Batı Türkiye’ye yönelik baskıyı her geçen gün arttırıyor, bunun herkes farkında; fakat Türkiye’ye karşı niçin böyle bir siyaset izlendiğine dair elle tutulur bir izahatı ne yazık ki henüz görebilmiş değiliz. Tabiî hiç konuşulmuyor da değil, Türkiye’nin dışa dönük hamleleri olduğu, millî silah endüstrisinin geliştiği, Doğu Akdeniz ve benzeri hadiselerde millî çıkarlarını koruduğu gibi bir sürü saikten ayrı ayrı bahsediliyor; fakat bize kalırsa bunların hiçbiri, Batı’nın Türkiye’yi sıkıştırmasını izah etmeye yetmiyor.
Vaziyetin tam mânâsıyla kavranabilmesi için rahatsız etse bile doğru konuşmakta her zaman fayda var. Türkiye, mevcut rejimi, siyasî düzeni ve bu temeller üzerine kurgulanmış olan bürokrasisi, ordusu, hukuku, eğitimi ve tüm bu çerçeveye mahkûm kalmış bulunan silah sanayi ve dış politikasıyla Batı için tehdit falan arz etmiyor.
Herkes Neden Batı ile İş Tutuyor?
Gündemde sıkça işitiyoruz, Yunan, Rum, Ermeni ve hatta Arab ve Kürtler bize düşmanlık ediyorlar, Batı da bunları Türkiye’ye karşı destekliyor. Doğru mu, elbette ki manzaraya satıhtan bakıldığında yerden göğe kadar doğru. Peki, iyi de, düne kadar bir bünyenin birbirinden ayrılmaz uzuvları gibi işleyen bu milletler Türkiye’ye niçin düşmanlık gösteriyor yahut Batı ile Türkiye arasında niçin Türkiye’den yana değil de Batı’dan yana oluyorlar, bunlar hiç konuşulmuyor. Hatta konuşulmak istendiğinde, aman canım o da eskide kaldı, şimdi konjonktür bilmem ne diye başlayan kamyon yüküyle lâfı ağızlara tıkayıp kimseye söz hakkı bile tanımıyorlar. Bu arada tabiî bunlar eskide kaldı kalmasına, şimdi ne yapmak gerek ki yeniden bir müşterek paydada buluşulabilsin meselesini konuşmaya hiç sıra gelmiyor. “Yunan bize düşman, Ermeni bize düşman, Arablar zaten hain, Kürtler de emperyalistlerin bilmem nesi” deyiverdin mi, tam da asıl konuşmanın başlaması gereken yerde mesele hemen kapanıveriyor.
“Herkes sofrasına elinde olanı koyar” diye kaç kere anlattık, inanın artık biz hatırlamıyoruz; fakat tekrar hatırlatacak olursak…
Bizim Soframızda Ne Var?
Biz, bir birlik tesis etmeye kalkacak olursak; bunu silah sanayine dayandırarak yapamayız, en azından henüz, çünkü elimizdeki silah teknolojisinin fersah fersah ötesinde teknolojileri var; finansal destek ile yapamayız, çünkü biz daha kendi kendimize bile yetemiyoruz ve içine kendimizi hapsettiğimiz iktisadî düzen kuralları çerçevesinde kendisini değil düşmanını yaşatır konumda bulunuyoruz; örnek bir rejimimiz de yok, nihayetinde birileri rejim üzerinden birlik tesis edecek olsa, lâiklik için Fransa ile demokrasi içinde Amerika ile birlik tesis ederler de bize sıra gelmez; yine böylesi bir birliğin tesis edilmesine vasıtalık teşkil edecek bir hukukî düzenimiz de yok, ceza kanunumuz şuradan, medenî kanunumuz buradan ithâl… Peki, bizim kendi soframıza koyacak kendimize ait hiçbir şeyimiz yokken, birileri gelip bizimle niçin müttefik olsunlar? Kara kaşımıza gözümüze sebep bizimle birlik olacaklarsa, onun da muhakkak daha karasını bulurlar.
Yunan bize düşmanlık ediyor, Batı’nın maşalığını yapıyor. Niçin yapmasın?
Ermeni bize düşmanlık ediyor, Batı da ona arka çıkıyor. Niçin çıkmasın?
