Türkiye bir asırlık cumhuriyet serüveninin sonunda kesin kararla iki yoldan birini tercih etmek zorunda kaldığı ve geri dönüşü mümkün olmayan bir yol ayrımına gelip dayanmıştır. Bu iki yol, yüz yıl önce meccanen elde edilmiş hürriyetin tamamen kaybedilmesi yahut tamamen sahici hale getirilmesidir.
Yüce Devlet Osmanlı 1918 yılında İngilizler tarafından yenilmiş ve toprakları işgal edilmişti. Geri kalan bir avuç Anadolu toprağı üzerinde verilen Kurtuluş Savaşı sonunda Anadolu Yunan işgalinden ancak kurtarılabildi. Yok olmanın eşiğine gelmiş bu millet maddesiyle kurtulmuş olsa da, sahici bir kurtuluşa eremedi. Niçin sahici kurtuluş olmadığı malum; gövdesi kurtulan vatanın ruhu esir düşürüldü.
Peki sahici bir kurtuluş mümkün müydü? Dürüst olmak gerekirse böyle bir şeyin olabilmesi çok zordu, hatta mümkün değildi. Dünyanın en güçlü donanmasının Osmanlı başşehrine demir attığı demlerde erkek nüfusunu kaybetmiş Anadolu’nun gücü ancak bu kadarına yetebilirdi. Her ne kadar Musul, Batum, Batı Trakya vs. gibi bölgelerin terkedilişi tenkid edilse de tarihe geçmiş fatih ve Müslüman kimliğiyle Türkiye’nin o şartlarda nasıl var olabileceği doğru dürüst konuşulmamıştır. Osmanlı’yı yenmiş ve başşehrini işgal etmiş İngilizlerin bütün davası bu milleti fatih ve Müslüman kimliğinden dolayı düşman bilmek ve yok etmek iken, küçük veya büyük bir Türkiye’nin fiziksel açıdan var olmasına rıza göstermeleri nasıl sağlanabilirdi? Düşünün ki, askerî açıdan karada en güçlü olan Almanya’yı saf dışı bırakmış İngiliz, tarihe gömdüğü Osmanlı’dan geriye kalan son parça karşısında misilsiz derecede üstün ve avantajlı iken ne gibi bir sebeple istiklalimize rıza gösterecekti. Bizim açımızdan en az zararla içinden çıkılabilecek bir anlaşmadan başka çare bulunabilir miydi? Ya son neferine kadar savaşıp ölecek ya da bir gün tekrar ayağa kalkabilmek için sadece öldürülmemiş olmaya katlanacaktık. Lozan Antlaşması etrafında asıl konuşulması gereken bu çaresizliğin aleyhimizde istismar edilip edilmediğidir. Sonraki yıllarda olup bitenler bu istismarın destanına şahitlik eder. Neticede tamamı Osmanlı bürokratı olan kadro tarafından Osmanlı tasfiye edildi ve cumhuriyet kuruldu. Sonrası malum…
Düşman isteğini almış olma düşüncesiyle geri çekildikten sonra, Batı açısından zararsız, dişleri ve pençeleri sökülmüş, fatih dedelerine ve öz dinine yabancı bir millet yetiştirme projesi uygulamaya kondu. Öz vatanı Anadolu’da parya durumuna düşen bu millet, Kemalizm adıyla nam salan ideolojinin bekçileri tarafından, Batı değerlerinin hakimiyeti adına esir tutuldu. Özellikle askerî vesayet yoluyla bir tür modern yeniçeri tavrı gösteren devlet bürokrasisi bu operasyonun motor gücü olmuştur. Cumhuriyeti kuran Osmanlı bürokrasisi, 1950 yılında Müslüman milletin demokrasi yoluyla geri gelme hamlesini 1960 gece baskınıyla durdurdu ve 1961 anayasasıyla bürokratik oligarşi yahut vesayet rejimi kurdu.
Yahudi dönmesi sermayeyle ittifak halinde Batı kuyrukçusu Kemalist rejimi yürüten bürokrasi -özellikle askeriye- hayatından hep memnun yaşadı. Batılı emperyalistlerin hoşuna gitmek için takla atan, kendi milletine canı sıkıldıkça sopa çeken bu yapı için mevcut durum dünyada cennet demekti. Çünkü bu sayede Batılı efendileri her zaman arkalarındaydı. Şahane konforları içinde keyif çatarlarken hiçbir endişe duymadılar. Tepesinde gardiyanlık yaptıkları millet ise seçimden seçime ehveni şer siyasetçiler peşinde umut tüketerek istikbalini gözledi.
