Şer’î hükümlerin maksadlarını tesbit, hükümlere karşılık hikmetleri de bilmek, ibret ve itibara dayanmak ve Allah’ı sınırsız güzellikler içinde aramalıyız. Allah’ı ve O’nun ölçülerini sınırlı aklımıza veya keyfimize sığdıramayız. O’nu daima tenzih içinde birlemeliyiz. “Sır idrakı” denilen mevzu, İslâm’ın temel inanç vasfıdır. Aksi halde teşbih veya tecsime veya haricîlik-selefîlik bağnazlığına düşülür. Zâhiri bırakıp sadece bâtını ölçü almak ise bâtınîlik- râfızîlik, hulûlîlik vb. sapkınlıklara yol açar. İslâm, zıt kutuplar arası üstün muvazenenin adıdır. Kısaca, İslâm’da zâhir-bâtın dengesi esastır.
Zâhirî fıkıh ölçüleri her adımda bize lâzımdır. Zira insan fizik varlığa sahip ve hareket eden bir varlıktır. Evden çıkış ve dönüşümüze, helâdan temizliğe, ticaretten adab-ı muaşerete kadar her alanda bize gereken fıkıh hükümleridir. İbadât ve muamelât ismi altında düsturlaşırlar.
Bâtınî (ahlâkî-kalbî) ölçüler de her adımımızda hatta adımımızdan önce bize lâzımdır. Bunlar da amel boyutunda olup ilm-i bâtın ve fıkh-ı bâtının kapsamına dahil kalbî amellerle ilgilidir. Nefsin tanınması (marifetü’n-nefs), imân ve ihlâs, tevbe, sabır, şükür, takva, havf, reca, sıdk gibi kalbî amellerle ilgili mevzulara-ilimlere ihtiyaç doğurur. Zaten âyet ve hadislerde devamlı bu noktalara vurgu yapılıyor. Tasavvuf ise, zâhirî fıkıh geleneğinin ele almadığı konuları üstlenerek İslâm geleneğinde ilm-i bâtını temsil eder.
Lafzın hem zâhirî hem bâtınî yönü olduğunu dilciler de kabul eder. Nitekim tasavvufî yorumlarda daha ziyade zâhir ve bâtın yönü olan bir dil anlayışı vardır ve buna iş’arî yorum da denir. Bu tarz tefsirler de vardır.
İslâm’da güzellik idrakı zâhir-bâtının birlikte olmasıdır. İçi yalan ve fitne kaynayan birinin dış güzelliğine bakıp “güzel insan” demeyiz. Allah katında yaptığımız amellerin kabul edilmesi için zâhir-bâtın birbirinden ayrılmamalıdır. İslâm baştan başa ihlas ve samimiyet olup bâtın, zâhirden öndedir. Necip Fazıl’ın Büyük Doğu İdeolocyasında savunduğu görüşler bu merkezdedir. Şeriatten kıl kadar feda edilemeyeceğini ve zâhirin de her zaman bâtından besleneceğini ifade eder.
Allah Resûlü Mekke’ye Hacca giderken yolda abdest alan Müslümanların topuklarını iyi yıkamadığını görürler ve “Bu topuklar ateşte yanacak!” diye uyarıda bulunurlar. Bu hadis zâhiren anlaşılırsa sadece su ile temas etmeyen topukların yanacağı gibi bir mânâ çıkar. Halbuki bunun farzda bir eksiklik olduğu ve günaha tekabül ettiği açıktır.
Salt zâhirci ve ibareci bir anlamda Kur'ân ve Sünnete yanaşılırsa, Şârî'nin maksadı anlaşılamaz ve hüküm çıkarılamaz. Usul-i fıkhın, kaynaklardan hüküm çıkarma (istinbat) metodları, mecaz, hakikat, kinaye leri yanında umum-husus (âmm-hâss), kapalı-açık (mücmel-mübeyyen) ve delalet çeşitleri gibi birçok bahsi ihtiva ediyor. Usûl mevzularına ilaveten te'vilin şart olduğu konular da bulunur. Takrîr, tefsir, tağyir, zaruret ve tebdil çeşitleriyle beyan vardır. Nesih, teâruzu giderme, hükümlerin gayeleri (makasıd) ve ictihad mevzularını da bütün bunlara ilave edelim.