Arablar bize hainlik ediyorlar, Batı’da bunu teşvik ediyor. Niçin etmesin?
Kürtlerin bir kısmı Türkiye’den ayrılarak Irak ve Suriye’nin kuzeyinde bir devlet kurmak üzere bölücülük yapıyorlar, Batı da bunu destekliyor. Niçin desteklemesin?
Bu arada tüm bunlar arasındaki en komik suçlama bize kalırsa Kürtlerin bir kısmına hitaben yapılan, “onlar orada seküler bir Kürt devleti kurmaya kalkıyorlar” suçlaması olsa gerektir. Affedersin ama sen nesin?
Afganistan’da Taliban’ın Amerika karşısında kazandığı parlak zaferden sonra bile orada Amerika ile beraber kaybeden Raşit Dostum adlı insan kasabıyla iş tutmaya çalışan, Taliban’ın feraseti sayesinde bu rezaletten kendisini kurtaran Türkiye.
Böyle anlatınca karamsarlık hâkim oluyordur zihinlere; fakat biz buraya kadar hep dünü ve bugünü konuştuk. Gelelim yarına...
Batı’nın Erken Uyarı Sistemi Çalışıyor
Bize kalırsa esas önemli noktaya asıl şimdi gelmiş bulunuyoruz. Türkiye, mevcut hâliyle satıhtan bakıldığında Batı için tehdit teşkil etmezken, Batı’nın derdi ne ki bizi sıkıştırıp duruyor?
Her ne kadar bugün Batı Rusya ve Çin ile büyük bir kavga hâlindeymiş gibi görünüyorsa da, Rusya da, Çin de Amerika’nın başı çektiği Batı menşeili dünya düzenine bir alternatif teklif etmiyorlar. Her iki ülke de Batı ile Batı’nın kuralları içerisinde kalmak suretiyle çekişiyorlar ve olur yahut olmaz ama bu itiş kakışın sonunda kim kazanırsa kazansın, kumar masası hesabı Batılı dünya düzeni kazançlı çıkıyor. Birbirleri arasında olmayan çatışmalar ise dikkat ediyorsanız umumiyetle statükonun korunması amaçlı.
Burada bir tek Türkiye, bugün olmasa bile ihtiva ettiği potansiyel bakımından, ki burada adını da açık açık koyalım, Allah lütfettiği ve Büyük Doğu-İbda bu topraklarda neşet ettiği için Batı açısından “Dünya Düzeni”ne tehdit arz ediyor. Yani Batı’nın tehdit idraki bugüne yönelik alarm verip ciyaklamıyor, istikbâl kaygısı taşıyor.
Siz, “aman canım bu ne ki” diyebilirsiniz; fakat “onlar” da “biz” de bu işin ciddiyetinin farkındayız. Bu sebebledir ki, içinde bulunduğumuz konjonktürü a’dan z’ye kadar bütün varlığı ve teşekkülüyle yalnız bugünün Türkiye’sine bakarak anlamaya, anlamlandırmaya çalışmak başlı başına hata olur.
Böyle olmadığını düşünen varsa, alsın eline kâğıdı kalemi, yapsın hesabını? Müesses nizâmın yerine banileri Amerika, İngiltere, İsrail dahil olmak üzere Çin mi, Rusya mı, Avrupa mı, Japonya mı, kim mevcut olanın yerine alternatif bir düzen teklif ediyor? Bugünden konuşmayalım dedik ama Türkiye’den başka bu noktada sesini çıkartan bile pek yok.
Oyun Kurucu Değil, Oyun Bozucu
İçinde bulunduğumuz badireden Türkiye’nin tek başına çıkması, ilâhi bir mucize olmazsa, pek de mümkün görünmüyor. Dolayısıyla Türkiye’nin evvelâ kendi sofrasını, kendi çevresine göre, kendisinin olanlar ile donatması gerekiyor. Her zaman ifâde ettik, edeceğiz de, Batılı bir dünya düzeni çerçevesine mahkûm kaldığı sürece Türkiye’ye nefes aldırmazlar, aldırmayacaklar da. Bunun siyasî ve iktisadî bedelini neredeyse bir asırdır ödedik, ödemeye de devam ediyoruz. Kurallarını karşı tarafın koyduğu ve keyfine göre esnetebildiği bir oyunu bırakın kazanmayı, oynayamazsınız bile. Şu sıralar sıkça işitiliyor, “Türkiye oyun kurucu oldu” falan diye. Türkiye henüz oyun kurucu falan olabilmiş değil, ancak oyun bozucu konumda bulunuyor. Oyun bozmak da ille menfilik şeklinde anlaşılmasın, bazen yapılan müsbet hareketler de oyun bozucu mahiyette olabilir.
