15 Temmuz’un üzerinden ne kadar geçti? Altı, altı buçuk ay... Peki, burası nasıl bir memlekettir ki; kendisini ana akım diye konumlandıran bir medya organı, o kanlı gecenin, şehitler gecesinin, ihanet gecesinin üzerinden daha bir yıl geçmemişken, başrol oynadığı 28 Şubat’ın sene-i devriyesinin arifesinde, çıkıp da “KARARGÂH RAHATSIZ” diye manşet atabilmektedir. Bu nasıl oluyor? Bir diğer taraftan uçaklarla, helikopterlerle, tanklarla millete hücum eden hainleri senelerce koynunda beslemiş ve büyütmüş “ocak”ın, 15 Temmuz gecesi kendi namusunu da hainlerin elinden alarak yine ocağa iade eden Müslüman Anadolu İnsanı’nın aslî değerlerinden “rahatsız”lık duyması... Nedir bu hâl?
Bu işin mazisine şöyle kısa da olsa bir göz atalım ve ardından tekrar bugüne dönelim...

1908: II. Abdülhamid zamanı... Dönemin basınında iki anahtar kelime var. Bunlardan birincisi hürriyet, ikincisiyse müstebit (diktatör). Bu iki kelimeyi takib eden diğer kelimelerse vatan hainlerinin ve millet düşmanlarının günümüze dek dilinden düşürmediği vatan-millet ve kardeşlik...

Devlet bürokrasisi içine tıpkı bugün olduğu gibi sızılmış vaziyette. II. Mahmut’un Yeniçeri’yi ıslâh etmek yerine imha etmesi ve akabinde başlayan Batılılaşma hareketi istikâmetinden şaşmış, Osmanlı ordusu içine Yahudi güdümündeki dönme ve masonların başı çektiği İttihat ve Terakki isimli paralel ihanet çetesi yerleşmiş vaziyette.

O zamanlar Yahudi’nin tek derdi para ile satın alamadığı Ulu Hakan Abdülhamid Han’ı tahttan indirmek ve “Devlet-i Ebed Müddet”i parçalayıp sınırları içindeki Filistin topraklarında bir Yahudi devleti peydahlayabilmek.

İttihat ve Terakki de şuurlu ve şuursuz kadrosuyla bu gayenin biricik vasıtası, Yahudi’nin gönüllü ve istekli kuyrukçusu... Aynı İttihat ve Terakki zihniyetidir ki, bugünkü Kemalizm’in de protoplazmasıdır...

Hâsılı kelâm, Abdülhamid Han’ın merhameti dolayısıyladır ki, has Anadolu erlerinden bir kuvvet tertib edilerek fesad yuvası hâline getirilmiş Selânik ve Manastır üzerine gidilmedi ve dönemin paralel ihanet çetesi İttihat ve Terakki isyanını sonlandırmak için ikinci kez Meşrutiyet ilân edildi.

1909: İkinci Meşrutiyet’in ilân edilmesiyle sonuçlanan hadiseler asıl neticesini bundan bir sene sonra, 1909’da verdi. Muhalif gazeteci Hasan Fehmi’nin Galata Köprüsü üzerinde kimliği belirsiz bir kişi tarafından öldürülmesi üzerine patlak veren 31 Mart Vakası, Selânik’ten gelen İttihat ve Terakki’ye bağlı paralel ordu diyebileceğimiz Hareket Ordusu tarafından bastırıldı. 31 Mart ayaklanması bahane edilerek, darbe yapmak suretiyle Abdülhamid Han tahttan indirildi ve yerine İttihat ve Terakki güdücüleri ne isterlerse yapması kaydıyla V. Mehmet Reşat getirildi.
***
Yahudi, dönme ve masonların güdümündeki İttihat ve Terakki’nin devletimize ve milletimize ettikleri de bununla kalmadı elbet. Milliyetçilik ve Batıcılık adı altında kendi milletinin ruh köküne düşmanlık bu dönemde başladı ve koskoca devlet, kendisini ilerici, aydın addeden bu vatan hainleri sayesinde Birinci Dünya Savaşı’na sokuldu; şuurlu bir biçimde budata budata küçücük Anadolu’ya mahpus edildi.

