Millet İttifakı, Türkiye’yi Batı yanlısı bir eksene yeniden oturtarak yola devam edebileceklerini düşünüyor olsa dahi, seçilmeleri Türkiye’nin parçalanmasının teslimiyetçi bir tavırla sessiz sedasız olmasından başka bir manâ taşımayacaktır.
20. yüzyılda dünya tarihi boyunca gerçekleşen en köklü değişimlerden biri yaşandı. Büyük bir hesaplaşma eşliğinde eski dünya -imparatorluklar dünyası- tarih sahnesinden çekilirken modern ulus-devletlerin inşa edildiği, tüm unsurların birbirine son derece entegre şekilde işletildiği, Batı merkezli liberal-demokrasi fikri üzerine kurulu yeni bir dünyanın kapısı aralandı. Üstelik bu hesaplaşma kısa da sürmedi; ardında dünya tarihinin gördüğü en kanlı mücadelelere sahne olan iki büyük cihan harbi bıraktı. Daha sonra görünürde iki kutuplu; fakat esasta hâkimi Anglo-Saksonlar olan bir dünya doğdu. Sovyetlerin yıkılmasıyla Batı nâmına ve bir daha kimsenin Batı’ya kafa tutamayacağı manâsına “dünyanın sonu” ilân edilse de aslında bu merhale de yeni bir geçiş ve hesaplaşma sürecinin başlangıcıydı.
Bu çerçevede 20. yüzyılın başından 21. yüzyılın şu ana kadar geçen süresini kabaca üç devre şeklinde tasnif edebiliriz:
Birincisi; Osmanlı’nın da içerisinde bulunduğu eski dünyanın çözüldüğü ve Almanya öncülüğünde Anglo-Sakson ürünü yeni dünyaya karşı bir direnişin yaşandığı hesaplaşma devresi ki bu devre, I. ve II. cihan harblerini de ihtiva eder. Neticesi ise yeni bir dünyanın doğuşu olmuştur. Sonrasında yaşanan stabil dönemlere mukabil hesap defterinin sadece kapağı kapatılıp raflarda tozlanmaya terkedilmiştir.
İkincisi; görünürde liberal demokrasiler ile komünistler arasındaki ideolojik çatışma ekseninde, bir tarafa ABD diğer tarafa ise Rusya’nın liderlik ettiği iki bloklu güç dengesi üzerine şekillenen Soğuk Savaş devresidir. Fakat iki kutuplu görüntüye rağmen bu süreçte üstünlük her bakımdan yine Anglo-Sakson Batı’dadır.
Üçüncüsü ise; SSCB’nin dağılmasının ardından Batı’nın tek hâkim olduğu iddiasıyla perdesi açılan ve süreç içerisinde Batı’nın hakimiyetine kafa tutuşların yoğunlaşmasıyla bilhassa ABD’nin sert gücünü göstermeye fazlasıyla ihtiyaç duyduğu, bunu yaparken de güç kaybının hızlandığı, içinde bulunduğumuz devredir. Bu süreçte yüzyıl evvel “yeni” diye takdim edilenin eskidiği anlaşılmış ve yeni bir “yeni” arayışı ayyuka çıkmıştır. Dolayısıyla raflarda tozlanmaya terkedilen hesap defteri de tekrar açılmıştır. Sadece yaşanan hadiselerin dinamizmine bakmak suretiyle dahi bu tesbit rahatlıkla yapılabilir.
İçinde bulunduğumuz, sonu başa bağlayan bu devrede, Anglo-Saksonlar, gerek yönetme tecrübeleri gerekse de maddî açıdan hâlâ en güçlü olmalarına mukabil, ortaya “yeni” bir şey koyamamıştır. Buna karşın, onların rakibi görülen ve “otokratik revizyonistler” olarak adlandırılanlar da yeni bir teklife sahip değil. Bu da, yeni bir iki kutuplu güç dengesi etrafında dünyayı yeniden stabil ve statik hâle getirme arzusunun ağır basmasına sebep olmaktadır. Zira, sistem her zora düştüğünde gerilim artırılarak esas mesele gözlerden ırak tutulmak istenmiştir. Fakat bu defa, ekonomi temelinde inşa edilen sistemin topyekûn tehdit altında olması sebebiyle bu arzu da, sadece zaman kazandırıcı palyatif bir çözüm olarak gerginliği artırıp daha büyük çatışmaları çağıracaktır.
