Kuzey ve Güney Amerika, Avrupa’dan göç eden İngiliz, Fransız, İspanyol ve Portekizli halklar tarafından istila edilmiş topraklardır. Başlangıçta Avrupa’da uzun yıllar süren mezhep savaşlarından kaçanların, akabinde ise yoksullar ve suçluların istilasıyla beyaz Anglo-Sakson Protestanların ana unsurunu oluşturduğu topluluklar tarafından kurulan ABD, daha sonraki yüzyıllarda Almanlar, İtalyanlar ve İskandinavların da tercih ettiği bir ülke haline gelirken; “Amerikan rüyası”nın global bir hâl almasıyla beraber tüm dünya ülkelerinden ABD’ye “özgürlük ve refah” arzusu duyan insanlar tarafından bir göç dalgası başlatılmıştır. Elbette dinî özgürlüklerin mevzu olması Yahudilerin de niçin Amerika’yı tercih ettiğini izah etmektedir. Buradan hareketle Amerikan halkı diye bir kavramdan söz edecek olursak buluştukları müşterek paydanın “özgürlük” ve “refah arayışı” olduğunu söyleyebiliriz. Esasında Amerikalıların Protestan ve Yahudiler için dinî özgürlük ve refah müşterek paydasında bir araya gelmiş bir toplum olması, bugün içinde bulundukları hâli de izah etmektedir.
Amerika kıtasına Avrupalıların göçü 16. yüzyıl itibariyle başlar. Bilindiği üzere ABD’nin bulunduğu Kuzey Amerika kıtasında İngilizler hâkimiyeti sağlar ve burada koloniler kurar. Bu koloniler ilk olarak Kuzey Amerika’nın doğusuna kurulur. Britanya İmparatorluğuna bağlı olarak onun atadığı valilerle yönetilir bu koloniler. İngiltere’nin Kanada için Fransa’ya, Florida için İspanya’ya savaş açması ve bu savaşın maliyetlerini Amerika’daki kolonilerden aldığı vergilerle karşılamak istemesi, dolayısıyla kolonilerin vergi yükünün artması Kuzey’den başlamak üzere bağımsızlık fikrinin yaygınlaşmasına sebep olur. İngiltere ayaklanmaları bastırmaya çalışsa da başarılı olamaz ve 1776’da “Bağımsızlık Bildirgesi” yayınlanır. 1783’te İngiltere 13 koloninin bağımsızlığını tanırken, 1787’de “Philedelphia Konvensiyonu” oluşturulur ve ABD anayasası hazırlanır. Yani ABD, kolonilerin iktisadî sebepler dolayısıyla bağımsızlık istemi neticesinde kurulmuştur.
Beyaz olmanın, Protestanlığın ve Anglo-Sakson kültürün üç temel sac ayağını oluşturduğu Amerikan anlayışı, bu hususiyetleri taşıyan “Amerikan halkı”na kutsal bir değer atfeder. Püritenlere göre dinlerini özgürce yaşayabilmek için geldikleri Amerika onlar için seçilmiş topraklar; kendileri ise Tanrı tarafından seçilmiş “Yeni İsrailoğulları”dır. Onlar, tıpkı İsrailoğullarının Mısır’dan çıkışı gibi Avrupa’dan çıkar, Kızıldeniz’i geçmesi gibi Atlas Okyanusu’nu aşar. Mesih yeryüzüne dönmeden önce “bir tepe üzerindeki şehir” inşa edilip Mesih için dünya hazır hale getirilmelidir.
