1860 yılındayım, Osmanlı’nın başında Sultan Abdülmecit bulunuyor. 1801 yılında III. Selim tarafından Hassa Başmimarı Mehmed Ârif Ağa ve Ahmed Nureddin Ağa’ya yaptırılan Büyük Selimiye Camii’nin avlusunda dolaşıyorum. Osmanlı üslubunu barok ile birleştirmişler. Ana kubbesi dört büyük kemere oturtulmuş ve kubbe duvarlar üzerine oturan kemerler tarafından taşınıyor. Dört bir tarafında kapıları bulunan ve dikdörtgen şeklinde yapılan avlunun bir kısmında mektep, kütüphane, şadırvan, muvakkithane mevcut. Cami 18. yy’ın barokla yakınlaşmasından doğmuş. Yapısal olarak bütün klasik formlardan kopup yüksek kubbe kasnaklarıyla dikey uzatılan kilise formunda Ayazma Camii’ni andırıyor.
Caminin avlusunda caminin yapısını incelerken namazdan yeni çıkan ve ismini sonradan öğreneceğim kumaşçı Mehmed Efendi yanıma yaklaşıp “Bu camiye ben de senin gibi bakınca aklıma sürekli yeniçerilerin zalimliği gelir.” diyerek söze girdi ve benimle tanıştı. Alakayla yüzüne baktığımı fark edince hadiseyi anlatmaya başladı:
“Selimiye Camii’nin yapımı bitmiş ve artık açılışı bekleniyordu. Açılış için de ilk cuma… Sultan Selim camide bulunacak, açılışı yapacak. Açılış için tören hazırlıkları yapıldı. Fakat merasim esnasında yeniçeriler yerine Nizam-ı Cedid askerinin hazır bulunacağı sözleri yayılınca, yeniçeriler hemen silahlanıp devlet adamlarını öldürmek ve Nizam-ı Cedid askerlerini ateşe tutmak için Üsküdar’a geldi. Bu haberi alan devlet idarecileri de merasimden vazgeçti. Sultan Selim, yeniçerilere gereken tavrı gösteremedi ve birkaç hafta sonra, merasim sırasında yeniçerilerin hazır bulunacağını ve Nizam-ı Cedid askerlerinin kışlalardan dışarı çıkmayacağını bildirdi. Böylece bir defaya mahsus olarak cuma merasimi bu şekilde yapıldı. Eğer III. Selim burada Nizam-ı Cedid askerlerini bu bozguncuların önüne sürmüş olsaydı yeniçeri diye bir şey belki de kalmayacaktı ve ileride oluşacak zalimliklere de geçit verilmemiş olacaktı; fakat padişahımız mizacı gereği bunu başaramadı. Yeniçeriler burada da emellerine ulaştı.”
Mehmed Efendi bunları anlatırken hatırıma Üstad Necip Fazıl’ın Üçüncü Selim hakkındaki ifadeleri gelmişti. “Her türlü ince anlayışına rağmen sert ve hamleci bir seciye taşımayan ve dervişlikle karışık bir sanatkâr mizacı içinde aksiyonculuk ruhuna yabancı…”
Mehmed Efendi’ye bu süreçte Rusya’nın bizimle olan durumunu ve yeniçerilere karşı III. Selim’in neler yaptığını soruyorum. Rusya ile aramızda bir anlaşma olduğu için içerideki boğuşmalarla uğraştığımızı belirtiyor kumaşçı ve şunları aktarıyor:
“Padişahımız yeniçerilerin isyanlarına ve başıboşluğuna karşı Nizam-ı Cedid’i kurdu. Fakat bu ocağı ayakta tutamadı. Selim, eşkıyalaşmış ve koparılıp atılacak bir ur halini almış yeniçeriye karşı Nizam-ı Cedid’i tam manasıyla kullanıp yeniçerilerin üzerine süremedi. Halk olarak her ne kadar Nizam-ı Cedid’i destekliyor ve harekete geçmesini istiyor olsak da ortaya atılan fitneler bunu önlüyordu. Kabakçı Mustafa’nın başında olduğu yeniçerilerin ayaklanmasını bastırmak için her türlü tehdide boyun eğdi padişahımız ve yeniçerilerin isteklerini yerine getirdikçe, yeniçeriler sonu gelmez isteklerde bulunmaya devam etti. Taviz tavizi getirdiği için, önce Nizam-ı Cedid’in askerleri dağıtıldı ve bir kısmı katledildi, III. Selim tahttan indirildi. Ardından IV. Mustafa başa getirildi, etrafını da bozguncu çeteler aldı. Süreç bununla da felaha kavuşmadı. Yeniçeriler adeta terör estirmeye devam etti. III. Selim katledildi, IV. Mustafa tahtan indirildi ve çıkan fırtınanın arasında II. Mahmud tahta geçti. Belki de II. Mahmud, III. Selim’in yerinde olsaydı yeniçeri belasını orada bitirebilirdi; fakat bu bela uzun süre daha başımıza tebelleş oldu. Allahtan II. Mahmud bu konuda çok dirayetli ve şahsiyetliydi de biriktirdiği öfkesini bunların üzerine kusmasını bildi.”
