İnsanın tabii vaziyeti topluluk hâlinde yaşamaktır. İnsan olmak topluluk içinde bulunmakla mümkün iken, topluluk da karşılığını ferdin ruhî hayatından almaktadır.
Psikolojisi ve fizyolojisi gereği insan, yalnız yaşayamayan bir varlık. Gerçi ıssız adada, dağ başında münzevi hayat süren insanların hikâyeleri anlatılır ancak, ömrünü tamamen izole bir şekilde geçirmiş bir insan var mıdır bilinmez. Diğer taraftan insan olma keyfiyetinin ÖĞRENME ile ortaya çıktığını, eğer çevresinden kendisiyle düşünme ve neticeye varma kabiliyetini kazanacağı DİL ÂLETİNİ alamazsa, sırf bedenî hususiyetlerinin insanı tabiatta uzun süre yaşatacak nitelikte olmadığını da kabul etmek lazım. Bu husus İbda Mimarı’nın koyduğu “ilk dil ilk insanla vardı; peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı” temel hükmünde izahını bulur ve ruhçuluğun en büyük delilidir. Kısacası insan, ne elleriyle bir hayvanı avlayabilir, ne daldan dala atlayabilir, ne de toprağı kazabilir. Fizyolojik açıdan tabiattaki rakiblerinin çok gerisindedir. Kişi, herhangi bir insanoğlunu diğer canlılardan ayıran “eşik değer” özelliklerini (lisanı kullanma ve muhakeme kabiliyeti) kazandıktan sonra isterse kendini tecrit edebilir, ama içinde büyüdüğü cemiyeti de kendisiyle beraber o adaya veya dağ başına taşıyacaktır. Hülasa insan, Allah’ın doğrudan terbiye ettiği örnekler hariç, ancak topluluk içinde yaşayabilen, topluluk dışında var olamayacak bir canlı türüdür diyebiliriz. Aksi, insan tarifi açısından mümkün değil. O halde insanın tabii vaziyeti topluluk hâlinde yaşamaktır. İnsan olmak topluluk içinde bulunmakla mümkün iken, topluluk da karşılığını ferdin ruhî hayatından almaktadır. Bütün bunlar bir vakıa halinde doğrudan ve sürekli yaşadığımız bedahetler ve isbata ihtiyaçları yok.
Topluluktan bahsettiğimizde ise, düzen, nizam, idare, süreklilik, kural ve benzeri birçok terim devreye girmektedir. Bir topluluğu oluşturan en önemli husus, o topluluğun her bir ferdinin gönüllü bir biçimde tâbi olacağı bir kurallar bütününe sahib bulunmaktır. Topluluğu oluşturan ferdler, kademeler halinde dizilirler; en alt kademede aile olan bu dizilimin nihayeti, duygudaş insanların birlikteliği diye tarif edebileceğimiz ve silsileten bütün alt kademeleri içinde barındıran millettir. Milleti teşkil eden ferdlerin sayısı çok mühim değildir; birkaç bin de olabilir, bir milyar da… Bir kumaşın iplikleri gibi her biri diğerini tutar ve aralarındaki bağ ne kadar kuvvetli olursa, kumaşın kuvveti de o derece artar. Nasıl bir ferd sağlıklı vaziyette kendi içinde “iki ucu birleşik kapalı bir daire” teşkil ederse, “bir ideal, ideale yönelik inanç ve bu inançtan neşet eden fikir bütünlüğü” içindeki millet de aynı şekilde kapalı bir daire oluşturur. Bir millet “kapalı dairesi”nin en önemli hususiyeti, her bir ferdin diğeriyle arasında tarifi gereği ancak manevî olabilecek bir inanç ve itimad birliğinin mevcudiyetidir. İnancın olmadığı yerde topluluktan bahsedemeyiz. İnanç, insanı tarif ederken en üste alınması gereken vasıftır.
