Esasına bakacak olursak, yalnız biz değil, bugün hangi millet ve inanca bağlı olursa olsun bütün bir insanlık varoluş krizinin pençesinde kıvranıyor. Hasılı kelâm, yaşadığımız varlık krizini aşmanın yolu Gazze’de yaşananlara verilen tepkilere bakıldığında görüleceği üzere sekülerleşmekten değil, Gazzeliler gibi İslâmlaşmaktan geçmektedir.
Yaşadığımız günlerde şiddetle idrak ettiğimiz tek hakikat, Allah’ın ne kadar merhametli olduğu. Öyle ya, en şerefli ve en süfli olma istidadıyla yaradılmış insanlık kadrosunun, topyekûn esfel-i sâfilîn safında toplaşmış olması karşısında Allah’ın bizi hâlen helâk etmiyor oluşu, başka türlü nasıl izah edilebilir?
Gazze’de yaşanan mezalim karşısında bir futbol takımının taraftarı kadar bile tepki veremeyen Müslümanların vaziyetinden tutalım da, kendi nefsimize ettiğimiz gündelik zulme dek, her tonda küfür renklerine bürünerek kirlettiğimiz, alçalttığımız dünyamıza mukabil Allah hâlen rahmetiyle tecelli ediyor, kapıları kapamıyor.
İtikat ve Amel/İman ve Aksiyon
Memleketimiz özelinde bakacak olursak, azınlık noktasında çeşitli sapkın akımlardan bahsedebilecek olsak da, inanç bakımından biz yolu, izi bilmeyen bir millet değiliz. Bizim sorunumuz, yolu, istikameti bilmemekle alâkalı değil zaten. Bizim esas sorunumuz inandığımız ile yaptığımız arasındaki bağdaşmazlık. İnandığımız gibi yaşamıyoruz ve bunun neticesinde de yaşadığımıza inanmaya başlıyoruz. Bilhassa bizim inancımız olan İslâm’ın iman ile amelinin birbirine sımsıkıya perçinli olmasının “niçin”ini de bu vesileyle idrak ediyoruz. Aksiyon, amel kalıbına tab’ edilmeyen inanç yahut fikir pörsüyor, neden, niçin ve nasıl suallerine hayatın içinden kanlı canlı yanıtlar verilemediğinde şuursuzluk hâli doğuyor ve gerçeklik hakikat olmaktan çıkarak adeta hayalî bir âlemin gerçekliğine dönüşüyor.
Oduna bile inanmaktan aciziz
Üstad Necib Fazıl İman ve Tefekkür adlı eserinde der ki:
- “Bir gün, benim mensup olduğum ve büyüklerin büyüğü bildiğim Veli, bana şöyle dedi:
«İnanmak o kadar mühim şeydir ki, istersen bir oduna inan!» İnanmanın hakikati İslâmdır ve dindir. Fakat yalanı bile, bakın, ne kadar verimli, inanmanın…”
İnandığı gibi yaşamamak, neticesinde hasbel kader de olsa bir inanışa değil, inançsızlığa çıkıyor. Bunun neticesinde de oduna bile olsa inanmayan bir topluluk hâline dönüşüyoruz, işin esas vahim tarafı bir de inandığımızı sanarak…
Gerçeklik Seviyesi
Burada da mesele diğer bir yönüyle gerçeklik seviyesi bahsine geliyor tabii. “Şuur seviyesinde meydana gelen her değişimin gerçeklik seviyesinde meydana getireceği değişim” ölçüsünü başa alarak konuşacak olursak, şuur seviyesinde meydana gelen yalnız müsbet değişiklikler değil, aynı zaman da menfi değişimler de gerçeklik seviyemiz üzerinde etkili oluyor.
İnananların gerçekliği ile inanmayanların kurduğu sunî düzenlerin gerçeklik seviyeleri tabiî olarak birbiriyle uyuşmuyor. Hayat hangi gerçeklik seviyesinde yaşanıyorsa, canlılık umumiyet nazarında bu gerçeklik seviyesine bağlı olarak şekilleniyor. Hani şu “herkes böyle yapıyor” hikayesi. Herkesin müşterek gerçekliğinin, “iyi, doğru ve güzel” kıstasları karşısında hesaba çekilmeksizin, şuursuzluk hâlinden istifade ederek kurduğu çarpık hâkimiyet hikayesi…
İnsanın Dört Ana Sütunu
İnsan açısından bakacak olursak; şecaat, adalet, iffet ve hikmetin marjinalleştiği, insanı insan yapan bu dört ana sütün dışında kalan ve insanı esfel-i sâfilîne kadar sürükleyebilme potansiyelini haiz, ölçütsüz ve kontrolüz hayvanî inisiyakların ise normalleştiği bir zaman. Vardıran, daha doğrusu olduran kapıların girişinde yazan aşk, samimiyet ve muhabbetin masallaştığı… Şahsiyet kalibresindeyse yalnız sahib olunan servet ölçüsüne bakıldığı…
Aşure
Memleketin yahut siyasetin böyle bir gündemi yok tabiî. Bilhassa Ak Parti iktidarları döneminde yetişmiş, bugün yaşı 30’a dayanmış bütün bir gençliğin hâli pür melâli ortada. Ak Parti öncesi nesiller somaki küfür iktidarları döneminde rejimin gerçek yüzünü tanımış ve bu süreçte maruz kaldıkları muamele dolayısıyla en azından bir tepki olarak bile olsa, inançlarıyla sıkı bağlar kurmuşlardı. Ak Parti iktidarı döneminde yetişen genç nesil, rejimin aslı yerine ne idüğü belirsizleşerek aşureleşmiş bir yüzüyle muhatab olduğu için refleks olarak bile inancıyla arasında bağlar kuramadı.