II. Mahmud yeniçerilerle nasıl başa çıkabildi ve nasıl mücadele etti, diye sordum. Kumaşçı, “Tahta geçtiğinden beri Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmak istiyordu zaten. Çünkü Nizam-ı Cedid’e benzeyen Sekban-ı Cedid’i kurmuştu fakat yeniçerilerin ayaklanmalarından dolayı başarılı olamamıştı. III. Selim’in durumuna düşmemek için de önce yeniçerileri ortadan kaldırması gerekiyordu. Bundan dolayı 1825’te Eşkinci Ocağı’nı kurdu ve eğitimlerine de bir sene sonra başladı. Yeniçeriler her zamanki gibi buna karşı ayaklandı. II. Mahmud bütün ocakları yanına alarak yeniçeri eşkıyalarına karşı harekete geçti ve Aksaray'daki Etmeydanı’nda bulunan yeniçeri kışlalarını top ateşine tuttu. Hatta Yeniçeriler’in mensup oldukları Bektâşî dergâhlarını da kapattı. II. Mahmud’un aksiyoner tavrı sayesinde yeniçeri belası da son buldu ve bu ocağın yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye adlı yeni bir ocak kuruldu. Bu ocak üzerinden de Mevleviliği merkeze aldı.” dedi.
Peki, yeniçeriyi top ateşine tutup tamamen yok etmek yerine ıslah etseydi nasıl olurdu diye sordum, kumaşçı ümitsizce başını sallayarak, “Hiçbir işe yaramazdı. Önceki padişahlar çok denedi fakat başarılı olamadı. Aslında yeniçerileri adam edebilecek bir fikir ortada yoktu, bu sebepten kökten kurutmak en doğru çözümdü. Çünkü asırlardır her yere oturmuş bir yeniçeri zihniyeti vardı ve yeniçeriyi ıslaha kalkıştığı anda da tekrar fitne ateşi canlanabilirdi. Buna geçit verilmedi ve yeniçeriye dair her ne varsa hepsi bu baskınla silinip gitti, Osmanlı da rahat bir nefes aldı.” dedi.
Dört padişah görmüş olan Mehmed Efendi anlattıkça kırışık yüzü daha da kırışıyor, gözleri kısılıyor ve yüzüne hüzün çöküyordu. Yorulduğunu hatırlamış olacak ki bir kenara çöktü. Artık avluyla bağımız kesilmişti, ben de hiçbir şeyi görmüyor ve duymuyordum. Tamamen kumaşçıya odaklanmıştım. Şöyle devam etti:
“Osmanlı devletinin dağılmasını yeniçerileri kaldırarak önleyen II. Mahmud, ortaya koyduğu yeniliklerle de devleti güçlendirmeye başlamıştı. Batılılaşmaya doğru evrilen devlet, II. Mahmud’un politikalarıyla da hız kazandı. Mesela Avrupa’ya eğitim için talebeler gönderildi, askeri okullarda Fransızca mecbur edildi, Batılı eğitim kurumları kuruldu. Nizam bakımından da değişiklikler yaptı ki, işler ilerleyebilsin. Bu sebepten divanı kaldırdı ve bakanlıkları kurdu. Encünemi Danişme’yi, Meclisi Ahkamı Adliye’yi kurdu. Sağlık alanlarında yeni çalışmalar yaptı. Takvim-i Vekayi Gazetesi’ni kurdu. Vergi indirimi sağladı, feshane, çuha fabrikası ve bezhane tesislerini kurdu. Vakıfları canlandırdı. Askerî alanda da yenilikler yaptı. Elbette bunlar güzel işler. Fakat Batı’dan körü körüne alınan birçok şey, Osmanlı’da kendi hazinesiyle zenginleştirilip bünyeleştirilemedi ve hazmedilemedi. Adeta bünyeyi zehirledi.”