1919: Sultan Vahdettin Han, Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlub olarak çıkmamız ve İstanbul’un İtilâf devletleri tarafından kuşatılması üzerine, geniş bir selahiyetnâme ile beraber Mustafa Kemal’i, yeni bir ordu tertib etmek ve işgal kuvvetlerine karşı savaşmak üzere Anadolu’ya gönderdi. Peki, Mustafa Kemal ne yaptı? Osmanlı Devleti’nin kendisine vermiş olduğu imkânı, İngiliz ve Fransızlarla anlaşmak suretiyle Osmanlı’yı yıkmak için kullandı. (Fransızlarla alenen, İngilizlerle arka planda yapılan 1921 Ankara antlaşması esnasına kapalı kapılar ardında ne konuşulduğu açıklansın.) Osmanlı’dan devraldığı devlet mekanizmasının üzerine de milletin ruh köküne düşman başka bir rejim kurdu. Şartlar şöyleydi, bilmem ne böyleydi, falan, filan; geçiniz. Dünyanın neresine giderseniz gidin, birinin, kendisine sunulan imkânı kullanmak suretiyle imkân sağlayana karşı, kendi çıkarı istikâmetinde atacağı her adım ihanettir ve adımı atan da haindir...

23 Nisan 1920’de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi, Osmanlı başkentini ve vatanı işgalden kurtarmak gayesinden saptığı gün itibariyle paralel devlettir ve gerçekleşen hadisenin adı da askerî darbedir. İki kere iki dört ediyorsa, bu böyle… Lâfı eğip bükmeye lüzum yok... Zaten Kemalist tayfanın dobra tipleri bu hakikati teslim etmektedirler.

1960: İttihat ve Terakki’nin Hareket Ordusu ile beraber payitahta gelirken yanında getirdiği yalnız Yahudi, dönme ve masonlar değildi elbet... Bunlarla beraber bir de kısaca “millet bilmez biz biliriz” diye formüle edilebilecek olan jakobenizmdi. Bugün hâlen sağda solda artıkları kalmış Kemalizm de bu jakoben anlayışın bir mahsulüdür. Anadolu insanı da bu tiple “suyun öte tarafından gelenler” vasıtasıyla tanışmıştır. Kısaca tarif etmek gerekirse, her biri küçük birer “tanrıcık” olduklarından dini hakir gören bu kâfir taifesi, milletin âdetine, geleneğine, millîliğine ve hâsılı kelâm cemiyetin bizzat kendisine de düşmandır. Bu güruhun yuvalandığı yerlerden biri de, dayanak sınıfı bürokrasi olan Türkiye Cumhuriyeti’nde, tabiî ki bürokrasidir.

1946 senesine kadar zaten tek parti ile idare edilen “demokratik” Türkiye’de, askerî bürokrasi içine yuvalanmış jakobenlerin siyasî iktidara el koyması çok da gecikmemiştir.
27 Mayıs 1960’ta yapılan ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde gerçekleşen ilk askerî darbedir. Dönemin Genelkurmay Başkanı da dahil 200’den fazla general, Cumhurbaşkanı Celâl Bayar ve Başbakan Adnan Menderes yönetime el koyan darbeciler tarafından tutuklanmıştır. 37 düşük rütbeli subay tarafından planlanıp icrâ edilen darbe, emir komuta zinciri içinde yapılmamıştır. Darbeden sonra bu subaylar ve Emekli Orgeneral Cemal Gürsel in oluşturduğu Millî Birlik Komitesi ülke yönetimini üstlenmiştir.

27 Mayıs 1960’tan, seçimlerin yapılarak normal yaşama geçildiği 15 Ekim 1961 yılına kadar geçen sürede, askerin Milli Birlik Komitesi eliyle cunta olarak iktidarda olduğu dönemdir. Daha sonra 9 Temmuz 1961’de kabul edilen ve 1961 Anayasası olarak da bilinen anayasa değişikliği, 1924 Anayasası’nı yürürlükten kaldırmıştır.