Herhangi bir şuurlu davranışta, kişiyi o şekilde davranmaya iten saikin onun müteal varlığa duyduğu güven olduğunu fark ederiz. İnsan davranışları son derece girift ve kendi kimyasını dışa aksettirir bir mahiyet belirtmektedir. Normalde güven, tarifi icabı bilinmeyene yöneliktir ve kaynağı kişideki inanç hissidir. Güven ve inanç, insanın fizikî ve ruhî (başka bir deyişle görünen ve görünmeyen) şuurlu fiilleri demek olan aksiyonun yegâne kaynağıdır. Şu veya bu şekilde dâhil olmadıkları hiçbir insanî oluş yoktur. İbda Hikemiyatı’nın bize öğrettiği “her şey zıddıyla kaimdir” hakikati gereği, aksiyon ancak zıddıyla görünür hale gelebilir. Bu vasıfların hemen yanında, onların aksi kutbu hesabına çalışan ve insan davranışlarına yön veren bu zıddın ismi alışkanlıktır. Çoğu insan, alışkanlıkları ile yaşar. İnanç menşeili şuurlu davranışlar birer aksiyon ifadesiyken, alışkanlıkla yapılan işler enerjisiz, tasasız ve neticesiz fiiller olmanın ötesine geçememektedir. Tarih boyunca gelmiş, bir ideal davası taşımayan ve bir kişi veya kesimin nefislerini “tanrılaştırma”sının neticesi olmaktan başka bir işe yaramayan rejimler, insanların bu zafiyetini tepe tepe kullanmışlar ve idarelerinin devamı için bu zafiyeti sürekli beslemişlerdir. İnancın kaynağı ruh ve tezahürü de aksiyon iken, alışkanlıkların manevî dayanağı nefs ve tezahürü de otomatlaşmış hareketlerdir. Aksiyon cehd gerektirir ve nefsi rahatsız eder. Nefs hep alışkanlık ve konformizm peşindedir.
Yukarıda insanın mecburen toplu yaşama ihtiyacı içinde bulunduğunu, toplu yaşamanın da yine mecburen kurallar gerektirdiğini ifade ettik. İşte bu kuralların, cemiyetlerdeki genel işleyiş mekanizmasının “alışkanlıklar” oluşturmak yönünde geliştiği ve sorgulamadan itaati temin maksadı güttüğü çok açıktır. Burası “kural koyucuların” niçin bu “alıştırıp durağanlaştırma metodu”na tevessül ettikleri sorusunu sormanın tam yeri, ancak cevabı bu sorunun cevabını da içine alan çok daha geniş kapsamlı bir soru var kafamızda: “Cemiyet ve ferdin kendilerine göre yaşayacakları kuralları kim belirleyecek?” Bu soruya verilen cevaplar, tarih boyunca cemiyetlerin içtimaî ve idarî düzenini şekillendirmiştir.
Kişinin kâinatı ve kendini açıklamaya yönelik giriştiği her teşebbüs, şu veya bu şekilde bir “mutlak”ın zaruri olduğu ile neticelenmektedir. Ruhçu veya maddeci, keyfiyeti ne olursa olsun her bakış açısı, kendine göre bir mutlak tarifi yapmaktadır. Salih Mirzabeyoğlu’nun dediği gibi “herkesin bir mutlağı var; ama bizimki konuşuyor!” Maddecinin mutlağı, üzerine bütün “tanrılık” atıflarını yaptığı madde ve örtülü bir biçimde kendi “egosu” iken, ruhçununki ise nihayetinde kendine ortaklar izafe edilen durumlar olsa da Kadir-i Mutlak Allah’tır. Hülasa en inkârcısı da dâhil herkesin önünde bedahet halinde bir “Yaradan Tanrı/Mutlak Varlık” zarureti var. Bu durum, yine Mirzabeyoğlu’na göre ruhçuluğun ve dolayısıyla onun tutarlı biçimi olan “tevhid”in en büyük hücceti. Yani son hüküm olarak diyebiliyoruz ki, ferdin ve cemiyetin kendisine göre yaşayacağı kurallar bütününü tesbit hakkı, herkesin kendine göre tarif ettiği kendi “mutlak varlık”ına düşmektedir. Ancak, burada ince bir nüans noktası karşımıza çıkmaktadır. Mirzabeyoğlu’nun dediği üzere biz Müslümanların “Mutlak”ı konuşuyor ve emirlerini seçtiği kulları vasıtasıyla bize bildirmiş durumdadır. Müslümanların durumunda, geçmişte, günümüzde veya gelecekte, yapmaları gereken, Allah’ın kendilerine gönderdiklerinin aklıselim sahibi kişiler vasıtasıyla her nesil değişiminde, beşeri keyfiyeti sarsacak her olaydan sonra, velhasıl her zaman yeniden ve yeniden idrak edilip yeni bir anlayış tertibine konmasını beklemek ve o arada da her daim ebedi yurttaki hayata hazırlanmaktan ibarettir. “Allah bes, baki heves” (Allah her şeye kâfidir, geri kalan boş hevesten ibarettir) sözü Müslümanların şiarıdır. Hayata bakışta “doğru-iyi-güzel” biçiminde üç temel kıstas mevcuttur ve Müslümanlar açısından doğru da, güzel de, iyi de bellidir. Bu anlayış yenileme süreci sağlıklı bir şekilde işlerse bu değer merkezlerinde Mutlak Varlık’ın bildirdiklerinden en ufak bir sapma olmaz. İnsanlar zamanla daha farklı şeyleri beğenebilir, kültür ve coğrafya temaslarından etkilenebilir vs. Değişim kaçınılmazdır, ama esas olan Mutlak Varlık ile illiyet bağının koparmamaktır; çünkü bizi yaratan, bizim için en doğrusunu bilen ve bizi Mahşer Günü’nde hesaba çekecek olan O’dur. Müslümanlarda meşruiyetin yegâne kaynağı Allah’tır. Bütün nizam, bu temel referans üzerine inşa edilir.
