Hemen hemen mütecanis/homojen bir yapıya sahib Doğu Asya ülkelerinin milliyetçilik asabiyesiyle örgütlenip, dinamik bir kalkınma gerçekleştirmesinin sâiki olan birliğe, gerçek ideal etrafında teşekkül edecek birliğin bir “çıkartması”, bir taklidi gözüyle bakmak lazım. Ama ne olursa olsun bunun da bir hakikati var ve bu ülkeler, içinde şu veya bu tarzda ihlasın –ki en temel ruhî hasletlerdendir- bulunduğu bir oluşumun nerelere kadar varabileceğine iyi birer örnekler. Bizim de ülke olarak iktisadî sahada gerçekleştirebileceklerimiz açısından ufuk açıcı tecrübeler. Kısa da olsa münhasıran ele almamızın sebebi bu.

Mütecanis bir cemiyet, Hitler’in hedefiydi; her bir ferdinin hem maddeten hem manen “benzer” olduğu bir cemiyet peşindeydi Hitler… Lakin Avrupa tarihi, Batılıların içtimaî yapılarının zaten bu yönde çalıştığını isbatlamaktadır. Etnik ve dinî azınlıklar daima yok edilmeye çalışılmıştır Batı toplumunda; tek tipçidirler ve bu durum aslında halen tüm canlılığını korumaktadır. Bizim gibi, yani tek tipçi olmayan, farklı etnik ve dinî kimliklere sahib milletlerin bir ulus devlet çatısı altında zorla bir araya getirilmeye çalışıldığı ülkelerde ise homojen bir yapı oluşturulamadığı gibi, var olan “hâkim din mütecanisiyeti” de etkisiz hale getirilmiştir. Elbette herkesin ya da en azından cemiyetin kahir ekseriyetinin kendini ait hissedeceği bir üst kimliğin şart olduğunun artık anlaşıldığını varsayıyoruz; o kimliğin mahiyeti ikinci plandadır, önemli olan mevcudiyetidir.

Gelelim müşahhas olarak konumuza… Bir Japon (veya Koreli, Tayvanlı, vs.), ister işçi olsun isterse patron, öncelikle ülkesine hizmet etmekle mükelleftir. Halkın ferdî tercihleri, ülkenin menfaati yanında ikinci planda kalır.* Esas olan ülkenin kalkınmasıdır ve muhtelif sahalarda faaliyet göstermek üzere kurulmuş firmalar burada “muvazzaf milis güçler” gibi davranırlar. Ülke içinde üretim kapasitesi ve satış yelpazesi, benzeri malları (mesela elektronik) üreten firmaların yok olmasını değil de sanki bir lonca gibi, sürekli belli bir kalite seviyesini muhafaza etmeyi hedeflemektedir. Sermaye dağılımının belli ellerde toplanmasını engellemeye matuf adı resmen konmamış kurallar vardır. Araba, elektronik, ağır iş makinası, ev eşyası, vb. üreten onlarca firma vardır ve bunların sermaye birikimi ve tecrübesi, ülke içinde ihtiyaç fazlası haline geldikçe, Japonya’nın menfaatleri için ülke dışına aktarılmaktadır. Bu aktarımda “Sogo Soşa” ismi verilen ticarî şirketler öncü rol oynamakta ve aşırı büyüyen sermaye fazlasının ülke içinde kalıp bir nevî “boğucu” tesir oluşturmasını engellemek adına yurtdışına yayılışını yönetmektedir. Sermayenin bu şekilde aktarımında iç dengelerin yanı sıra Japonya’nın ülke olarak siyasî menfaatleri azamî raddeye çıkarmayı ve siyasî hedeflerini gerçekleştirmeyi amaçladığı da aşikârdır. Bu siyasî hedeflerin en başında, Japonya’nın 2. Dünya Savaşı’nda başaramadığı “Japon hâkimiyeti”nin yer aldığı açıktır. Japonların bu ideallerini gerçekleştirip gerçekleştiremediği veya gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği burada mevzuumuz değil. Asıl mevzuumuz, belli bir ideal etrafında (Japon asabiyesi) bir ülkenin, devletin görünen veya görünmeyen güdümünde organize bir şekilde hareket etmesidir.