Şârî'nin maksadını anlamak için usûl-i fıkıhçının bu yöntemleri ortaya koyduğunu onun usûlünün izahı sadedinde belirttik. Ancak fıkıh mezhepleri arasında da usûl farklılığı olan noktalar vardır. Muhakkak ki tasavvufçu da tıpkı fıkıhçı gibi bazı yöntemlere sahip olarak fıkıhçının hüküm çıkarma alanına girmeden, zâhirî ölçülerden bazı ahlâkî ve kalbî hükümler çıkarmaktadır. Âlem-i halk ve âlem-i emr var; kalp, ruh, hafî, ahfâ vb. dereceler var. Takva yönünden kalbî amellerle ilgili “seyrüsülûk” yöntemi izlenir. Zaten Kur'ân ve Sünnete en az öbür ilimler kadar bağlı olan ve takva yönünden daha üstün olan tasavvuf ehlinin yorumları da ümmete ışık olmuştur ve olmaya devam edecektir. Keza kelâmcı da fazla usûl prensibi vaz etmese de bir tarzı ile müstakil disiplin olmuş, İslâm'a hizmet etmiştir. Yaklaşımlar arasındaki ihtilafların sınırı ise, üst çatı olan Ehl-i Sünnet çerçevesinde belirlenir ve esasa dair bir problem kalmaz.
Nasıl ki, sırf zâhircilik olamayacağı gibi, zâhiri ihmal eden sırf bâtıncılık da olamaz ve şeriatın dışına düşme tehlikesi arz eder. İslâm'da zâhir-bâtın uyumu esastır, tıpkı insanda beden-ruh uyumu söz konusu olduğu gibi. İslâm, ona bağlı olan unsurları birbiriyle çatıştırmaz, tevhid sırrına doğru yol almalarını ister. Tenakuz ve çatışma varsa kişi ve ekollerden kaynaklıdır, temel ilkelerden değil. Bu hususta zâhirî ölçüleri fıkıhçılar belirlediği gibi, bâtınî (ahlâkî) ölçülerini de tasavvufçular belirler. Temel dört kaynakta ise (Kur'ân-Sünnet-İcmâ-Kıyas) Ehl-i Sünnet ulemanın ittifakı vardır.
İslâmî ilimlerin birliği mevzuuna temas etmek istiyorum. Bütün İslâm büyüklerini saygı ile anarak mevzuya girelim.
Tefsir ve hadis ilmi, dinin temeli olan nakilleri bize sağlam bir şekilde ulaştırır. Fıkıhçı bu nakillerden hükümler çıkarır ve bizlere amel için gerekli ölçüleri verir. Tasavvuf ilmi ise yine bu ölçülerden mülhem olarak nefs tezkiyesi ve kalbin temizliğini esas alır, hikmet-irfan kazandırır. Bu vasıf ise hem avama hem havasa faydalıdır. Kelam ilmi ise İslâm’ın inanç esaslarını izah, isbat ve müdafaa etmeyi üstlendi. Hadis müessesesinin ve isnad sisteminin hakkını ise her Müslüman teslim eder. Bu hususta hadisçiler insanüstü gayret gösterdiler. Onlar olmazsa hadisin sahtesi gerçeğinden ayırt edilemezdi. Keza tefsirciler, fakihler, kelamcılar ve mutasavvıflar da İslâm ümmetinin temel taşlarıdır. Müslüman için İslâmî ilimler bir bütündür.
Maksadımız ilimler arasındaki farkları anlamak ve hepsinin yerini doğru tesbit etmektir. Aslında dinî ilimler birdir ve bir noktada toplanırlar. Birbirleriyle çatıştırmaya gerek yoktur. Hepsi Allah’a ulaştıran ve İslâm’a pazarlıksız teslim olmuş yollardır. İslâm’ı anlamada bellibaşlı üç usûl vardır. Beyan (Fıkıh), Burhan (Kelam) ve İrfan (Tasavvuf) usulü. Bunlara zâhirci, akılcı ve bâtıncı da diyebiliriz. Bu usulleri iyi anlarsak, aralarındaki ihtilafların tabiî olduğunu ve bu usulleri birleştiren zü’l-cenaheyn şahsiyetlerin işin esasını gösterdiğini ifade edelim. İmâm-ı Gazâlî, İmâm-ı Rabbânî gibi şahsiyetler buna misaldir. Muhaddis-Fakih, Fakih-Muhaddis, Mutasavvıf-Hadisçi, Kelâmcı-Mutasavvıf gibi ilimleri birleştiren zatlardan bahsediyorum. Allah Resûlü bütün ilim ve irfan dünyasının kurucusudur ve bütün sahabîler bu nuru yansıtıcı aynadır.