Geçen asır boyunca Batı bloku içinde kalarak hayatını sürdüren Kemalist askerî vesayet, 1990 yılı itibarıyla mevcut dünya düzeninin bozulmasıyla sarsıntı geçirdi. Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle dünya bir anda tek kutuplu hale gelmişken Irak lideri Saddam Hüseyin’in beklenmedik bir zuhurla dünya jandarması Amerika’ya meydan okuyup savaşa tutuşması, o güne kadar belli bir denge üzerinde yaşayan dünyayı alt üst etti. Bütün devletlerin Amerika’nın yanında Irak’a saldırmak için sıraya girdiği 1991 Körfez Savaşı sonunda Saddam her şeye rağmen ayakta kalmayı başardı. Hemen peşinden ABD ve İsrail uyduruk bir Kürdistan kurmak için kolları sıvayıp Türkiye’yi de işin içine sokmaya kalktı. Yani Anglo Sakson emperyalizmiyle ters düşmemeye yeminli vesayetçi cumhuriyet bürokrasisi için konforlu günlerin sonu geldi. Bir zamanlar bu milleti fatih ve Müslüman kimliğinden soyutlama karşılığında elde edilen sahte hürriyet ve öz milletine karşı Batı’nın müfettişliği rolü çöpe atılacaktı. Batı kuyrukçusu olarak Batılı olmayı da beceremeyen ve kaba taklitçi despotluktan öteye gidemeyen bürokratik vesayete artık yer yoktu. Bu proje açıkça başarısız olmuştu. Saddam’ın ardından İslam aleminde beliren Batıyla hesaplaşma hırsı ve savaş iradesi karşısında bu iradeyi içinden sabote etmek için 70’lerden beri tohumları ekilen “ılımlı İslam” projesi hızlandırıldı. Kenan Evren diktası döneminde zaten önü açılmış olan bu yeni aktörler karşısında eskiler 80’li yıllar boyunca ciddi reaksiyon göstermedi veya gösteremedi. Nihayet 1990 yılında Özal’ın TSK’yı ABD emrinde Irak’a göndermeye kalkmasıyla reaksiyon görüldü. Ondan sonra da “ılımlı İslam”, liberal yumuşaklar koalisyonunu oluşturan yenilerle uyuşmak veya yer değiştirmek istemeyen eskiler arasında çatışma başladı. 90’lara damgasını vuran cinayetler ve şüpheli ölümlere, Susurluk hadisesine ve 28 Şubat saldırısına bu gözle bakılmalıdır.
Bir tarafta Amerika emrinde uyduruk Kürdistan’a evet diyen liberaller ve ılıman İslam koalisyonu, diğer tarafta 20. yüzyıl boyunca Lozan sınırları içinde alıştığı rahatı kendi kazanımı zannederek rol devrine yanaşmayan Kemalist askerî vesayet arasındaki çatışmada daha üstün durumda görünen Kemalistler en ağır darbeyi Tayyip Erdoğan’dan yediler. 2002 yılındaki seçimde kendisini yemeye çalışan vesayetçilere karşı ılıman liberal kesimle mecburen işbirliğine giden Erdoğan, bu sayede Kemalist askerî vesayet rejimini yıktı. Akabinde 15 Temmuz’da Batı kuyrukçusu “ılımlı İslam” FETÖ ve bilumum liberal kesimi faka bastıran Erdoğan bu nevzuhur yeniçeri güruhunu da alt etmiş oldu.
15 Temmuz hadisesi, Türkiye’deki herkes için bütün sahtelikleri ortadan kaldıran, bütün hakikatleri açığa çıkartan, dolayısıyla da her kesimi gerçek kimliğiyle hareket etmeye mecbur bırakan bir turnusol kâğıdı oldu. Kalbinde iman olan hakikî vatan evlatları bir tarafta toplanırken, çeşitli sahte isim ve kimlik altında saklanan bütün din ve vatan düşmanları diğer tarafta ifşa oldu. Ne kadar kıvırmaya çalışsalar da artık içlerindekileri kusmadan konuşamaz hale geldiler. Halk arasında gerginlik ve kutuplaşma diye anlatılan şey, esasında herkesin gerçek kimliğiyle açığa çıkması, yani karşılıklı olarak herkesin birbirinin farkına varmış olmasındandır. Karşısındakini görmüş ve onun tarafından görülmüş olmanın dayanılmaz ağırlığı… Cumhuriyet kurulduğundan beri başta açık sonra gizli yapılan kavga tekrar açık hale gelmiştir diyebiliriz.
