20 gün boyunca ruhi ve fiziki işkence gördük. Ailemiz perişah oldu, işlerimiz aksadı. Zarar-ziyanımızı isteyecek bir merci yoktu. Devlet sağolsun, diyemezdik. Çünkü devlet bize zulmetmişti. Yanımdaki arkadaşıma sorgulamada: "Hiç meyhaneye gittin mi?”, "Hiç kerhaneye gittin mi?" diye sordular. Hayır cevabını alınca; "Ne biçim delikanlısın, yat falakaya" dediler.

TARAF: 12 Eylül Askeri Darbesi'nden elli gün sonra 3 Kasım-22 Kasım 1980 tarihleri arasında Samandra Askeri Kışlası'nda diğer dört arkadaşınızla birlikte 20 gün gözaltında bulundunuz. Bu olay nasıl gelişti anlatır mısınız?

Kâzım ALBAYRAK: 3.11.1980 günü sabaha karşı evimin etrafı sarıldı. Ben ve iki kardeşim evden alınıp Samandra'ya sevk edildik. Bu arada kiracımız olan kişi de kapıyı geç açtığı gerekçesiyle ekip arabasına alınıp yolda salıverildi. Samandra'da 20 gün boyunca sistemli işkence gördük. Buraya ilk varınca hemen gözlerimiz bağlanıp sorgulama odalarının kapısına bizi diktiler. İçeride yapılan işkenceleri bize naklen izlettiler. İki gün bu devam etti. Bu arada tuvalete gitmek için izin isterken iki tanıdık sesi daha duyduk. Böylece beş kişi olduğumuzu anladım. İki kardeşimden başka YALÇIN TURGUT ve kardeşi Kaya.

TARAF: Kaç türlü sorgulama-işkence metodu vardı, siz hangilerine muhatap oldunuz?

K. ALBAYRAK: İki türlü işkence yöntemleri vardır. Psikolojik işkence, fiziki işkence... Psikolojik işkencede, fiziki işkencedeki (Filistin askısı, soğuk duş, ceryan verme, falaka... vs... muhtelif çeşitler) haricinde sanığın moralmen çökertilmesi amacı taşınır. Bana üç gün bu yöntem tatbik edildi. İşkence odalarında yapılan işkenceler dinletildi, maneviyatım üzerinde yıkıcı etkisi olsun diye birbiriyle homoseksüel ilişki de bulunan iki kişinin itirafları dinletildi. Ayrıca bu sanıkların işkence sonunda ırzına geçilmeye teşebbüs edildiği şeklindeki olayları bana duyurdular. Devamlı ağır işkence sahneleri ve feryatları dinledim. Bunlar teypten olabileceği gibi, içerde işkence gören başka sanıklar da olabilir. Bazı sanıklara hanımlarının veya kızkardeşlerinin buraya getirileceği söylendi. Getirilen de olmuş olabilir. Bütün bunlardan amaç sanığın üzerinde psikolojik baskı sağlayarak fazla yorulmadan konuşturmaktır. Benim için 18 saat, benden önce gelen iki arkadaş için tam 23 saat böylece ayakta bekledik. Sadece yemekte oturabildik. Bir de tuvalete giderken... Gece 11'de çökebilirsiniz dendiği anda çöküp betonda oturmak bana o an cennet gibi geldi.

TARAF: Sonra ne oldu?