Japonya’da (ve onunyolundan giden diğer Doğu Asya ülkelerinde) firmalar arasında rekabetten ziyade bir dayanışma münasebeti vardır. Girişimcilerin yatırım yapacağı sahalar onların keyfine bırakılmamaktadır. Üretimin ana firmalar tarafından yan firmalara doğru aktarılması, ana firmanın organizatör bir konum alması beklenmektedir. Bu muhayyer değil, mecburidir. Giovanni Arrighi, bu üretim sistemine “çok katlı taşeron sistemi” demektedir. Doğu Asya örneklerinde firmaların birbiriyle yıkıcı bir rekabet içinde olması istenmez ve ortaklık yapıları da zaten buna göre düzenlenmiştir. Sogo Soşa isimli ticarî firmalar hem ülke içi, hem de ülke dışı yatırımların ortaklarıdır. Bu noktada asıl rakibin, yani ürünlerin kalitesini artırıp maliyeti ucuzlatma yönünde üreticileri teşvik edenin son tahlilde devlet olduğu görülmektedir. Milliyetçilik ile içiçe geçmiş dinî bir telakkiden müteşekkil millî ruh ve müteâl mihverinde ülke için çalışan bu çeşit bir örgütlenmenin neticesi ise ortadadır. Bu minvalde çalışmak istemeyen bir firma, bu sistemden yararlanamaz ve büyüyemez.

Ayrıca bir işletmede çalışmaya başlayan işçiler umumiyetle aynı yerden emekli olmaktadır. Yalnız firmaların kârları değil, işçi ve emeklilerin birikimleri de ticarî örgütlerin kontrolündeki muhtelif fonlar tarafından yurtdışındaki hisse senedleri, tahviller veya yatırımlara aktarılmaktadır. Bu fonlar, Japon sermayesinin önemli bir kısmını teşkil etmektedir. Aynı durumun Kore ve Tayvan için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz; ancak bu ülkelerdeki kalkınmanın fitilini ateşleyenin Japon firmaları olduğunun da unutulmaması gerekir. Dikkat edilirse, bu ülkelerdeki sermaye ve emek, esasta tek bir maksada yöneltilmiştir: Ülkenin güçlenmesi. Bütün bir ülkedeki üretim, tek bir firma gibi hareket edecek şekilde organize edilmiştir. Böylesi bir kalkınma modelinin kaçınılmaz sonuçlarından en önemlisi, ülkede doğan hasılanın dengeli bir şekilde tevzîidir; zira sistem inandırıcılığını korumak zorundadır. 

Bu arada bahsettiğimiz ülkelerin yanı sıra bilhassa Japonya’da devletin açtığı ihaleler liyakat esası üzerinden dağıtılır ve tufeyli bir müteahhit zümrenin türemesine asla izin verilmez. Alınan ihaleler de aynı mekanizma içinde ve uzmanlaşmaya göre taşere edilir. Rantiyenin bizimle mukayese edilemeyecek kadar önemsiz olduğunu eklemek lazım. Firmaların temel gayesi sınaî yatırım ve üretim gerçekleştirmektir.

Elbette bu sistemin kusursuz bir makine gibi çalıştığını, hele son 20 yıl için iddia etmiyorum. Bu tarz bir örgütlenmenin bu ülkelerin hızlı kalkınma sürecine girdiği 1960-1990 yılları arası süreçte özellikle varit olduğunu söylüyorum. Öylesine bir insanî ve maddî bir birikim gerçekleştirdiler ki bu dönemde, halen bunun semeresini yemektedirler. Bu hususun altını özellikle çizmekte fayda var; zira Batı’nın şu anda yaşadığı seküler ahlâk krizine bu memleketler de girmiş bulunmaktadırlar. Konformizm ve sekülerizm (hayatı parçalara ayırıp bu parçaları birbiriyle irtibatsızlaştırma) bu ülkelerde hızla neşvünema buluyor ve bu temayülü telafi edebilecek bir akideye de sahip değiller. Yani gelişme iyi ama neticesi, eğer İslâm olmazsa, her daim akamet…

ABD’nin 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde Japonya’ya ve diğer Asya Kaplanları’nın gelişimine önemli miktarda yardımda bulunduğu doğrudur. Bu ülkelere yönelik ithalat rejimine kolaylık sağlayarak yapmıştır en çok da bunu. Bu desteğin şimdi burada ayrıntılarına girmek istemediğim muhtelif sebebleri var. Lakin bu ülkelerin gelişimini yukarıda zikrettiğim hususları göz önüne almadan sadece Amerikan desteğine bağlamak son derece yanlıştır. Eğer koordinasyon içinde çalışan, tüm kesimleriyle vatansever bir halk olmazsa, kim hangi desteği verirse versin, boştur.** 