Püriten anlayışa mukabil ABD’nin kuruluşunda masonik tesir her daim tartışma mevzuu olmuştur. Zira ilk dönem Amerikan toplumu ile kurucuları arasındaki fark “püriten atalar” ve “kurucu babalar” şeklindeki bir ayrım ile vurgulanır. Şule Albayrak’a “ABD’de Din-Devlet İlişkisi” kitabında, din ile devlet ilişkisine bakışta iki düşünce arasındaki farklılığa dair şunları söylemektedir: “Dinî özgürlük umuduyla yeni kıtaya gelen dindar püritenlerin ve onların torunlarının savundukları uyuşmacı modele karşılık; İngiltere’den bağımsızlık kazanıp kendi yolunu çizmek isteyen deist kurucu ataların savundukları ayrışmacı yaklaşım arasında fark vardır. ‘Püriten atalar’ın aksine ‘kurucu babalar’ hakiki dinin kilise veya İncil aracılığıyla değil rasyonel sorgulamayla elde edileceğine inanmış ve bu yüzden devlet ile din arasına mesafe koymak istemişlerdi.” (Albayrak 2018, 131) Amerikan devrimi açısından önemli kararların alındığı kongreye katılanların büyük bir kısmının, Bağımsızlık bildirgesine imza atanların ise hemen hemen tamamının mason olduğu (Butler, Wacker, Ballmer 2008, 167) birçok yazar tarafından dile getirilir. “Kurucu Babalar”ın oluşturduğu sivil din ile “püriten ataların” inandığı arasındaki fark Amerikan toplumunda da en önemli yarığı oluşturur. İki anlayışı da “refah” müşterek paydasında buluşturan Julius Evola; Protestan düşüncesinde zenginlik Tanrının seçkin kullarına verdiği bir nimet olarak kabul edildiğinden maddî zenginlik peşinde koşmanın da bir tür ibadet sayıldığını, dolayısıyla dinin ekonomik gelişmenin bir ögesi olduğunu (Evola 1994, 513) söylerken ABD’nin oluşturduğu refah toplumunun müntehasında vardığı noktayı şu sözlerle izah eder: “Amerika, faydacılık ve menfaat dinini kurdu, faizi bir kazanç yöntemi hâline getirdi, büyük çaplı endüstriyel üretimi ve makinalaşmayı her şeyin üstünde tuttu. Ruhsuz, salt teknik-kollektif, müteal arka plandan, içsel ışıktan ve gerçek maneviyattan tümüyle yoksun bir yapı oluşturdu. Orada da SSCB’de olduğu gibi kişilik sahibi ve nitelikli, organik bir sistemle bütünleşmiş insan tipi değil de, tersine, bir konformist sosyal metod yığını içinde basit bir üretim aracı olan bir insan tipi oluştu.” (Evola 1994, 511)
Amerikan tarihinin en ehemmiyetli kırılma noktalarından birisi olan sivil savaşın da temelinde ekonomik nedenler yatmaktadır. Güney eyaletlerindeki tarım üretiminin devam edebilmesi adına kölelik önemli bir müessesedir, 1861 yılında Amerikan başkanlığına gelen Abraham Lincoln kuzey eyaletlerinin talepleriyle kölelik müessesesinin kaldırılması kararını alır. Bu karara karşı ayaklanan yedi güney eyaleti bağımsızlığını ilan eder. Amerika Konfedere Devletleri adıyla kurulan yeni devlete daha sonra dört eyalet daha iştirak eder. Yeni konfederasyon ile Washington merkezli federal devlet arasında bir savaş başlar. Konfederasyon bayrakları Kapitol’ün birkaç kilometre uzağında dalgalandırılır; fakat savaş 1865 yılında kuzeyin galibiyetiyle sona erer. Ekonomik sebep ile birlikte bu savaş da püritenlerin diyarı olan güneyde inanç çerçevesinde ele alınır ve “Lost Cause-Kayıp Dava” gibi mitler ortaya çıkar.