Silahlar sustuğu zaman inanacak bir şey kalmadı
Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “Adalet Mutlak’a” başlıklı konferansında, ““Silâhlar sustuğu zaman, gazetecinin konuşacak bir lafı kalmıyor… Veyahut da silâh yerine başka bir şey olarak “o yedi, bu bunu itti” falan filan… Şimdi mevzuu şundan ibaret; sen şuraya geldin, senin hiçbir düşmanın da yok, sen buraya nasıl bir şey teklif ediyorsun? Hangi düşünceyi teklif ediyorsun? Şimdi böyle bir durumda kalır kalmaz herkes kendine düşman aramaya başlıyor, çünkü düşman yoksa, kendi de yok gibi bir vaziyette…” dediği yere geldik. Silahlar sustuğu zaman, konuşacak bir şeyimiz olmadığı gibi acaba inanacak bir şeyimiz de mi kalmıyor geriye? Yahut amel edecek bir inancımız?..
Ak Parti iktidarları döneminde pek çok kesimin talepleri karşılandı. Müslümanlar özelinde konuşacak olursak, senelerdir küfür rejimi ile Müslüman millet arasında mevzileşen başörtüsü ve Ayasofya talepleri Ak Parti tarafından karşılandı. Yâni bu mevziler kapandı ve silahlar sustu. O ândan itibaren, esasında çatışmanın bir esasa müteallik değil de semboller çerçevesinde yaşandığı ortaya çıkmış oldu. Küfür rejimi yıkılıp, yerine insan ve toplum meselelerine çözüm getiren “Mutlak Fikir”e bağlı bir dünya görüşüne uygun düzene geçilerek, yaşanmaya değer bir hayat inşa edilmemiş olmasına rağmen, birçoklarının meselesi bu iki sorunun ortadan kalkmasıyla beraber bitmiş oldu.
Seçim son mu başlangıç mı?
İktidardaki Ak Parti ve seçmeni açısında ta Ak Parti’yi kapatma ve hattâ Erdoğan’a getirilen siyasî yasaktan beri yaşanan mücadele yalnız sandığa irca edildi. Seçim, seçim, seçim… Memleketin tek ulvî ideali seçim kazanmaya bağlandı. Ak Parti’yi, Erdoğan’ı seçelim ve ne olursa olsun onu iktidarda tutalım. Tamam, buna kimsenin itiraz ettiği yok, Erdoğan’ı seçelim seçmesine de mesele burada bitiyor mu, yoksa başlıyor mu ona karar verelim. Seçtik, bitti mi? Yoksa, seçtik ve şimdi bizim, seçmenin beklentilerini ve hatta buna ilâveten seçmene bekletilmesi gerekenleri gerçekleştirmek üzere meselenin yeni mi başlaması gerekiyordu?
Sekülerizm
Sekülerizm, toplum dışında sermaye ve devlet açısından bulunmaz nimet. Toplumu meydana getiren kesimlerin bütün çıkıntılarının törpülendiği, farklılıkların birbirine benzeştiği, çatışmaların nihayete erdiği ve milletin gerek oy gerekse para açısından sağılmaya tamamen hazır bir inek sürüsüne dönüştürülmesine hizmet eden sekülerizm, Ak Parti iktidarları sürecinde, Türkiye’de, ehl-i küfür batıcıların kendileri dışında kalan herkesi öteleyerek, efendilik tasladıkları laik hâkimiyeti yerine ikâme edildi.
Herkesin birbiriyle benzeştiği toplumlara bir şeyler satmak, cebinden parasını almak kolaylaşıyor. Oylarını toplayıp, kontrol altında tutmak da basitleşiyor. Buna karşılık sekülerizmin fert ve toplumda doğurduğu varoluş krizi ise ıskalanıyor.
Varoluş Krizi
Varoluş krizi, fert, toplum ve hatta toplumun kurmuş olduğu en büyük organizasyon olması hasebiyle devletin hayatın/varlığının anlamı, gayesi, kıymeti ve kendi varoluş gerekçesi hakkında derin bir sorgulamaya girdiği bir durumu ifade eder. Bu kriz genellikle kişinin hayatının temel meselelerini sorguladığı, kendi hüviyeti ve değerleriyle ilgili belirsizlik, karmaşa yaşadığı bir dönemde ortaya çıkar.