K. ALBAYRAK: Gece 5 adet üstü muşamba kaplı yatak getirdiler. Gözlerimiz yine bağlı. Başımızda asker-nöbetçi bir odada yatırdılar. Sabah yine duvarın dibine dikip işkenceleri izletmeye devam ettiler. Daha sonra birisi koluma girip dost tavırlarla; "kuzum gel seninle biraz sohbet edelim" deyip beni aldı., biraz dolaştırdı, sonra bir odaya soktu, rahat bir koltuğa oturttu, kendi de bir masanın başına geçti, çay kahve ne istediğimi sordu, sonra sohbete(!) başladık. Önce İslami mevzulara girdi. Benim Yüksek İslam Enstitüsü mezunu olduğumu bildiği için, bu konularda da vukufiyeti olduğunu göstermek istedi. Kutuplarda ve uçakta nasıl namaz kılınacağı, bu mevzularda nasıl fetva verileceğinden bahsettik. Yeni meselelere İslam'ın nasıl yorum getireceğinden karşılıklı görüş alışverişinde bulunduk. İslami kaynak kitapların bazılarının isimlerini verip, okuduğunu söyledi. İslami mevzuları ve sorunları da bizim kadar bildiği imajını vermeye çalıştı. Dışarıdan öğrenmeyle mevzuları bildiği, içerdeki insan gibi mukayeseler yapamadığını sohbetimiz(!) ilerledikçe anladım. Sonra iş benim mevzuya - geldi. Benim Yüksek İslam'daki boykot olaylarında ve diğer olaylarda koruyucum pozisyonunda da olabilecek siyasi güç sahibi kişilerin adlarını vererek, onlar da burada sorgulanıyorlar diyerek, büyüklerimin de güç imajını silmeye çalıştı ve sonra benim çok yakın arkadaşım olduğunu tahmin ettikleri bir iki arkadaşın adını vererek "onlar da yan odada, herşeyi anlattılar, itiraf ettiler, senin direnmene gerek yok, sen de anlat, bizim elimizden hiçbir şey kaçmaz, her şeyi biliyoruz" imajı vermeye çalıştı. Ve beni psikolojik olarak çökertip itiraflarımı hemen almayı denedi. Ben bu arada kendimce kısa bir muhakeme yaparak "Herhangi bir örgüt üyesi olmadığımı, anlatacak herhangi bir eylemim olmadığını" söyledim. Benden bir şey alamayacağını anlayınca en son şu tehditte bulundu: "Bak sonra buradan çıkarken Müslümanlığından utanırsın" dedi.. Ben Allah'a tevekkül ederek odadan çıktım. Bu kişinin MİT'ten olduğunu, bizim kısma baktığını, fiziki işkencelere katılmayıp, bilgi verdiğini tahmin ediyorum. Benimle öyle yakınlık kurmak istedi ki, hemşehrim olduğunu söyleyip beni kastederek: "Siz Oflular bize küçük Moskova dersiniz" dedi. O an ve bir müddet buna inandım. Sonra memleketini bana söylememesi gerektiğini, bunun bir yakınlık kurmak için uydurma olduğunu anladım.

TARAF: Buraya kadar anlattıklarınız psikolojik işkenceye giriyor herhalde. Bundan sonra neler oldu?

K. ALBAYRAK: Psikolojik işkenceden kendilerince bir şey çıkaramayınca fiziki işkencelere başvurdular. Bana cereyan ve falaka ağırlıktaydı. İlk fiziki işkence gününde bana Müslümanların bütün eylemlerini, sormaya başladılar. Bir ara sabredemedim: "Ne oluyor, bütün bunları ben mi yaptım?" deyince, "Ne yani, sana her şeyi mi soruyoruz, Nihat Erim'i niye öldürdün diye soruyor muyuz?" diye teselli verdiler. Benim okulda lider konumunda olduğumu ve daha önce okuldan veya teşkilatlardan alınan arkadaşların sorgulamalarından benim militan olduğum ve bazı şeyleri yapabileceğim kanaatine sahip oldular. 12 Eylül'den hemen sonra da Yılmaz. Yalçıner ve arkadaşlarının uçak kaçırma olayı olmuştu. Topladıkları istihbaratta bana da önemli bir rol düşüyordu. Fakat hangi eylemlere ne kadar karıştığımı kesin bilemedikleri için her şeyi soruyorlardı.

TARAF: Polisin sorgulamalarda izlediği taktiklerden bahseder misiniz?