Mehmed Efendi daha fazla konuşmak istemedi ve ısmarlaşıp ayrıldı.
19. yy’ın musiki alanındaki atılımları, yenilikleri ve Dede Efendi’yi konuşmak üzere Tanbûrî Ali Efendi ile buluşmaya karar verdim. Ali Efendi de medrese ilimleriyle birlikte musiki ilmine vakıf birisi. Neo-klasik üslûpta eserler veren Ali Efendi, tanburda da çok kabiliyetli. Ali Efendi, sıcak kanlı ve sakin bir mizaca sahipti. Beni gülümseyerek karşıladı. Güzel bir kahve ikramından sonra meramımı dinledi ve başladı konuşmaya:
“Musiki, 18. yüzyılın yarısında 19. yüzyılın ilk çeyreğine kadar son klasik dönem olarak sürdü. III. Selim ile birlikte Batı müzik kültürü de dahil oldu klasik müziğe. Bu devirde musikiye dair yeni arayışlar devam etti. Yeni makamlar, yeni ölçüler bulundu. Hatta III. Selim nota konusunda çalışmalar yaptırdı. 18. yy’da musikiye dair yaptığı birçok çalışma 19. yy’da daha da ileriye gitmesine vesile oldu. II. Mahmud da amcası Sultan Selim kadar alakalıydı musikiye. Tanbur ve neyi ondan öğrenen II. Mahmud, hem bestekarlık yaptı hem de Batı müziğini Klasik Osmanlı musikisine entegre etti. Osmanlı sarayında da yer aldı Batı müziği. II. Mahmud da Batı’dan gelen müzik kültürünü üzerine birçok yenilikler katarak sürdürdü. Batı’daki askerî mızıka takımı bandonun aynısı Muzika-ı Hümayun adı altında bizde kuruldu. Bunun için de padişahın davetiyle İtalyan müzisyen Giuseppe Donizetti, bu bandonun başına geçirildi. Donizetti de Osmanlı’nın klasik üslubundan faydalandı ve tekniğini öğrendi. Muzika-ı Hümayun’da yeni notalar öğretildi. Askeri marşlar bestelendi ve icra edildi. Hatta Sultan Mahmud’un bile birçok marş bestesi bulunuyor. Bir Mevlevi olan İsmail Dede Efendi de bu devrin bestekarlarından. Kabiliyeti ve sesinin güzelliğiyle meşhur olmuştur. II. Mahmud, Dede Efendi’yi musahib sonra da sermüezzin yaptı. Fakat Batı müziğinin ön planda olması ve Türk müziğinin yavaş yavaş kaybolması Dede Efendi’yi rahatsız etti ve saraydan ayrıldı. Dede Efendi’nin bu rahatsızlığını biz de duyduk ve Türk musikisinin ölmemesi için uğraş verdik. 500’ü aşkın eser besteleyen Dede Efendi Türkçe ve Farsça eserler verdi. Ayrıca âyin, durak, tevşîh, savt, ilâhi, peşrev, saz semâisi, kâr, kârçe, kâr-ı nâtık, murabba, semâi, şarkı, türkü, köçekçe gibi her formda eser verdi. Allah rahmet eylesin, o bu devrin en büyük musiki üstadlarındandır.”
Tanburi Ali Efendi, ağır semâî formunda bestelediği bir eserini icra etti. Uzun bir süre kendine gelemeyen Ali Efendi beni güç bela uğurlarken icra ettiği musiki kulaklarımda ve kalbimde yankılanıyordu.
Osmanlı devletinin bu asrındaki savaşlarını, iktisadi durumunu ve sanat sahasındaki durumunu öğrenmek üzere İstanbul’un sokaklarını arşınlamaya koyuldum.
Kaynaklar:
Ahmed Cevdet Paşa, Tarih-I Cevdet, Türk Tarih Kurumu Yayınları
Necip Fazıl Kısakürek, Yeniçeri, Büyük Doğu Yayınları
Dr. Yılmaz Öztuna, 2. Sultan Mahmud, Babıali Kültür
İsmâil Dede Efendi, Hamâmîzâde, TDV
Aylık Baran Dergisi 9. Sayı, Aralık 2022