“Adalet mülkün temelidir.” Hazret-i Ömer (RA)’a ait bu söz, her mahkemenin duvarında asılıdır, bir de “malum kişi”ye aitmiş gibi altında onun imzasıyla... Adalet bir nüve, bir tohum haline getirilebilse onu en güzel temsil edecek söz bu olurdu. Adalet mülkün, yani düzenin, nizamın, devletin temelidir. Lakin bir intihal neticesi, o bile adaletsizliğin mukabili olan “zulmün” gadrine uğramış ve adalet kelimesine en uzak bir zihniyetin remz şahsiyetine mâl edilmiş. Neyse; konumuz, Hazret-i Ömer’e ait bu hikmetin ışıldattığı, devletin ancak adalet üzerine bina olunabileceği hakikatinin iktisadda nasıl inikâs bulduğu. 

Devletin varoluş gayesi, içtimaî adalet ve huzuru temindir. Bunu sağlayan devletler varlıklarını devam ettirir, sağlayamayanlar çöker; bu bir kuraldır. “Bir devlet küfür üzere durur, zulüm üzere durmaz” şeklindeki meşhur vecize bu gerçeğe işaret eder. Bir devletin varlığını meşrulaştıran sadece hizmetleri bil hakkın yapması değildir; bunun yanı sıra devletin metafizik bir temele, madde dışında kalan bir fikre de dayanması gerekir. Milliyetçilik, dincilik, sosyalizm, ulvî âlemden seçilmiş birinin ülkeyi yönetme hakkının olması veya idare uzun bir zamandır öyle sürdüğü için geleneklere bağlılık, devletin halkın geneli tarafından kabul görmesi için misal verebileceğimiz fikirlerdendir. Devletlerin bu fikrî zemine mutabık kurumsal tertibine ve idare usulüne rejim adı verilir; rejim, devlet çerçevesine nisbetle onun diyalektiğidir diyebiliriz. Devletin üzerine oturduğu halkın inanç dünyasıyla rejim arasında bir tutarlılık olması gerekir. Ya da diğer bir ifadeyle devleti tanımlayan o ülkede meskûn halkın yerel ahlâkî telakkisi ile devletin fiilî işleyişi arasında bir bütünlük olması lazım gelir. İlla aynı düşüncede ve ahlâkî telakkide olmaları gerekir demiyorum; asgari müşterek şeklinde dahi olsa halk tarafından devletin ve rejiminin alenen ya da zımnen kabullenilmesi lazımdır. Devleti varoluş amacına uygun bir kurum haline getiren en önemli iki işleyiş sahası ise asayiş ve iktisaddır ve bunlar birbirine sıkı sıkıya bağlıdır.

İktisad, mahiyeti gereği hukuku belli bir siyasi otorite olan devlete ve tabii ki onun uyguladığı siyasete göbeğinden bağlıdır; ancak siyaset iktisadı yönetse de bu yönetim birebir emir komuta zinciri içinde değildir. Siyasetin, iktisadın fıtrattan kaynaklı hususiyetlerine mutabık olması lazımdır. İktisadı bir vincin taşıdığı büyük bir kütle, büyük bir kaya olarak düşünürsek, meseleyi daha iyi anlarız; eğer vinç o kayayı uygun bir şekilde taşımazsa düşürme, hatta kayanın kendini devirmesi tehlikesi ile karşı karşıya kalır. Elbette siyaset sadece yumuşak bir yönlendirmeden ibaret değildir; iktisadî düzenin tedavülü durumundaki ticaret hukuksuz ve dolayısıyla müeyyidesiz olmaz. 

Devletlerin içtimaî adalet ve huzuru sağlamadaki en önemli aracı, ülkede üretilen toplam geliri adil bir şekilde paylaştırmaktır. Elbette elde edilen toplam hasılanın artırılması konusu, gelir paylaşımında adaleti takib eden bir vazifedir devlet açısından. Ancak adaletin olmadığı yerde toplam hasılanın miktarını artırmak ülkeye huzur getirmez, bilakis huzurunu bozar. Bu asla unutulmaması gereken bir husustur. “Milli hasıla artsın da ne olursa olsun” demek, herkes istediğini istediği gibi yapsın demektir ki, bu da bizi Kumandan’ın “hukukun olmadığı yerde devlet değil, çete vardır” sözünün önüne çıkarır.

Çoğunluğun hak ettiğine inandığını kazandığı bir memlekette düzen sıkıntısız yürür ancak bazı kesimlerin diğerlerinin aleyhine onlarca, hatta yüzlerce kat gelir sahibi olduğu bir ülkenin başı hep ağrır.
Gelirde adalet, çalışanın, örfün belirlediği ölçekte hakkını alabilmesidir. Gelir dağılımında adaletin, çalışma merkezli tayin edildiğini söyleyebiliriz. Her tür sömürü, tufeylilik ve bunlara prim verilmesi, adalete inancı sarsar. Görüldüğü üzere hakkaniyet ve inanç hisleri birbirlerini beslerler. Sömürü ve tufeylîlik, ya çalışmadan ve hiçbir riske girmeden kazanmak ya da çalıştığı ile nisbetsiz bir kazancı uhdesine almaktır. Elbette çalışmanın keyfiyeti (zihnî, bedeni veya her ikisi birden), çalışma karşısında alınan değerlerin ölçeklendirilmesi kısmen indî, kısmen mutlaktır. Bu ölçeklendirmede de maşeri vicdanda kabul görmüş bir anlayışın esas alınması lazım gelir.