Batı’nın Değişen Türkiye Stratejisi
Hadisenin teorik buudunu bir tarafa bırakıp, pratiğe dönecek olursak. 15 Temmuz sonrasında kaleme aldığımız yazılarda defaatle dikkat çektiğimiz üzere, Batı’nın Türkiye stratejisi, yaşanan darbe girişiminin başarısızlıkla neticelenmesi, yâni FETÖ memleketi ele geçiremeyip, uydurduğu mezhepsiz, ılık bir İslâm ile bunun üzerinden bütün bir İslâm âlemini Batılı dünya düzenine entegre edemediğinden beri değişmiştir. Düne kadar Türkiye’de kendi güdümlerinde hareket eden siyasî iktidarlar Batı’nın beklentisini karşılarken, 15 Temmuz’dan sonra bunun sürdürülemez olduğu kavranmış ve onun yerine Anadolu’yu tarih sahnesinden silme, bu da olmuyorsa en azından Türkiye’yi parçalama stratejisine geçmiş bulunmaktadırlar. Daha evvel de ifâde ettik, siyasî iktidarın her geçen gün daha fazla sıkılan cendereyi gevşetmek için Batı’ya şirin gözükme seçeneğine tutunmasının artık şu saatten sonra komik duruma düşmekten başka bir faydası yoktur ve olmayacaktır da. Hakeza muhalefetin “Biz iktidar olursak Batı ile olan münasebetleri onarır ve bilhassa ekonomide iyi performans sergileriz.” hesabı da aslında şu saatten sonra hiçbir anlam taşımamaktadır. Bırakın kuyrukçuluk yapmayı, 15 Temmuz’dan sonra Türkiye’de başa gelecek iktidar isterse Batılıların arkasını yalasın, bu stratejileri değişmeyecektir.
Ambargoların Arkasındaki Saik
Müşahhas plandan devam edecek olursak… Her ne kadar aksi iddia edilse de, Türkiye’nin F-35 programından çıkartılması ve satışı gerçekleştirilmiş uçakların Türkiye’ye teslim edilmemesinin, Rus S-400 füzeleriyle hiç ama hiçbir alâkası yoktur. Aynı şekilde Avrupalı silah üreticisi ülkelerin Türkiye’ye muhtelif silahlarda ambargo uygulamasının da Türkiye’nin terörle mücadelesiyle alâkası yoktur. Yahut Türkiye’nin insansız hava araçlarında kullanmak üzere Kanada’dan satın aldığı kameralara ambargo konması gibi... Bunların tamamı, Türkiye’nin 15 Temmuz’dan sonra izlediği bağımsızlıkçı siyaseti örselemek ve içinde bulunduğumuz konjonktürde elimizi kolumuzu bağlayarak, kurdu çakallara boğdurmak için izlenen politikalardır. Ne var ki bu planda istediklerini elde edemediler, Erdoğan’ın da dediği gibi kötü komşu Türkiye’yi ev sahibi yaptı ve ambargo uygulanan ürünler bir bir Türkiye’de üretilmeye başlandı. Bilhassa Türkiye’nin dışarıdan satın alamadığı için kendisini üretmek zorunda kaldığı İHA-SİHA’lar sayesinde, kurdu çakallara boğdurmadıkları gibi, ellerindeki birçok çakaldan da oldular. Yine Türk Lirasını hedef alan saldırılar burada tutuklu sümüklü bir papazın serbest bırakılması için değildi, ki öyle olmadığını serbest bıraktıktan sonra gördük. Bir diğer taraftan, bugün dünyanın en çok faiz veren ülkesi Türkiye olmasına rağmen, batılı finans kuruluşlarının Türkiye’den uzak durmalarını ülkedeki ekonomi ve hukuk alanında yaşanan sıkıntılara bağlayarak işin içinden çıkmak en hafif tabirle ayıp değil midir? 1980’li, 1990’lı yıllarda Türkiye’de ekonomi ve hukuk alanında güller mi açıyordu da buraya akan para muslukları böylesine kapanmıyordu? Artık biraz olsun akıllı olmak, bir şey konuşurken, yazarken, teşhis ederken, yorumlarken az düşünmek gerektir herhâlde.