K. ALBAYRAK: Gözün bağlı olduğu ve ellerinde esir olduğun ve sana istediklerini yapabilecekleri, tek güç ve kudret sahibi kendilerini zannettikleri için herşeyi bildikleri imajını vererek psikolojik çökertme taktiği başta olmak üzere, daha sonra zarf atma taktiği uyguluyorlar. Zarf atma taktiği şöyle oluyor. Şu arkadaşın yan odada, herşeyi itiraf etti diyerek senin konuşmanı sağlamaya çalışıyorlar. Halbuki yan odada o arkadaşın olmadığı gibi böyle bir itiraf da yoktur. Fakat sanığı buna inandırıp konuşturmayı deniyorlar. Ayrıca daha önce sorgulanan arkadaşlardan aldıkları senin hakkındaki basit bir bilgiyle herşeyi biliyorlarmış imajı vermeye çalışıyorlar. Mesela; filan tarihte, filan saatte şu arkadaşınla, şu lokantaya gittin, şu yemeği yedin, biliyoruz" diyorlar. Sen de, "Vay be adamlar ne zaman nerede ne yemek yediğimi bile biliyorlar, demek ki filan eylemi de biliyorlar, en iyisi anlatayım" diyorsun. Mesela bana daha önce sorgulamalardan aldıkları bilgilerle: "Filan tarihte evlendin. Düğün davetiyen bize geldi." dediler. Aynı yöntemi kardeşime de deniyorlar, aksilik bu ya, birader düğününde davetiye basmamış. Böylece zarfları boşa gidiyor. Yine şöyle yapılıyor: İşkenceciler sanığa; "seni asacağız" diyorlar, ipi getirip boynuna takıyorlar. Bir sandalyeye çıkarıyorlar. Hocaya da, gel şu adamın son duasını yaptır, diyorlar. İçeri hoca diye birisi girip, Allah günahlarını affetsin... vs.. diye dua ediyor. Şimdi sandalyeye vuruyoruz diyorlar. Sonra sandalyeye tekmeyi vuruyorlar. Kıçüstü yere düşüyorsun. İpin yukardan bağlantısı yokmuş. Yine gece hücreden kaldırıp sanığı bir jipe bindiriyorlar. Epey dolaştırdıktan sonra çimenlerin üzerine atıyorlar. Burası dağbaşı, seni burada öldürüp bırakacağız deyip silahların mekanizmasına kurşunu vererek birkaç saniye bekliyorlar. "Tamam abi, beni öldürmeyin, konuşacağım" demeyince, "Kalk ulan hadi gidelim" deyip tekrar hücreye atıyorlar sanığı. Bana bir eylemi sorarken "Sen öndeydin, arkanda da (birlikte eylem yapabileceğimi tahmin ettikleri) filanca vardı, sizi gördük", diye zarf atıyorlar. Tutma ihtimali olan bu zarfa, hakikaten öyleyse hemen inanıp itiraf etme ihtimali çok yüksekti. Abdülhamit Hoca'ya yaptıkları, dişleri çekilmiş köpeği üzerine salmak gibi.

TARAF: Sorgulamalardaki bir anınızı anlatır mısınız?

K. ALBAYRAK: Biraz trajikomik şu olayı anlatabilirim: Sabah 8'den akşam 5.30'a kadar, her gün mesaili işkencelere devam ediyorduk. Bir gün, "Niye bana bu kadar işkence yapıyorsunuz?" dedim. Bana, "Ne! Biz burada işkence mi yapıyoruz? Sorgulama yapıyoruz." deyip bir güzel çullandılar. Ben de baktım olmuyor, "Tabii işkence yapmıyorsunuz, vazifenizi yapıyorsunuz", dedim. Bir başka anım: 10 Kasım günü koğuştakilere anma yaptırıyorlardı. Biz hücre haline çevrilen tuvaletteydik. Daha sorgulamaya da çağrılmamıştık. Bütün askeri ve sivil personel sirenlerle saygı duruşunda bulunurken bir er hiç oralı olmayıp bazı açık tuvaletlere su döküyordu. "Sen saygı duruşunda bulunmuyor musun?" diye sorunca, karşılık olarak: "Ne saygısı, görmüyor musun temizlik yapıyoruz" diye cevap verdi. Bir de şunu anlatayım: İşkencenin en ağır olduğu bir gün, işkence yapmaktan yorgun düşüp beni bir odaya attılar ve askerlerle yemek verdiler. Bu arada askerlerin içinde inançlı bir çavuşun kulağıma eğilip: "Dayan kardeşim, bu imansızlara teslim olma!" deyişinin bendeki moral etkisini hiç unutamam. Bu askerin sesi gözlerimin dolmasına sebep oldu. Bana Allah'tan bir elçi gibi geldi.

TARAF: Peki bu yapılan işkenceleri ispat edebilir misiniz?

K. ALBAYRAK: Ben sizin bu sorunuza, S. Mirzabeyoğlu'nun "Filistin ve İşkence" isimli konferansındaki şu sözle cevap vereyim: "İspat edilemez işkence nasıl yapılırmış, gel ben sana göstereyim!"

TARAF: Başka size ne gibi uygulamalar yapıldı?

