Geçtiğimiz günlerde, bir takım resmî işler dolayısıyla adliyeye düştü yolum. İşlemlerin halledilmesini koridorda beklerken bir konuşmaya şahit oldum. Savcı oldukları sadece önünde durdukları odaların kapısındaki yazılardan ve birbirlerine hitap tarzlarından belli olan üç kişi kapıdan kapıya muhabbet ediyor. Savcılardan birisi diğerine sesleniyor, “Sayın savcım buyurun bir orta şekerli kahvemi için…” diye, seslendiği savcı ise “Sabahtan beri bir orada bir burada kahve içip duruyoruz, bir iş yaptırmadınız.” şeklinde cevap veriyor. O sırada karşı odadaki üçüncü savcı dahil oluyor: “Sanki her gün sabahtan akşama kadar çalışıyorsun da bugün eksik kaldı, gel bir kahvede orada içelim.” Teklifin yapıldığı savcı bey kısa bir süre düşünüyor, sağa bakıyor sola bakıyor, “Doğru diyorsun be, beklesin işler!” dedikten sonra “Kahvem orta şekerli olsun.” diye siparişini veriyor.
İlk bakışta “masum” bir sohbet gibi görülen bu hadise, adaleti tesis etmek noktasında ehemmiyetli vazifelerde bulunan insanların lakayt vaziyetini göstermesi bakımından, Türkiye’deki yargı müesseselerinin içler acısı hâlini idrak etmek için sayfalarca okumaktan, dinlemekten, yazmaktan daha tesirli bir niteliğe sahip olabilir.
“Erciş Adliyesi’nde adli emanet bürosuna teslim edilen malzemeleri gizlice satan ve aralarında kamu görevlilerinin de bulunduğu bir şebeke deşifre oldu. Geçen yıl yapılan ancak detayları yeni ortaya çıkan operasyonda, Emanet Bürosu Müdürü M.Z’nin yanı sıra sahte tutanakların altında imzası bulunan 4 savcı da yargılanıyor. Aralarında Erciş Adliyesi Emanet Bürosu Müdürü M.Z.’nin de bulunduğu bir şebeke, ilçede yapılan uyuşturucu, tarihi eser kaçakçılığı, sahte para operasyonlarının ardından adli emanete teslim edilen malzemeleri piyasaya sürerek satışa sundu. Ele geçirilen 300 kilo eroinin yerine un koyan, emanet edilen parayı imha ettiklerine dair sahte evrak düzenleyen şebeke üyeleri, 10 yıl boyunca 6 ayda bir yapılan sayıma rağmen adli emanetleri dışarı çıkararak satmayı başardı.”
Hele ki, şu haberle birlikte düşünüldüğünde üç savcı arasındaki sohbet daha bir “masum” gelebilir; fakat zannımca öyle değildir. Çünkü insanların şahsî olarak bozulması-yozlaşması bir anda olmaz, yavaş yavaş gerçekleşir. Buraya bir mim koyalım…
Sistemli bir yapısı, oturmuş bir denge ve kontrol mekanizması olmayan devletlerde yozlaşmanın en hızlı yayıldığı müesseselerin başında yargı kurumları gelir. Devletin temelini teşkil eden adaleti sağlayamayan bu devletler, tabiî olarak devlet olma vasfını yitirerek “üstünlerin hukuku”nun geçerli olduğu, yozlaşmanın kılcal damarlarına kadar sirayet ettiği ucube yapılar hâline dönüşür. 20. yüzyılda inşa edilen sömürge rejimlerinin tamamı bu hastalık ile maluldür. Çünkü bu rejimler, modern sömürgeciler tarafından kendisiyle işbirliği yapmaya gönüllü olan “üstün”lerin, dolayısıyla kendilerinin menfaatlerini korumak üzere kurgulanmıştır.
Maalesef Türkiye Cumhuriyeti de bu devletler sınıfından bir devlettir ve adalet mekanizması kurulduğu günden bugüne arızalı olagelmiştir. Bugün yargıya güvensizliğin konuşulduğu memleketimizde İstiklâl Mahkemeleri, Devlet Güvenlik Mahkemeleri, Özel Yetkili Mahkemeler gibi acı tecrübelerin yaşanmış olması, hukuksuzluğun bu devletin temelinde olduğunu, bir rejim problemi olduğunu gösteren en bariz misallerdendir.
“Üstünlerin hukuku”nu muhafaza etmek maksadı üzerine bina edilen Türkiye’de Batıcı rejim Müslüman Anadolu halkını ezerken kendi burjuvazisini ve bürokrasisini oluşturmuştur. Hukuk önünde eşitlik prensibi bu imtiyazlı zümreler arasında işletilirken Müslüman Anadolu ahâlisi ikinci sınıf insan muamelesi görmüş; bu zümreler âdeta halka musallat olmuş, malını-mülkünü yağmalamış, yeri gelmiş canına kastetmiştir. Batıcılık müşterek paydasında buluşan şahısların isimleri, cisimleri ve iltisakları değişse de sistem devam etmiştir.
Buna mukabil son günlerde Türkiye’deki yargı mekanizmasının son dönemde “bozulma”ya başladığına dair bir intiba oluşmaktadır. Oysaki geçmişten verilen misallerle birlikte rahatlıkla görüleceği üzere Türkiye’de hukuk sistemi “üstünlerin hukuku”nu korumak üzere kurgulanmıştır. Bugün, devletin kimin elinde olduğunun belli olmamasından dolayı yaşanan belirsizlik ve kitle iletişim vasıtalarının yaygınlaşmasıyla perdenin kalkması sebebiyle her gün, sosyal medyadaki gündeme göre yargılamaları, gereksiz yere bekletilen dosyaları, usulün zerre sallanmadığı davaları tartışıp duruyoruz. Aslında böylece, Türkiye’de hukukun adaleti tesis etmemek (!) üzere kurgulanmış olduğunun da sağlaması yapılıyor.
Mim koymuş olduğumuz yere dönersek… Türkiye’de sistem öyle kurgulanmıştır ki, içine aldığını kendi rengine bürür, kendileştirir ve düzenin adamı haline getirir. Dolayısıyla sisteme dahil olan fertler idealist olsa dahi tek başına yapabilecekleri bir şey yoktur. İlk başta girdiklerinde sudan çıkmış balığa döndükleri hukuk sistemi içinde, zamanla hukukunu muhafaza ettikleri üstünlerden arta kalan parsayı da kendi menfaatleri için kullanmanın yollarını arar duruma gelmeleri kaçınılmazdır. Dolayısıyla bu sarmaldan çıkışın yolu, topyekûn bir ihtilâl ve inkılâb sürecinden geçmektedir.
Esasında, bu hafta sene-i devriyesi olan 15 Temmuz halk ihtilâlinin yaşanmış olmasına rağmen hâlâ bu meseleleri tartışıyor olmamızda, en az iktidarın muvazaacı politikaları kadar, Müslümanların da olması gerekenin ne olduğu konusunda hâlâ müşterek bir şuur inşa edememesinin de tesiri fazladır