Veletleri Yetmeyince Abileri Geldi
Akdeniz’de Libya’ya doğru seyir halindeki Türk kargo gemisine Alman savaş gemisi tarafından operasyon yapılmasını da bu çerçevede okumak gerek. Daha düne kadar Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin karşısına Yunanistan’ı sürüyorlardı, kaale alınmadığını görünce önce Fransa devreye girmeye kalktı, beklenen tesiri meydana getiremeyince de bu sefer bir Alman savaş gemisini Avrupa Birliği müşterek harekâtının bir parçası olarak karşımızda buluverdik… Türkiye haklı kararlılığında ısrar edecek olursa, bu sefer karşımızda Amerikan deniz kuvvetlerinin bilmem kaçıncı filosunu bulursak şaşırmamak gerekir.
Türkiye’nin Gölgesi
Biz böyle anlatırken, birileri de tartışma programları, köşe yazıları ve sosyal medya yorumlarında, “Madem ki Türkiye’ye bu kadar düşmanlar, o zaman korktuklarından mı karşımıza direkt olarak çıkmıyorlar?” diye akıllarınca istihza yapıyorlar. Evet, askerî ve iktisadî bakımdan Türkiye gerçekten de Amerika başta olmak üzere Batı tarafından çekinilecek bir güç değil; fakat buradaki o yorumcu sığırın hesab edemediği “Türkiye’nin gölgesi”ni Batılı adam hesab ediyor ve her ne kadar iktidarını avuçlarının içine almış olsalar da, bir milyardan fazla Müslüman’ın tepkisini almaktan, hele ki o ülkelerde kurmuş oldukları kukla düzenlerin adeta domino taşı gibi bu sefer hakiki ihtilâllerle yıkılmasından çekiniyorlar. Tabiî 15 Temmuz gecesi milletin sergilemiş olduğu irade de, bizim devletin pek çekinilecek bir tarafı olmasa bile milletten yana büyük bir çekincenin doğmasına vesile teşkil ediyor.
***
Kör göze parmak hesabı işlenen “milletlerarası”, “evrensel” cürümler dolayısıyla artık görünen odur ki, küfür tek millet hâlinde, yedi düvel toplanmış ve Türkiye’ye karşı yerine göre nizâmî, yerine göre gayr-ı nizamî savaş açmış bulunmaktadır. Yunanistan Dedeağaç, Suriye’de PKK-PYD, Irak’ta PKK’ya yönelik yapılan askerî yığınak artık bu işin şakasının kalmadığını herkese gösterir herhâlde.
Bir taraf diğer tarafa savaş ilân edince, aslında son derece basit bir şekilde verilecek iki karar vardır: Birincisi savaşmak, ikincisi teslim olmak. Meselâ CHP ve ortakları, Halk Fırkası’nın kurucu zihniyetine uygun bir şekilde teslim olalım diye bas bas bağırıyorlar. Savaşmak ise elbette ki külfetli, yalnız cebhede çatışmanın ötesinde, yukarıda bahsettiğimiz üzere bir yandan çarpışmak, bir yandan ayakta kalmak ve diğer taraftan da çete düzeninin yerine bir yenisini ikâme ederek nizâm kurmak gibi üç müşkülle karşı karşı kalmak anlamına geliyor. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun dediği gibi, hem gemiyi yapmak ve yaparken bir yandan da yüzdürmek zorunda olmak. Yâni gaye ve vasıta hükmündeki bir fikir sistemine sarılıp, o fikrin vasıtalığında, fikrin gayesine ulaşarak olmak, yahut mahvolmak! Bütün mesele bu mudur bilemeyiz ama görülen o ki kader bize üçüncü bir seçenek sunmuyor.
Aylık Baran Dergisi 10. Sayı, Aralık 2022.