Kâinatın Efendisi bütün ilimlerin kaynağıdır. Büyük sahabîlerde ilimler yavaş yavaş ayrılmaya başlar iken yine de onların bütün ilimleri birleştirici olarak “topluluk hakikati”ni tecelli ettirdiklerini söyleyebiliriz. Hicrî II. Asırdan itibaren ilimler ayrılmaya başlamış olup bunun da zarureten olduğunu ve her dâim ilimleri birleştiren zatların mevcudiyetini biliyoruz. İlimler arasındaki farkı izah edici ve onları birleştirici şöyle bir formülü de anlayış kolaylığı açısından nakledelim: “Bu soydan, ‘bâtın hissesiyle zâhirde’ ve ‘zâhir hissesiyle bâtında’ tecelli eden kahramanlardır ki,”
Allah Resûlü’nün bir sahabîye yaptığı şu duada zâhir-bâtın ve ilimlerin birlikteliğini de görmekteyiz. “Allah’ım! Onu dinde fakih kıl, ince anlayış sahibi kıl, dindeki anlayışını artır!”(4) Kâinatın Efendisi’nin bu duası sadece fıkıh ilmi ile uğraşanlara ait olmayıp kelam, tasavvuf vs. bütün İslâmî ilimlere şâmildir.
Her ilmin bir mâlumat tarafı bir de irfan tarafı bulunur. Demek ki tek kanatlı olmak yetmiyor. İslâmî ilimler de birbirlerinden pay almalı, ilme irfanı kurban etmemeli, tersi de olmamalıdır. Bütün ilim disiplinlerini mezceden küllî anlayış (fakih) sahibi çok yönlü âlimlere de işaret edelim. İmam Gazalî, İmâm-ı Âzam, İmam Şafiî gibi. Mütefekkirlerin ise hikmet plânında mezci bir vasfı olduğunu ve esasen küllî anlayış üzerinde olduklarını da hatırlatalım.
Geçmiş ulema zâhir-bâtın birlikteliğinin üstün örnekleri olmuştur. Ancak âlim kişi bir yönü ile temayüz etmiş olabiliyor. Ne bâtın inkâr edilebilir, ne de zâhirî ölçüler önemsiz olarak gösterilebilir. İslâmda kalb (ihlas) ve fiil (amel) birliktedir. İslâmî ilimlere de bu gözle bakılması ve farklılıkların da kendi içinde telif edilmesi icap eder. Farklı disiplinlerin ihtilâfları ise normaldir. Ancak bunun zıtlık ihtilafı değil, tenevvü (çeşitlilik) ihtilafı olması fayda sağlar. Mühim olan insaf sınırları içinde kalmaktır. İnter disipliner çalışan ve hikmet gözü olan (ilmi irfana bağlayan) şahsiyetlerin ise ihtilafları giderici ve öncü kişiler olduğunu hatırlatalım. Büyük mütefekkir ve âlimler mezcedicidir.
İmam Muhammed’e, “Niçin zühd eserleri yazmadın?” diyorlar. “Kitabu’l-büyû’ (alışveriş kitabı) var ya!” diyor. (5) Yani bölünmeyi kabul etmiyor. Zühdü, fıkhın içinde massetmiş.
Fıkıh, kelâm ve irfan geleneği aynı mecraya akan sular gibidir. Tekini ele alırsak problem çıkar. Müslüman da çapınca hepsini şahsında barındırandır. Zâhir ile bâtını hiçbir Müslüman ayırmaz…
Dipnotlar
1-Buhârî, İlim, 60.
2-Muhsin Koçak-Nihat Dalgın-Osman Şahin, Fıkıh Usûlü, Ensar Yayıncılık, İstanbul, 2013, s. 254-366.
3-Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, İbda Yayınları, İstanbul, 2004, s. 90.
4-Buhârî, Vudû 10.
5-Mâverdî, el-Hâvi’l-kebîr, Darü’l Kütübi’l-İlmiyye, Lübnan, 1999, Cilt 5, s. 11.
Baran Dergisi 744.Sayı
15.04.2021