Ülke içi keskin sınıf farklarının ve bunlar arası gelir uçurumlarının mevcudiyetini gelişme ve kalkınmanın diyalektik zarureti olarak gören anlayış yanlıştır. Sınıf farklarının olmasında bir hata yok; zaten içtimaî iş bölümü kendiliğinden böyle bir ayrışmaya davetiye çıkarır. Ancak ülkenin, sınıflar arası bir rekabet etrafında değil, bütün sınıfları daha üst bir yapının parçası olduklarının şuuruna erdirecek bir mefkure etrafında birleşmesi gerekir. Sınıflar arası keskin eşitsizlik ve gelir dağılımında adaletsizlik, ülkeyi geliştiren bir diyalektik motor değildir; bilakis adaletsizliği ve zulmü kutsayan, tarihte görülmemiş bir şekilde ona değerler hiyerarşisinde müsbet bir mevki veren bir fikir madrabazlığıdır. Ayrıca bu çelişki, ülke nüfusunu son raddesinde konformizm ve sekülerizm (hayatı parçalara ayırarak her şeyi maddi işe yarama nisbeti içinde tasnif etme ve bir kutsala bağlı olmama) bataklığına iten kısır döngünün muharrik gücü olur.

Devletin ülke içi asayişi sağlamasının en mühim unsurunun iktisadî dengeyi gözetmek olduğu, bugünün iktisadçılarından belki daha fazla eski zamanların devlet idarecileri tarafından bilinmekteydi. Sürekli ifade ettiğimiz üzere İslâm devletlerinde ta en başlangıcından beri iktisad ilmi mevcuttu ve ismi “ilm-i tedbir”di. Bu durum İslâm ülkelerine de has değildir. Eski ve ilk çağ Avrupa devletleri, Çin, Japon ve Kolomb öncesi Amerikan devletleri de bu ilimden ciddi pay sahibiydiler. Bir devlet adamının iktisad ve siyaset bilgisine sahib bulunması şarttır. Vergi, mülkiyet, halkın beslenip barınması, savaş, ticaret gibi bütün başlıklar doğrudan iktisad ile alakalıdır. Düşünün ki Cengiz Han yasalarının en önemli maddeleri ticaret emniyetine dair olanlardı. 

Bu arada tekrardan zarar gelmez mantığıyla hatırlatalım ki, devlet iktisadı yoktan var edemez. İktisad, nüve ve istidad halinde cemiyetin her unsurunda mevcuttur. Ancak nasıl bir insan kitlesi bir cemiyet birimi teşkil ettiğinde siyasi otorite/devlet kendini kendiliğinden gösterir, bu nüve ve istidadların bir yekûn halinde kuvveden fiile çıkması ve yönetilmesi için devletin mevcudiyeti elzemdir. Ülkenin zenginleşmesi, istidadın azami hadde açığa çıkarılmasıyla mümkündür ve bunun yolu güvenlik ile teşkilatlanmadan geçer. Bırakın parayı bir kenara, devlet olmadan en iptidaî anlamda iki köy arasında takas iktisadı bile olmaz. Liberal kapitalizmin üfürmeleriyle zihinleri bulanmış iktisadçılarımızın devleti, dolayısıyla kamu kaynaklarını ve dolayısıyla halkı yolunacak kaz görmeye çıkan zımnî mütalaaları hakikaten utanç verici. 

İktisadçılara ve modern iktisad ilmine bu kadar yükleniyoruz ancak eleştiride de adalet lazım. İktisad ilmini kaldırıp bir kenara atalım demiyorum, sadece meselelere yanaşırken iktisadçıların zihniyetlerinin yansımalarını görüyor ve bu tarzın bizi çözüme değil çıkmaza götürdüğünü söylüyorum. İktisadçıların tasarruf, yatırım, üretim, istihdam, enflasyon, gelir artışı vb. meseleleri ve iktisadî münasebetleri tetkik ve tasnifi başka, bunların nasıl yönetileceğine dair önerileri başka bir şey. Devlet yaptırım gücünü kullanarak iktisadî akışı yönetir; ancak bunu yaparken göz mevkiindeki iktisad ilmine de muhtaçtır. O yüzden mücerred fikir istidadına sahib dava adamı iktisadçıların bu sahada boy göstermeleri hayatî derecede önemlidir.

Her şeyin başına adaleti koyuyoruz. Gelir paylaşımında adalet, kaynakların kullanımında adalet, siyasette adalet, evde adalet, vs... Adalet, fikrî planda bakana göre değişen izafî bir mefhum olsa da insan fıtratında gömülü hakkaniyet hissi cemiyetlerin mukadderatını tayin eden görünmez bir duvar teşkil etmekte ve bir ülkedeki rejim, insandaki fıtrî hasletlere kısmen de olsa riayet ettiğinde huzur ve düzen ortamını sağlayabilmektedir. Bunu sağlarken kullanılan yöntemler muhtelif olabilir. 

Bu da bir sonraki yazının konusu olsun.


Baran Dergisi 609. Sayı