Dönemin iki bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan ve başbakan Adnan Menderes askerî darbe sonrası yapılan yargılamalar neticesinde idam edildi.

Bu arada girişilen bildiğimiz üç, belki bilmediğimiz onlarca cunta teşkili, bastırılmış darbe teşebbüsü daha vardır. Aydemir en meşhurudur.
1971: 12 Mart 1971 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri komutanı Faruk Gürler, Deniz Kuvvetleri komutanı Celal Eyiceoğlu ve Hava Kuvvetleri komutanı Muhsin Batur’un imzasıyla Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a bir muhtıra vererek hükûmetin istifaya zorlandığı askeri müdahaledir. Bu darbeden bir hafta evvel de Madanoğlu cuntası tasfiye edilmiştir. Bunların hepsi Kemalist tayfadır bu arada.

1980: Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 12 Eylül 1980 günü emir-komuta zinciri içinde gerçekleştirdiği askerî müdahaledir. 27 Mayıs 1960 darbesi ve 12 Mart 1971 muhtırasının ardından Türkiye Cumhuriyeti tarihinde silahlı kuvvetlerin yönetime üçüncü açık müdahalesidir. Bu müdahale ile Süleyman Demirel’in Başbakan’ı olduğu hükümet görevden alındı, Türkiye Büyük Millet Meclisi lağvedildi, 1961 Anayasası kaldırıldı, bütün derneklerin faaliyetleri de durduruldu. Parti liderleri önce askerî üslerde gözetim altında tutuldu, ardından yargılandı.
Darbeden sonra 1982 Anayasası hazırlanarak, 1983 yılında siyasî partilerin yeniden kurulmasına izin verildi.

1997: 28 Şubat 1997’de yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sonucu açıklanan kararlarla anılan, aslında 3 yıl öncesinden, 1994 yılbaşından itibaren başlayan ve irticaya karşı olduğu iddia edilen süreç. Yaşananlar, çeşitli kaynaklar tarafından post-modern darbe olarak adlandırılmıştır.

2007: Türk Silahlı Kuvvetleri adına Genelkurmay Başkanlığı’nın Cumhurbaşkanlığı seçimi dolayısı ile 27 Nisan 2007 tarihinde gece saat 23:20’de yaptığı, “sözde değil, özde laik” açıklaması… Bu açıklama bazı siyasetçi ve gazeteciler tarafından bildiri internet aracılığıyla verildiği için “e-muhtıra” olarak da adlandırılmıştır.

2016: 15-16 Temmuz 2016 tarihleri arasında Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde kendilerini Yurtta Sulh Konseyi olarak adlandıran, Kemalist subayların bir kesimini de yanına alan FETÖ’cü bir grup askerin giriştiği darbe teşebbüsü. Bu teşebbüsü bugüne kadar olan diğerlerinden ayıran hususiyetiyse, senelerdir Türkiye’de bürokrasiyi elinde tutan “sözde değil özde” Kemalistlerin “jön” değil, yan rolü oynamalarıdır.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin resmî internet sitesi ve TRT’de yayınlanan bildiride ordunun yönetime el koyduğu ifade edilerek ülkede sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Uyan olmadı.

İstanbul’daki Boğaziçi ve Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün asker tarafından kesilmesi ile başlayan süreçte, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı İsmail Kahraman ve yaklaşık 50 kadar milletvekilinin mecliste bulunduğu sırada F-16 savaş uçakları meclis üzerinde uçuş yaparak parlamentoyu dört kez bombaladı. Ankara’nın Beştepe semtinde bulunan Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na bombalama girişiminde bulunulsa da başarılı olunamadı, Muğla’nın Marmaris ilçesinde bir otelde bulunan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a karşı suikast girişiminde bulunuldu. Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, Kara Kuvvetleri Komutanı Salih Zeki Çolak, Hava Kuvvetleri Komutanı Abidin Ünal ve Jandarma Genel Komutanı Galip Mendi darbeyi gerçekleştiren askerler tarafından rehin alındı.