Müslümanlar açısından vaziyet böyleyken, geri kalanlar için ne minvaldedir acaba? Kâinatı izah için mutlak ve müteal bir varlığa ihtiyaç olduğu anlaşılıyor ve hemen herkes tarafından zımnen kabul ediliyor. Ancak iş, o mutlak ve müteal varlığın gönderdiği mutlak fikir meselesine gelince çatallanıyor. Mutlak bir fikrin, tabiatı icabı mutlak olmayanlar tarafından oluşturulamayacağı, “Mutlak Fikir”in ancak “Mutlak Varlık”tan gelebileceği düşüncesine, neticelerinden çekindiklerinden olsa gerek, Müslümanlar hariç kimse dönüp bakmak istemiyor. Hâlbuki bu mukadder bir sonuç: Bir Mutlak Varlık’ın mevcudiyeti zorunluysa, bu “Varlık”ın Aklı da mutlaktır, fikri de mutlaktır ve Kendisi tarafından yaratılmış “geçici varlıkların” akıllarına ve arzularına istinaden faaliyet göstermesi diye bir hal düşünülemez. Akıllara zarar bir şeydir bu. Ama baktığımızda, insanlar, rahatlıkla, Mutlak Varlık’ın onların arzuları istikametinde “iş görmesini”, duruma göre hadiselere karışıp, duruma göre elini ayağını çekmesini isteyebiliyorlar. Kendilerini rahatlıkla O’nun dengi, O’ndan hesap sorabilecek mevkilerde görebiliyorlar. Kendisine layık gördükleri farklı isimler adı altında (Doğa, Gizemli Enerji, Tabiat Ana vs.) –ki bu da aynı Mutlak Varlık’ı hayatın dışına atma (!) yönündeki cahilâne ve tabiî ki cesurâne teşebbüsün bir sonucudur- yaratmayı sürdürsün ve kâinatın dengesini muhafaza etsin, ama insanların işlerine burnunu sokmasın. Onlara herhangi bir ahlâkî vâzda bulunmasın. Bulunmasın ki, mutlu bir azınlık her türlü hile ve desise ile, envai çeşit ayak oyunu ile geri kalan çok büyük çoğunluğu kendine “kul” etsin. İşte burada mesele gelip gelip, bütün o kelli felli, teolojik, felsefî, siyasî ve “ilmî” hacimli kitapların ardında yatan gerçek güdüye dayanmaktadır. Kibir ve konformizmin doğurduğu seküler/dünyevî rejimler, bütün enerjilerini insanın menfî ve statik ciheti nefsten almaktadırlar. Mutlak Varlık’ın konuşmaya hakkı olmadığına göre, bunların denetim altına aldıkları cemiyetlerin ve o cemiyet içindeki ferdlerin nasıl bir hayat süreceklerini artık “mutlakları” adına konuşmaya kendini mezun gören “diğerlerine göre biraz daha eşit” hemcinsleri karar vermektedirler. Zaman zaman “metamorfoz/başkalaşım”a uğrayarak şekil değiştirse ve kendisine muhtelif isimler verse de (krallık, sosyalizm veyahut da liberal demokrasi), özü aynı kalmaktadır. Ferd ve cemiyetin neye göre ve nasıl yaşayacağını tesbit hakkını kendilerinde görmektedirler.