Geldiğimiz son noktada Türkiye Müslüman ve fatih kimliğine dönüp yeniden imparatorluk olma yolunda ilerleme imkânına sahiptir. Bununla beraber işler oldukça da karışık bir seyir izlemektedir. Çünkü tarafların kendi içinde kafa karışıklığı çoktur. Öncelikle eski sahte dünya içinde kalmak isteyenler, Abdülhamid Han’ı yıkmak isteyen İttihadçılar gibi Türk ırkçısından Kürt ırkçısına, din düşmanından “ılımlı İslamcı”sına kadar her türlü birbirine düşman ucubenin bir arada olduğu, ama İttihadçı liderler gibi ciddi bir liderlikten yoksun bulunan, gerek kadroları gerekse dayandığı kitleleri açısından son derece aciz ve kof bir kesim olarak meydanda. Bolca gürültü ve zırıltıyla ses getirip birbirlerini gazlayan bu kesimden Batılı efendilerinin çok umutlu olduklarını zannetmek de güç. Bu da hedef aldıkları tarafın lideri Erdoğan’ı Batı karşısında avantajlı hale getirmektedir.
Dinini ve vatanını sevenlerin tarafındaki manzaraya gelince: dayandığı halk kitlesinin sahip olduğu hırs ve irade çok güçlü, bu en büyük avantaj. Lider olarak dehası tartışmasız olan Erdoğan’ın başta olması da diğer büyük avantaj. Öte yandan Erdoğan’ın partisi fikirsizlik illeti ve içinde barındırdığı menfaatperest insanların çokluğundan dolayı muhalefette olmayı dahi hak etmeyecek derece çapsız. Bu haliyle devleti yönetme işinde kadro oluşturmak için gerekli insan kaynağını çıkarması imkânsız. Hatta partide ağırlığını kaybetmek istemeyen tuhaf bir kesim, Erdoğan’ı açıkça sabote etmekte ve onu destekleyen halkla arasını açmakta. Jakobenler veya Jön Türkler gibi parti veya fikir kulübü tarzında bir teşekkül de mevcut değil. Daha önce FETÖ’den darbe yemiş askerî bürokrasinin belli kesimleri ve MHP Erdoğan’la bir tür koalisyon oluşturmuş durumda.
Müslüman halkın ne istediği belli olmakla beraber, Erdoğan ve koalisyon ortaklarının hedef ve metodları bizce açıkça belli değil, bu da bu kesimin diğer bir zaafıdır. Erdoğan’ın şahsen hastalıklı demokrasiyi bayraklaştırması, MHP’de ve özellikle askeriyede Kemalist ideolojiyle hesaplaşma niyeti görülmemesi, kurtarıcılıkta ittifak etmiş bu kesimi yıkıcılıkta ittifak edenler karşısında geri duruma düşürmektedir. Girdiği her seçimi kazanmaya mecbur olan Erdoğan ve ortaklarının bir seçim kaybetmeleri, kurtarmak istedikleri her şeyi rahatlıkla tehlikeye atmaya yeter. Diğer tarafın yıkıcılıkta İttihadçılardan bile mahir olduğu apaçık ortada. Yanlarında yer alan hain sermaye sınıfının devlete ve halka göstere göstere - hem de dalgasını geçerek - attığı kazıklar da ortada. Niyetini saklama ihtiyacı duymadan alenen ihanetini sergileyen bu kesimin seçim kazanıp iktidara gelmesi zor da değil.
Dinini, vatanını ve milletini seven taraf bağımsızlık peşinde olmakla beraber, bir asırlık zihinsel hastalığını niçin terk edemiyor? Belki Batı karşısında eziklik duygusu hâlâ içlerinde devam ediyor veya İslam dinini folklor olarak gördükleri için daha fazlasının gelmesini istemiyorlar.
Kaderin şahane bir tecellisiyle Batı dünyası kendi içinde çok büyük bir çatışmaya girmiş ve bütün dünya gelecek endişesiyle şaşkınlığa düşmüş durumda. Bu şartlar, belli hedefi ve cesareti olanlar için çok büyük nimettir. Hal böyleyken bir asırdır mırıldanan tekerlemenin sonuna gelindiğini anlamadan yahut bile bile aynı sakızı çiğnemeye çalışarak bu ülkeye hizmet edilemez. Hainlere karşı ittifak etmiş olan Erdoğan, MHP ve bürokrasi yarım kurtarıcılıkta ısrar ederlerse -Allah korusun- sonuç yıkıcıların zaferi olabilir. Abdülhamid Han’ın merhametinin onun kendi sonunu hazırlaması gibi, hastalıklı zihniyeti terk etmemek de Türkiye’yi yıkıma sürüklemesin.
Aylık Baran 4. sayı
Haziran 2022