Gelişmeler üzerine Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, CNN Türk’te FaceTime aracılığı ile gerçekleştirdiği bağlantıda darbecilere hiçbir şekilde imkân tanınmayacağını ifade ederek halkı darbeye tepki göstermek için meydanlara ve havalimanlarına çıkmaya davet etti. Çağrının ardından, Türkiye’nin birçok ilinde halk ile asker arasında çatışmalar yaşandı ve darbe karşıtı protesto gösterileri düzenlendi.

16 Temmuz sabahı, Türk Silahlı Kuvvetleri ve Emniyet Genel Müdürlüğü personelinin gerçekleştirdiği operasyonlar sonucunda darbe girişimi bastırıldı ve askerler silahları ile birlikte teslim oldu. Olaylar sonucunda 104’ü darbe yanlısı asker öldürüldü, 300’e yakın vatandaş şehid oldu ve 1491 kişi yaralandı. Farklı rütbelerden 8036 asker gözaltına alındı. Yargı ve sivil siyaset mensupları dâhil olmak üzere toplam gözaltı sayısı 22 Temmuz tarihi ile birlikte 10 bini buldu. Bunun yanı sıra askerî, idarî ve adlî bürokrasiden birçok kişi görevden alındı.
Gülen Hareketi destekli askerî darbe girişiminin ardından İstanbul Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı ve Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Türk Ceza Kanununun anayasal düzene karşı suçlar kapsamında yer alan ‘cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Büyük Millet Meclisini ve Türkiye Cumhuriyeti hükûmetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini kısmen veya tamamen yapmasını engellemeye teşebbüs’, ‘Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya veya bu düzen yerine başka bir düzen getirmeye teşebbüs’, ‘halkı, Türkiye Cumhuriyeti hükûmetine karşı silahlı isyana tahrik’ ve ‘cumhurbaşkanına suikast’ suçlarından soruşturma başlatıldı. 21 Temmuz’da Millî Güvenlik Kurulu toplantısı sonrasında, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından anayasanın 120. maddesi gereğince üç ay süreyle olağanüstü hâl ilan edildi.

Neticede
Selânik’i kendisine üs edinmiş olan Sabetaycı, dönme ve masonun İttihat ve Terakki adı altında Anadolu’ya taşıdığı ve bugün de can damarlarının çoğu kesildiği hâlde Kemalizm diye yaşatılmaya çalışılan necis zihniyet, mukaddes Anadolu topraklarından kazınmadıkça, biz daha çok Dünya Savaşları kaybeder ve daha çok 15 Temmuz’lar görürüz.
Siyasî iktidar “denize düşen yılana sarılır” hesabı FETÖ’cülerden boşalan bürokrasiyi bunlarla doldurarak, can çekişmekte olan Kemalizme serum bağlıyor olduğunun farkında değil. Hem zaten atasözünden muradın denize düşen adamın, sarıldığı yılan tarafından sokulacağı olduğu da aşikâr...
***
15 Temmuz’un üzerinden daha bir sene geçmemişken, bu memlekette bir gazete çıkıp da “karargâh rahatsız” diyebiliyorsa ve daha da vahimi o karargâhta hakikaten de rahatsız olan birileri varsa, bu,  aradan geçen altı-altı buçuk aylık zaman zarfı iktidar tarafından yalnız çarçur edilmiş demek değil, aynı zamanda iktidar Kemalizmi hortlatıyor da demektir.
***
Kışlalardan birinin kapısında, 15 Temmuz gecesi milletle kucaklaşan temiz yüzlü bir yüzbaşı bağırıyordu; “Biz sizdeniz, siz de bizden.” diye... Bu cümle iktidarından medyasına, bürokrasisinden sermayesine kadar iyice bellensin. Siz artık ya bizden olacaksınız, ya onlardan. Bunun arası, lâm’ı, cim’i yok. Bu millet, 15 Temmuz gecesi kışlanın kapısına dayandığı gibi yarın ruh kökü olan İslâm’a ve bizzat kendisine düşmanlık etmekten hâlâ çekinmeyen sizin kapınıza da dayanacak. Bundan hiç şüpheniz olmasın. Ve şüphesi olan, tecrübe etmek isteyen olursa da, buyursun gelsin...
Milletçe bekliyoruz!..

Baran Dergisi 529. Sayı