Totaliter-seküler rejimler, idare eden-edilen ayrımında, bu ayrımı bulanıklaştırarak insanların tepkilerini kötürümleştiren demokratik olanlara nisbetle daha berrak bir görüntü vermektedirler ve içi-dışı bir olmaları bakımından daha dürüsttürler. Bütün totaliter rejimler, kendilerine ait bir tanrı icad edip ondan mülhem bir din oluşturmakta ve idareleri altındaki halkı tatlı sert usullerle bu yeni dinin mensubu olmaya teşvik etmektedirler. Bu rejimlerde doğru, iyi ve güzel tasnifleri nettir ve herkesten bu tariflere istinaden yaşaması beklenir. Uyanlar ödüllendirilirken, uymayanlar sert bir şekilde cezalandırılır. Hâlbuki “demokrat kisveli” rejimler, bütün hünerlerini bu değer ölçütlerinin karmaşıklaştırmakta göstermektedirler. Bu anlamda, seküler rejimlerin en şeytanî olanlarıdır diyebiliriz onlar için. Bir illüzyon/ göz boyamaca rejimidirler. Cemiyeti oluşturan ferdlerin tamamen hür iradeleriyle herhangi bir hususta bir araya gelip ortak bir karar aldıkları bir yönetimin tarih boyunca varid olmadığı bir hakikattir. Salih Mirzabeyoğlu’nun “Adalet Mutlak’a” konferansında çok güzel bir şekilde ifade ettiği üzere, kararları belli menfaat çerçeveleri içerisinde birileri alır ve bu kararları ısrara dayalı ikna veyahut da sopa marifetiyle geri kalanlara onaylatır. Eski zamanlarda bu işler daha kaba bir biçimde yapılmakta iken, bilhassa son bir asırdır Batı ülkelerinde ince bir işçilikle çok daha kötücül, yani “bilimsel” bir şekilde yürütülmektedir. “Modern bir sihir” sanatıyla Batılı avam, teshir altına alınmış, düşünmekten azad edilmiş ve alışkanlıklara boğulmuştur.
“Gökler”den gönderilen dinleri hayattan tecrit ederek bir köşede uslu uslu durmasını isteyen ve onlar yerine de kendi arzularını din haline getiren dünyevî rejimler, varlıklarını idame için bugüne kadar farklı usullere başvurmuşlardır. Şöyle bir göz attığımızda, bu usullerde hedeflenenin, tebaanın fazla düşünmemesi, hatta mümkünse hiç düşünmemesi yönünde olduğu görülmektedir. Her şeyi rutinleştirmeye çalışırlarken, insanların fizikî sıkıntılardan ve onları oyalayacak işlerden uzak kalmalarını da arzulamazlar. Zamana ve zemine göre tebaayı rejime bağlama metodları farklılıklar arz etse de, özde pek değişmemiştir. Mesela 18. Asır İngiltere’sinde şu iki model revaçtaydı: Ya insanlar aç olup sürekli karınlarını doyurmaya çalışsınlar, ya ancak çok cüzi miktarlarda tasarruf edebilecek kadar kazanıp her daim bir şeyler almak için birikim yapmaya uğraşsınlar. Ayrıca onları meşgul edecek faaliyetlere de yol verilmekteydi, tabii sıkı denetim altında tutmak kaydıyla. Bu gün İngilizlerin en sevdiği mekânlardan olan “pub”lar, işte 18. Asır İngiltere’sinin proleterlerini hafta sonları eğlendirmek için kapitalistlerce icad edilmişlerdi. Çalışmayı engellemeyecek kadar sarhoş eden “bira” da yine bu devrin icadları arasındaydı.
Bugün çokça şahid olduğumuz bu yöntemlerle, farklı görünüşler altında olsa da binlerce yıl öncesinde karşılaştığımızda şaşırmıyoruz; cemiyete müthiş şekilde sirayet etmiş çeşit çeşit müsabaka, gençlik arasında yayılmış fuhuş, kumar, içki, uyuşturucu vs. her tür dimağı ezici faaliyet ile aslında kitlenin, bilhassa gençliğin düşünme kabiliyeti elinden alınmak istenmiştir. İnsanların karınlarının tok, maddî sıkıntıların çekilmediği ve bu tür meşgalelerin olmadığı cemiyetlerde ahalinin kendine uğraş olarak rejimi göreceği aşikârdır. Nisbeten rahat bir insan, ya nefsanî isteklerini tatmin ya da kendi kanaatince üstün gördüğü bir idealin peşinde olacaktır. Onlara göre eğer zihin muhtelif meşgalelerle uğraştırılmazsa, bu neticelerin ortaya çıkışı mukadderdir. Bu yüzden de her şeyi rutinleştirip dondurma ve ferdî ve içtimaî gerçek hafızayı yok etme bu rejimlerin öncelikli amacı olagelmiştir. Ortadan kaldırdıkları hafıza yerine kendilerine uygun bir tarih oluşturup yeni bir hafıza oluşturmayı hedeflerler. İşte bu yüzden kendince belli bir ideal peşinde giden tüm hareketler, gelişim aşamasında aksiyoner olurlar ve ruhunu yitirmiş alışkanlıkların karşısında bir tutum takınırlar. Ancak iktidara gelince tavırları değişiveriyor: Ya onlar da aynı rutinleştirmeye yöneliyorlar ya da baskı rejimi kuruyorlar.