Bizim gibi ülkeler için basmakalıp iktisadî bir söz var: “Gelişmeyi sağlayacak gerekli yatırımlar için yeterli sermaye yok; o yüzden hariçten gelecek sermayeye muhtacız.” Geçen birkaç yazımda işaret ettiğim bir husus vardı: Üniversitelerin iktisad fakültelerinde verilen eğitim iktisad teknisyenleri yetiştirmek üzere kurgulanmıştır ve meselenin fikrî cihetinin yüzüne kimse bakmamaktadır. Bu tür eğitimle öğrencilerin zihin dünyaları öyle şekillendiriliyor ki, Üstad’ın deyişiyle, ezbere kuru bilgiden öte bir donanıma sahib olamıyorlar. Sermaye, bu okullarda öğretilen kalıplara göre, toprak ve emek dışındaki mal, para ve tesis cinsinden müşahhas birikimdir. Hâlbuki bunlar, ülkedeki sermayenin ancak bir kısmını teşkil eder. İktisad kitablarında, belki de sırf bir iki cümle ile dahi olsa hakikati söylemiş olma adına zikredilen şudur: “Bir memleketin asıl sermayesi, çalışma azmiyle dolu yetişmiş insan gücüdür.” Eğer arzu olursa, etrafında kenetlenecek bir mefkûre, bir fikir olursa, sair sermaye birikimleri tâlî ehemmiyeti haizdirler. Dava, bunları yekvücut yapabilecek bir fikir birliğinin ve o fikre dayanan adaletli bir nizamın tesis olunmasıdır. 2. Dünya Savaşı sonrası Almanya ve Japonya, 1950 Kore Savaşı sonrası Güney Kore, bu dediğimin batıl tarafından da olsa en güzel misalleri olarak karşımızda durmaktadır.

Tekrarlamak istiyorum: Bir ülkenin en büyük sermayesi, onun yekvücut olmuş azimli halkıdır. Bir rejim bunu sağladığı kadar ayakta kalabilir. 
 
*Elbette çizdiğimiz bu manzara, bilhassa büyük travmadan, 2. Dünya savaşından sonra yaşanan toparlanma sürecindeki tempolu kalkınma dönemi için varittir ve bir iddia değil, vakıadır
**Burada kilit önemde gördüğüm ve bir ara etraflıca işlemeyi düşündüğüm bir hususa işaret etmek istiyorum. Doğu Asya ülkelerini, Türkiye gibi Müslüman ülkelerden ayıran hayatî bir fark vardır: Onlarda tepeden aşağıya doğru ve eğitim seviyesi arttıkça yabancılaşıp hainleşen, üzerinde yaşadığı topraklarla kalben bir bağı kalmamış, Avrupa veya Kuzey Amerika ülkelerinde yaşamak için yanıp tutuşan bir “okumuş” kesim yok denecek kadar azdır. Bu nokta öylesine önemlidir ki, hem Avrupa ve Kuzey Amerika halklarının, hem de bizim memleketlerin ahalisinin sosyo-psikolojik durumunu izah ediverir. Bir Avrupalının veya Amerikalının kendi ülkesine kazık attıktan sonra tası tarağı toplayıp gideceği bir yer “yoktur”. Tabii Mars’ta veya başka bir gezegende insan yerleşimleri kurulmadıysa. Şaka bir tarafa, bizim okumuşlar veya parsacıların (bunlara “Beyaz Türkler” diyebiliriz) bir ayağı bu gâvur ülkelerindedir; çocuklarını oralarda doğurmaya bakar ve en ufak bir sarsıntıda kirişi kırıp oralara temelli yerleşme planı yapar. Diğer taraftan bunlara öykünen, aslen “Kara”, sonradan olma Beyaz Türklerin de yatıp kalkıp hayalini kurdukları bir an önce “gavuristana” kapağı atmaktır. Özellikle üniversite gençliği arasında bu hastalık yaygın durumda. Burada her tür vergi kaçırma işini, kanun nizam tanımama ve kurallara uymama salahiyetini kendinde gören bu kalben ve zihnen yabancılaşmış kesim, hayalini kurdukları ülkeye gittiklerinde –biraz abartarak söylüyorum- uyup uymama konusunda muhayyer oldukları kurallara bile harfiyen riayet ederler. Bir tarafta, üzerinde yaşayan insanların ne olursa olsun kalıp kendisi için mücadele edeceği, gidebilecekleri başka bir yer olmayan, o yüzden onun iyiliğini kendi iyiliklerinin üzerinde telakki ettiği bir ülke; diğer tarafta ise bilhassa güdücü, etkili ve yetkili kesmin o ülkeyi kendi vatanı olarak görmediği, saygı duymadığı, asıl vatan olarak başka memleketleri gördükleri bir ülke... Acaba bu ülkelerden hangisi gelişip serpilir?


Baran Dergisi 612. Sayı