bir göstergesi olarak müstakil orduları bulunmamaktaydı. Kabilenin her bir ferdi askerdi ve gerektiğinde savaşmakla mükellefti. Aslında savaş zamanları haricinde kabileleri idare eden bir kralları da bulunmamaktaydı. Bu bir nebze konfederatif yapı, Orta Asya kavimlerinde de görülür.
Dayanışma ve tabii bunun tabii neticesi muhtaçlara yardım meselesinin, insanda gizli müsbet hasletlerin İlahî bir müdahale marifetiyle açığa çıkarıldığı tezini, yazımızın başından beri işlemekteyiz. Aslında insanların bir “dil” ve “medeniyet”e sahib bulunmaları bile, ki bu tüm insanlarda fizyolojik özellikler haricindeki en önemli iki ortak noktadır, tek başına İbda Fikriyatı’nın “Peygamberler olmasaydı, medeniyet olmazdı; insanlık olmazdı ki” tezini ispatlamaktadır ve işin doğrusu davamızın başka hiçbir delile ihtiyacı yoktur; tabii gören göz için… İlahî müdahalenin kendileriyle yapıldığı “peygamberler”, insanlık için bir “çıpa”, bir “sabit” vazifesi görmüşlerdir.
İnsan topluluklarının tarih boyunca sürekli bir dönüşümden geçtiğini, ama buna rağmen temel özelliklerini koruduklarını görmekteyiz. Bunun materyalizm ile izahı mümkün değildir. Uzun bir izaha girmeden sadece şunu söylemekle yetinelim: Materyalizmin “amentü”sü içine girmiş evrim faraziyesi, ferdin mutlak hayatta kalma içgüdüsünün bütün evrim sürecinin motoru olduğu tezini işlerken, ferdlerin gruplaşarak topluluk oluşturmasını ve gerektiğinde bu topluluğun ferd aleyhine çalışmasını izah edememektedir. Sadece insanlarda değil, hayvanlar için de bu izahsızlık hali devam etmektedir ve aşılacak gibi görülmemektedir.
Mevzumuza dönecek olursak; cemiyetler, birbirlerinden alış verişlerde bulunurlar ve birbirlerinden coğrafya ve zaman olarak çok farklı toplulukların benzer hususiyetler arz ettiğine şahid oluruz. Aralarında fizikî temas olmaksızın bu durumun mümkün olamayacağı doğrudur, ancak her şeyi izah edememektedir. Mesela, hemen her toplulukta bir “baş tanrı” ve onun çocukları diyebileceğimiz ortakları mevcuttur. Bu “baş tanrı”, aslında muktedir tanrıdır ve diğerlerine amiyane tabirle müsamaha göstermektedir. İsterse onların güçlerini sınırlandırabilir. Bu tür bir inanış, tüm insan toplulukları arasında neredeyse şaşmaz bir kuraldır. Tarihî seyrine aşina olduğumuzdan Hıristiyanlığın tevhid akidesinden yola çıkıp nasıl kısa bir zamanda yozlaştığını bilmekteyiz. Göz göre göre gerçekleşen bu sapmanın benzerlerine İslâm’da da teşebbüs olunmuştu, ancak akametle neticelendiler. Hülasa, cehd ve dirayet gerektiren tevhid yerine, şeytanî iğvâ ve bazı “şeytanî tezahürlerle” çok tanrıcılığa eviriliş, belki de bize bir ders mahiyetinde önümüzde durmaktadır. Aslolan tevhiddir, bazı Batılı araştırmacıların yersiz bir tümevarım sonucu iddia ettikleri gibi putperestlik değil.
Bunun gibi, birçok cemiyette insanların görünüşte kendi menfaatleri hilafına başkaları için yardım yapmaya sevk eden kurumların varlığına şahid olmaktayız. Zirvesini İslâm’da vakıf müessesiyle bulan bu tür kurumlar, iptidaî biçimlerde olsa da, Cermenler arasında da mevcuddu. Belki başka topluluklarda gördüklerini uyguladılar veya belki de bir peygamber vasıtasıyla öğretildiler. Ne olursa olsun, belli şartlar yerine geldiğinde yardım temin etmekteydiler. Ancak, Cermenler arasında büyük miktarlarda özel mülkiyet olmadığından, bunların başlangıçta bir nevi “kabile fonu” gibi çalıştığını ve şu veya bu sebeble erzak ve barınma ihtiyacı duyan kişilere, akrabalarından başlamak üzere yardım temini esasına dayandığını söyleyebiliriz. Bu diğer göçebe kavimlerdeki gibi yeri geldiğinde zorunlu bir yardım halini almaktaydı. Cermenler, yine göçerlikten gelme bir özellik olarak, birçok konuda kabile içinde ortak hareket etme alışkanlığı geliştirdiklerinden ve faal bir devlet fikrine aşina olmadıklarından, sorunlarını imece usulü ile çözme itiyadındaydılar. Bu vaziyet, Cermenler Keltlerin topraklarını işgal edip kentlerde oturmaya başlayınca değişmiştir. Yerleşik hayat, bütün kurumlarıyla bir devletin tesisini de beraberinde getirmiş ve şahıslara ait yardım tesislerinin de yavaş yavaş ortaya çıkışına zemin hazırlamıştır.
Cermen halklar arasında, bulundukları coğrafya ve temas ettikleri diğer kavimlerin kimliğine göre farklılıklar baş göstermiştir. Franklar, Latin tesiri altına girerlerken, Doğu’daki Gotlar, saha çatışmasına girdikleri Slavlardan ve o zamanki arkaik Slavcadan etkilenmişlerdir. Tabii aynı şey Slavlar için de denebilir. Ancak Cermen kavimleri arasındaki ortak özellikler, farklılıklardan daha fazladır.
Mevzumuza gelecek sayı devam edeceğiz.
Baran Dergisi 445. Sayı