Alışkanlık, kimilerine göre müsbet ve menfi yönde olmak üzere iki tür halinde tasnif olunabilir. İnsanlar, doğru davranmaya çocukluklarından itibaren “alıştırılırlar.” İnsanlar genellikle ibadetleri yapmaya, ferd ve cemiyet için gerekli belli davranış kalıplarını icraya alışkanlık kazanmaya bakarlar. Tabii tersi de mümkün; belki çok basit gibi görünecek ancak “kötü alışkanlıklar” tabiri herkesin malumudur. Bizim burada üzerinde durduğumuz husus, bir davranış kalıbı olarak alışkanlık değil, davranışı gösteren kişinin o davranışının muhakemesini yap(a)mamasıdır. Alışkanlıklar çoğunlukla içgüdü seviyesinde iş gören, şuurun çok müdahil olmadığı davranış kalıpları biçiminde tezahür etmektedirler. Ferd, yetişme çağında, belki ileri yaşlarında da bazı alışkanlıklar, belli itiyadlar edinebilir. Bu yanlış değildir. Ancak insan hayatı tamamen şuursuz diyebileceğimiz bir alışkınlık çerçevesi içinde akıp gidiyorsa, işte bu yanlıştır. Kendilerini yeryüzü tanrıları olarak telakki eden tepedekilerin arzuladıkları cemiyet, işte bu şekilde yaşayan insanlardan müteşekkil bir bünye arz edecektir. İnsanların, iyi veya kötü değer yargıları bir tarafa, üzerinde düşünmeden belli kalıplar içinde davranış göstermeleri, cemiyetlerin inkisar halinde olduğunun bir göstergesidir. Bu yönüyle alışkanlık, temel tarifi bakımından, cehdini kaybetmek, enerjisini yitirmek, ruhsuzlaşmak demektir. Dinî ibadetler bile alışkanlık kisvesi içinde yapıcı olmaktan çıkar ve insanda gerçekleştirmeleri gereken değişimi meydana getiremezler. Ruh, ferd ve cemiyetin var olma azmi ile tebarüz eder. Bir tarafıyla içtimaî psikoloji diyebileceğimiz sosyoloji, bize, karmaşa ve iktidar dönüşümü devirlerinde insan topluluklarının müthiş bir enerjiyle hareket ettiklerini, belli bir kesim idareyi ele geçirince bu enerjinin ya muhtelif şekillerde boşaltılarak veya bastırılarak yok edilmeye çalışıldığını söylemektedir.
Unutma şeytanî, hatırlama Rahmanîdir. Çünkü unutmak kendiliğindendir ve çaba gerektirmezken hatırda tutmak ciddi bir zihnî efora ihtiyaç duyar. Hiç dikkat ettiniz mi bilmiyorum, otomatlaşmış hareketler insan hafızasında bir yer işgal etmemektedir; yapıp bitirdiğimizi bile bazen fark etmeyiz. Kişi, hafızasını yokladığında, umumiyetle kendisi için yeni olan ya da hayatı açısından bir anlam taşıyan hatıralarının öne çıktığını görecektir. “Logoterapi” (Mânâ terapisi) isimli yeni bir ruhî tedavi metodu geliştiren Viktor Frankl, insanı canlı tutanın farkında olmasa da hayatının bir mânâ taşıdığına inanması olduğunu ifade etmektedir. Bu mânâ kaybolduğunda, insanlar yaşama arzularını yitirmektedirler.