K. ALBAYRAK: Bol bol cereyan verildi; el ve ayak parmaklarından ve falaka... Falakadan sonra devamlı zıplatıyorlardı; iz kalmasın diye... Ceryanın zaten izi olmaz. Bir ara kafama tas gibi bir şey taktılar, ellerime de bazı metal parçaları verdiler. Bunları masaya vur, beynini okuyacağız, dediler. Bu arada yaptığın eylemleri düşün, dediler. Bu iş bir saatten fazla sürdü. Ben de buna inanmış görünüp bol bol masaya vurdum. Sonra bana, "Doğru konuş seni yalan makinasına bağlayacağız", dediler. Bir ara çok bunalmıştım, resti çektim: "Getirin yalan makinasını bağlayın, fazla konuşmayın!", dedim. Yalan makinasının sorgulamada sağlıklı netice vermediği ve zaten ellerinde bulunmadığı için; "öyle mi, bize reste çekersin demek, şimdi sana yalan makinasını bağlayalım da gör!", dediler. Biraz sonra ellerime ve ayaklarıma kabloları bağlayıp aşırı miktarda ceryan vermeye başladılar...

TARAF: İstihbarat mantıkları ve elde ettikleri bilgileri değerlendirebilme imkanları ne durumdaydı?

K. ALBAYRAK: Rahatlıkla hata yapabiliyorlardı. Bilgi toplarken eksik veya yanlış olabiliyordu. Bilgiler arasında mukayeseyi doğru kuramıyorlardı. Bir kere karşılarındaki sanığın mantığına sahip olabilmelerine imkan yok. Bilgileri karıştırabiliyorlardı. Samandra'da yanlış bilgiden dolayı işkence görüp sonunda, yanlış oldu denilerek kapı dışarı edilen birçok sanık gördüm. Eyleme karışıp da, sorgulamalarda kendini ele vermeyen birçok sanık da olabileceği gibi, isim benzerliğinden 55 gün hücrede kalan, sonra asıl kişi ortaya çıkınca bırakılan yaşlı Ali amcayı da hatırlıyorum. Polisin izlediği 3 yöntemi işaretleyeyim: Birincisi; sanığı yakalamadan önce elde ettiği bilgiler, değişik istihbaratlar, sanığı tanıyanlardan elde ettikleri... vs... İkincisi; sanığı işkence masasına yatırıp konuşturabilirlerse elde ettikleri bilgiler... Üçüncüsü; Sanık içerdeyken sanıkla ilgili olabilecek kişilerin takibi ve onların telaşlı hareketlerinden çıkarabildikleri bilgiler... Bizi ziyarete gelenlerin sadece para ve giyecek göndermelerine müsaade ediyorlardı. Bir de, ziyaretçi bir pusulaya "şu kadar para gönderdim, nasılsın" falan yazıyor; biz de "gönderdiğin parayı aldık çok iyiyiz" diye cevap yazıyorduk. Sanıklardan biri pusulaya "kömürlüğü temizleyin" diye bir şey yazdı. Tabi pusulaya hemen el konuldu ve evine gidip kömürlüğü komple boşaltıp altında silah bulmuşlar. Bana 15 gün boyunca ruhi ve fiziki işkence devam etti. Sonunda bir şey çıkaramayacaklarını anlayınca istediğim ifadeyi yazmaya başladılar. Şunu da söyleyeyim; "getirin boş kâğıdı imzalayayım, siz istediğinizi yazın", lafını kabul etmiyorlar. Eylemi izahlı ve kimle yaptığını inandırıcı bir şekilde anlatmanı istiyorlardı. 15 gün sonra biraz rahatlar gibi olduk. Fakat sırf bu rahatlığı bozmak için yine bizi yukarıya çağırıyorlar: "Sizden bir şey çıkaramadık, ama sizi rahat bırakmayacağız", diye biraz işkence yaparak tekrar yeni geçtiğimiz koğuşlara götürüyorlardı. Bu işkence tarzının, ruhi olmasından olacak, neredeyse diğerlerini aratacak ağırlığı vardı. Hatta böyle bir işkenceden gelen Adapazarlı bir koğuş arkadaşının sabaha kadar ağladığını hatırlarım. Hücrede 20 günümüz dolmuştu. Biz tutuklanıp cezaevine gönderilmeyi canla başla istiyorduk. Çünkü orada sistemli işkence yoktu. Yani cezaevi, sorgulamanın yanında Hilton gibi idi. 20 gün dolunca, bizi bırakacaklarını söylediler. Önce inanamadık, savcıya gönderilmemizi istedik. Çünkü bazı kişilere yapıldığı gibi bırakıldıktan sonra tekrar gözaltına alınıp aynı işkencelerden geçebilirdik. Cezaevi daha güvenliydi bizce. Fakat bizden, adresimizi değiştirmeyeceğimize ve bir daha hiçbir eyleme katılmayacağımıza dair imzalı kâğıt alıp, askeriyenin arabasıyla Samandra sapağına kadar getirip bıraktılar.