Bugüne doğru geldiğimizde, yine ABD’de beyaz ırkçı dalganın yükselişindeki temel amilin de dinî ve iktisadî sebepler olduğunu görürüz. Bunu tetikleyen en ehemmiyetli üç hususun ise “göçler”, “11 Eylül” ve “2008 ekonomik krizi (son olarak pandemi krizi)” olduğunu ifade edebiliriz. Kendisini ABD’nin sahibi olarak gören kurucu unsur beyaz Anglo-Sakson Protestanlar, ülkeleri “Amerikan Rüyası”nın tesiriyle global bir göç dalgasına muhatap kalırken devletin içtimaî yapıyı homojenleştirmek adına “sivil din”i ön plana çıkarmasıyla devletin ellerinden gitti vehmine kapılarak kendilerini yeniden kimliklendirme ve öne çıkarma çabasına girişir. 1970’ler itibariyle püriten Evanjeliklerin siyasî ve içtimaî arenada daha da görünür olmasının sebebi esasında budur. 2001 yılında gerçekleştirilen 11 Eylül 2001’de ise “Yeni İsrailoğullarının toprakları” olarak kutsallaştırılan ve vurulamaz denilen ülkelerinin göbeğinde gerçekleştirilen saldırılar püriten anlayışı taşıyanların zihnindeki “kutsal dokunulmazlığı” Dünya Ticaret Merkezi ile birlikte yerle bir eder. Hadisenin doğurduğu korku psikolojisi Müslüman düşmanlığını artırırken, bunun kendilerine verilen bir ceza olduğu düşüncesi eski-üstün kimliğe geri dönmeleri gerektiği fikrinin kuvvetlenmesine sebep olur. Tüm bunların üzerine gelen 2008 krizi, bu krizin giderek derinleşmesi ve son olarak yaşanan pandemi krizi, refah kaybının toplumlardaki ötekileştirici düşünce ve yabancı düşmanlığının artışını tetikleyen önemli bir unsur olduğunun aksülameli olarak ABD’de marjinalize olan “beyaz üstünlükçü” yahut “beyaz milliyetçiliği” psikolojisinin cemiyeti şamil bir hal almasına sebep olur.
Dil, din ve milliyet etkenlerinden azade bu anlayış kültürel bir faşizm düşüncesidir. Samuel Huntington, “beyaz milliyetçiliği” Anglo Sakson Protestan kültüre aidiyet ekseninde değerlendirerek, bu psikolojiye sahip insanların beyaz olmasının şart olmadığını, sadece kendilerini o kültüre ait hissetmelerinin kâfi geleceğini belirtir. (Huntington 2004, 241) Nitekim bugün bunu örneklerine rastlanmakta, Afro-Amerikalı yahut Latin Amerika olduğu hâlde “beyaz milliyetçi” hareketlerin içerisinde yer alanlar görülmektedir.
2000’li yıllar ile beraber dinî ve iktisadî amiller sebebiyle ABD’nin bir iç çatışmaya muhatap kalabileceği, yine ABD’li akademisyenler tarafından sıklıkla dile getiriliyordu. Bu görmelerine rağmen mâni olma kabiliyetinde değiller ve nitekim olamayacaklar da… Önceden marjinal görülen hareketlerin Trump sayesinde toplumu şamil bir hâl alması ve artık bu çığı Trump’ın bile durduramayacak olması, yüz sene boyunca “Amerikan rüyası” diye propaganda yapanları artık “Amerikan kâbusu” ile karşı karşıya bırakmıştır. 11 yıldızlı konfederasyon bayrağının ilk defa Kapitol’de dalgalandığı Kongre baskını, ABD’nin başına geleceklerin de habercisidir.
Kaynaklar:
-Albayrak, Ş., ABD’de Din Devlet İlişkileri, İz Yayıncılık, İstanbul, 2018.
-Butler, J.; Wacker, G.; Ballmer, R., Religion in American Life, Oxford University Press, New York, 2008.
-Evola, J., Modern Dünyaya Başkaldırı, İnsan Yayınları, İstanbul, 1994.
-Hungtinton, S. P., Biz Kimiz: Amerika’nın Ulusal Kimlik Arayışı, CSA Yayın Ajansı, İstanbul, 2004.
Aylık Dergisi 197. Sayı