Şu anlaşılmıştır ki, olağanüstü bir hadise (devrim, savaş, büyük felaket, vs.) yaşayan nesil, hayatına bu hadisenin kazandırdığı anlam ile devam etmekteyken, bir sonraki nesilde bu anlam kaybolmakta ve hemen rutinleşme baş göstermektedir. Rutini ise yozlaşma ve yıkılış takib etmektedir. İnsanlar, idare olundukları rejime ilelebet inanmamaktadırlar. Olağanüstü hadiselerin getirdiği rejim değişiklikleri en fazla iki nesilde belli bir şuur seviyesi meydana getirmekte, arkasından bu şuur kaybolmaya yüz tutmaktadır. Başlangıçta rejimin sahibleri, rejimin itiyadlarla yürümesinden ve sorgulanmamasından memnuniyet duysalar da, artan inançsızlık ve bunun tabii neticesi ahlâken ve işlevsel açıdan yozlaşma, rejimi yıkılmaya götürmektedir. Rejimi şuur çerçevesi içinde görünür kılmak için girişilen çabalar da akamete mahkûm kalmaktadır, çünkü rejime bağlılık, itiyad âlemine itilmiştir bir kere.
İslâm dışındaki seküler rejimlerin en büyük açmazı işte bu noktada boy göstermektedir. Rejimin devamı otomatlaşmış ferdlerin varlığını gerektirirken, aynı zamanda bu ferdler cemiyetin hayatiyetini kaybetmesine de yol açmaktadır. Öyle bir sistem olmalı ki, ferdlere bir “müteâl”e (aşkın/transandantal varlık) aidiyet ve bu aidiyete istinaden anlamlı hayat hissi vermeli ancak bu müteâl, rejimin denetimi altında olmalıdır. İdareciler o müteâl adına konuşma yetkisiyle donanmış bulunmalıdırlar.
Batı dünyasından beşerî bilimler diye tabir edilen psikoloji, sosyoloji, antropoloji, iktisat vs.’nin bu kadar üzerinde durulup araştırılmasının sebebi, kapitalizmin güdücülerinin bu açmazın şuurunda olmalarıdır. Önce Batılı cemiyetlerin, ardından bütün dünya milletlerinin belli kalıplar içine alınıp kim olduklarını tam olarak bilemediğimiz “yeryüzü tanrıları”nın hizmetkârları kılınması, bu bilim dallarında faaliyet gösterenlerin, belki farkında bile olmadan, öncelikli hedefleri olagelmiştir. Sözüm ona birtakım “vakıflar” marifetiyle bu sahalara milyarlarca dolar kaynak aktarılmakta, dünya ölçeğinde sürekli araştırmalar yapılmaktadır. Batılı ülkeler, hem tebaayı alışkanlık çerçevesi içinde tutacak hem de cemiyet için gerekli enerjiyi sağlayacak formülün peşindedirler. Göç ve eğitim politikalarını bu arayışla şekillendirmektedirler. Nüfusun ezici çoğunluğu alışkanlıklara havale edilir ve dinamizmden koparılırken, asgari düzeyde gerekli dinamizmi dışarıdan ithal ettiği insanlarda bulma peşindedirler. Sınaî üretim, hatta askerlik için bunlar istihdam edilirken, sanayileri “yükte hafif, pahada ağır” üretim tarzına dönmektedir. Kendileri ve dünyanın geri kalanı için elzem sınaî üretimi ise Türkiye, Hindistan, Çin gibi üçüncü dünya ülkelerine transfer etmeyi tercih etmişlerdir. Yani, bu tersine üretim transferiyle bu ülkelerde yaşayan insanların enerjilerini kullanmaktadırlar. Modern emperyalizm aslında Batı kapitalizminin bizim gibi ülkelerde yaşayan toplulukların hayat enerjilerini kendi lehlerine kullanmalarından başka bir şey değildir. Bu üçüncü dünya ülkelerinin idarecileri de bilerek ya da bilmeyerek bu “operasyonun” suç ortaklığını yapmaktadırlar. İnsanın fıtratı hilafına bir hayat tarzına bizleri zorlamakta ve ruhumuzun “iliğini kemiğini” sömürmektedirler. Son derece karmaşıklaşmış ve rafine olmuş silahlarla desteklenen fiilî emperyalizm, bu ruhî emperyalizmin garantörü olmaktan başka bir vazife üstlenmemektedir. Bize bu denklemde düşen vazife de sorgulamasız itaat ve alışkanlık cenderesi içinde posamız çıkana kadar Batı’yı beslemektir.
Aylık Dergisi 130 ve 131. Sayı, Temmuz 2018