TARAF: 20 gün boyunca işkence gördünüz. Sonra hiçbir şey olmamış gibi savcılığa dahi sevk edilmeden bırakıldınız. Bir hak, zarar-ziyan talebinde bulunmadınız mı?

K. ALBAYRAK: Evet, 20 gün boyunca ruhi ve fiziki işkence gördük. Ailemiz perişah oldu, işlerimiz aksadı. Zarar-ziyanımızı isteyecek bir merci yoktu. Devlet sağolsun, diyemezdik. Çünkü devlet bize zulmetmişti. Yanımdaki arkadaşıma sorgulamada: "Hiç meyhaneye gittin mi?”, "Hiç kerhaneye gittin mi?" diye sordular. Hayır cevabını alınca; "Ne biçim delikanlısın, yat falakaya" dediler. Sol görüşlülere ise böyle sorular sormayıp; Kur'an-ı Kerim'den bazı sureleri ezbere okumasını istiyorlar. Okuyamayanları falakaya yatırıyorlardı. Bu geçen 20 günümün maddi ve manevi zarar-ziyanını hala unutmuş değilim ve hakkımı ömrümün sonuna kadar arayacağım.

TARAF: Fikri ve siyasi bakımdan size bazı propagandalarda bulundular mı?

K. ALBAYRAK: Kesin olarak, siyasi polis, sanıkların kendi içlerindeki çelişkilerini fazlasıyla işlemeye çalışır ve bazı iftiralara da başvurur. Bize 1980 yılında: "Necip Fazıl ihtiyar, bunak!" şeklinde konuşanlar, 1991 yılının Şubat Ayı'nda İBDA-C örgütü iddiasıyla içeri alınan arkadaşlara: "Necip Fazıl mübarek adamdı, ama bu Salih Mirzabeyoğlu nereden çıktı, bu adam komünist!" şeklinde propaganda yapmışlar. Buna benzer yöntemleri polis her zaman dener. Yine bu sorgulamalarda, duyduğumuza göre arkadaşlara; Kitle-iletişim amaçlı kurdukları KİP kısa adlı büroyu "Komünist İslamcılar Partisi" diye okutmak istemeleri buna bir örnek. Bu da tutmayınca; "KİP, PİK'in tersi, siz PİK'in başısınız" diyorlar.

TARAF: Siz bu kadar işkence gördünüz, işkence bir yılgınlık ve dönekliğe sebebiyet verebiliyor mu?

K. ALBAYRAK: İşkence bir iman sınamasıdır. Solda işkenceyle dönüş yapan liderler bile vardır. Fakat gerçek fikir ve aksiyon kahramanları işkenceyle yılmaz ve mücadelesinden vazgeçmez. Bediüzzaman, Süleyman Hilmi Tunahan, Necip Fazıl buna örnektir ve hayatı ve mücadeleleri meydandadır.

TARAF: İşkencede en çok zorunuza giden şey neydi?

K. ALBAYRAK: Ciğeri beş para etmez, sadist ruhlu adamların karşısında elin, kolun ve gözlerin bağlı kalmaktasın. Yaşın, şahsiyetin ne olursa olsun, bu aşağılık işkencenin küfürlerine muhatap olmaktasın. Yoksa, bedeni işkence hiçbir şey ifade etmez. Çünkü insan belli bir noktadan sonra acı bile duymuyor, ya bayılıyor, ya da uyuşuyor, hisleri iptal oluyor. Gözetim altındaki kişilere saçına-başına çekidüzen vermek için ayna ve yıkanmak için su vermiyorlar. Bu pislik ve işkencenin tesirinden sonra basına çıkartılıyorsunuz. Artık babanız da görse sizi tanımaz! "Bunlar anarşist" der. Bizim de, bu yoğun işkence sonunda polisin fotoğraf ekibi önden ve yandan fotoğraflarımızı aldı. Cani gibi çıktığımız kesin.

TARAF: Hukukta ecr-i misil veya göze göz, dişe diş kuralı var. Bu işkenceciler elinize geçse ne yapardınız?

K. ALBAYRAK: İslam Hukuku'nda da KISAS var; pek tabii olarak 20 gün işkence yapar, sonra serbest bırakırdım. Bu benim en tabii hakkım.

Not: Bu röportaj, 1 Mart 1991 tarihli Taraf Dergisi’nin 1. sayısında “Kâzım Albayrak’kla İşkence Üzerine” başlığı altında yayımlanmıştır.