Varoluş krizindeki belirtiler değişiklik gösterebilir, ancak genellikle şunları içerir:
Kişi yahut toplum, hayatın anlamını, gayesini ve değerini sorgular, bu konularda derin bir arayışa girer. Kendi hüviyeti ve değerleri hakkında belirsizlik yaşar ve kendini tanımlamakta, varolmakta zorlanır. Hayatından ve mevcut durumundan memnuniyetsizlik hisseder, tatminsizlik yaşar ve bunun neticesi olarak ruhî bir huzursuzluğa gark olur. Ölüm ve varoluşun sonu hakkında, baktığı çerçeveden cevabını bulamadığı sorular karşısında endişeler taşır ve ölümsüzlük arayışına girer. Sahip olduğu değerleri, inançları ve hayat tarzını sorgulamaya başlar. Kendine yönelik eleştirilerde bulunabilir ve ruh-nefs çatışmaları yaşayabilir.
Ölüm Odası
Esasına bakacak olursak, yalnız biz değil, bugün hangi millet ve inanca bağlı olursa olsun bütün bir insanlık varoluş krizinin pençesinde kıvranıyor. Neticesinde doğduğumuz ândan itibaren hepimiz ölüm odasına giriyor ve ölümle beraber gerçek hayata uyanarak, bu zaman zarfındaki hayatlarımızın hesabını veriyoruz. İşte, bu odada yaşananların hesabını verebilmenin, varolmanın hakkını verebilmenin tek yolu İslâm’dan geçiyor.
Bugün Gazze’de yaşadıkları mezalim karşısında Müslümanların göstermiş olduğu şecaatin, sekülerleşmeye başlamış Müslümanlardan ziyade hakikaten seküler Batılılara teshir edilişindeki hikmeti, “Bir ilmin butlanı müntehasında belli olur” ölçüsünde aramak icab eder.
Hasılı kelâm, yaşadığımız varlık krizini aşmanın yolu Gazze’de yaşananlara verilen tepkilere bakıldığında görüleceği üzere sekülerleşmekten değil, Gazzeliler gibi İslâmlaşmaktan geçmektedir.
Akıncı Millet
Şöyle bir savrulduk, ama artık tamam. Şimdi artık tarihî misyonumuzu üstlenmek üzere hazırlanmamız gerekiyor. Bu da yalnız muşamba dekoru kabartmaktan, savunma sanayini kalkındırmaktan değil, o sanayiyi işletecek Akıncı Milleti yoğurmaktan geçiyor.
İslâm inkılâbı, insan ve toplumu değiştirmek, ferdin fertten, ferdin toplumdan ve toplumun fertten razı olacağı, ferdin iç düzeni, fert ile toplum, toplum ile fert arasındaki düzeni kurmak, insanı eşya ve hadiselerin hükmünden çıkarıp, eşya ve hadiseleri insanın hükmü altına almak iddiasındadır. Ki bu yalnız kuru bir iddia değil, tarihin farklı zamanlarında defalarca kez Müslümanlar tarafından tecrübe edilmiş inkılâbın bugün yeni bir anlayışla yeniden gerçekleştirilmesinden ibarettir.
Rönesans’a Garblı, “kilise saçmalığına karşı aklın intikamı” der. Aklın, kiliseden intikamı. Bizim yeniden doğuşumuz, Rönesansımız ise ruhun intikamı olacak. Ruhundan arındırılmış ve madde planına prangalanarak eşya ve hadiseler karşısında mahkûm edilmiş akıldan, ruhun intikamı!
Her şeyi teshir edecek, tam bir madde hakimiyeti kuracak ve bunun içli dışlı dünya görüşünü de Batılı ve Batıcılarınki gibi dayanaksız şekillerde değil, İslâm’a bağlı, en kemalli şekilde tesbit ve tanzim edecek, hadisata da derinliğine ve genişliğine nüfuz edeceğiz!
Bu da tabiî olarak yeni bir insan, yeni bir rejim ve yeni bir toplum idealinin gerçekleşmesiyle mümkün olacak.
***
Muhtemelen yeni bir dünya savaşının eşiğinde olduğumuz bugünlerde, Batı’nın çözüme kavuşturamadığı için savaşa mahkûm etmek zorunda kaldığı sorunlar yumağının kuyruğunda savrulacak mıyız, yoksa yeni bir dünya için, yeni ve yaşanmaya değer bir hayatın rejimini mi inşâ edeceğiz?
Biz diyoruz ki, içinde kıvrandığımız bu varoluş krizinden yok olarak değil, varolarak çıkalım. Ya varolacağız yahut kıyamet koparken story atmak için video çekmeye devam edeceğiz.
Aylık Baran Dergisi 26. Sayı, Nisan 2024