Zira, global bir iktisadî kriz dünyanın dört bir tarafını sarmıştır; uluslararası sistemin can damarları olan bankalar batmaktadır. Devletlerin uluslararası sistemi bir güç dengesiyle tutma isteğine nazaran, toplumlar da kendi içlerinde iki anlayış etrafında kümelenmeyi sürdürmektedir. Dünyanın neresine bakılırsa bakılsın, hemen hemen tüm ülkelerin vatandaşları, kaba bir tasnifle modern dünyaya müptela olanlar ile anlayışını gelenekten alanlar şeklinde tüm hızıyla kutuplaşıyor. İsrail’de dahi Yahudi şeriatına bağlı olanların karşısına modernist Yahudiler “diktatörlük istemiyoruz” tepkisiyle dikiliyor. ABD’de muhafazakârlar eşcinsel bir sapkının bir okula düzenlediği saldırı sebebiyle “modern”leri topa tutuyor. Zihniyet olarak tam manasıyla Batılılaşmamış olan Doğu toplumlarında da, çok görünür olmasa da vaziyet bu şekilde… Türkiye’deki kutuplaşmayı da bunun dışında düşünmek muhal…
Yukarıda tasvir etmeye çalıştığımız ilk iki dönemde Türkiye’nin dış politikasına genel hatlarıyla bakarsak, temel bir anlayış etrafında yol alındığını görürüz. Bu temel anlayış “Batı’ya yönelik olma” durumudur. Bu durum Osmanlı’nın gerilemeye başladığı ve Batılılaşma hareketlerinin ilk görüldüğü süreçten itibaren izlediği politikanın bir devamı olmaktan da öteye geçmiştir. Zaman zaman gerçekleşen salvolara nazaran kayıtsız şartsız Batı üstünlüğü genel kabulüne dayalı, Batı’nın emrine amade bir iç ve dış politika vizyonu hâkimdir. Zira o salvolarda sopa ile yeniden yola getirilen Türkiye, ABD tarafından hayatî meselelerde uluslararası arenada sürekli yalnız bırakılsa da, Batı’ya giden yolda kaldığı müddetçe Batı’nın bir parçası olma payesiyle ödüllendirildiği bir “havuç sopa stratejisi”ne muhatap olmuştur.
2000’li yılların başı da benzer bir manzara ile geçerken geçmişe nazaran Türkiye’nin tabiî hinterlandı olan Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Asya ülkelerine alakası artmaya başlamıştır. İktidara ilk geldiği süreçte kendisini muhafazakâr-demokrat olarak niteleyen Ak Parti’nin, Batı’nın bölge üzerindeki yeni stratejisi şekillenip iş FETÖ vasıtasıyla Recep Tayyip Erdoğan’ın devre dışı kalmasına doğru giderken yine Erdoğan’ın şahsı üzerinden metazoriyle İslâmcı bir çizgiye kayması ise, Batı için Türkiye’de önce iktidarın değiştirilmesi ve sonra ülkenin parçalanması gerektiğinin ihtarı olmuştur. 2013 yılı itibariyle Washington’da düzenlenen Kürt konferanslarını, “çözüm süreci”nin baltalanmasını, 2014 itibariyle Suriye’de PYD-YPG’nin silahlandırılmasını ve devletleştirilmesini bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Batı’nın bu yeni plân çerçevesinde harekete geçmesinden bu yana, bilhassa 15 Temmuz’dan sonra Türkiye, bir yandan içeride yeniden ulusalcı/ulus-devletçi bir damarla koruma refleksi geliştirmiş bir yandan da dışarıda İslâmcı denilebilecek kapsayıcı politikayla sınırlarının dışına taşmaya, Suriye, Libya, Katar, Dağlık Karabağ gibi meselelere müdahil olmaya başlamıştır. Dünyaya yeni bir anlayış sunmayan, “liberal demokrasiler” ve “otokratik revizyonistler” olarak taksim edilmeye çalışılan güç dengesinin ise ortasında durmaya gayret göstermiştir, hâlâ da göstermektedir.
Bu şartlar, yaklaşan 14 Mayıs seçimlerini daha farklı ve ehemmiyetli bir konuma yerleştirmektedir. Her fırsatta yeniden eskiye dönmeyi vaad eden Millet İttifakı, Türkiye’yi Batı yanlısı bir eksene yeniden oturtarak yola devam edebileceklerini düşünüyor olsa dahi, seçilmeleri Türkiye’nin parçalanmasının teslimiyetçi bir tavırla sessiz sedasız olmasından başka bir manâ taşımayacaktır. Karşısında bulunan ve içeride savunmacı ulus-devletçi dışarıda ise daha agresif bir kapsayıcı çizgi tutturan Cumhur İttifakı’nın seçilmesi durumunda ise Batı için iş daha netameli olacaktır. Batı kaybetme ihtimali ağır basan böyle bir senaryoyu istememektedir.
Dolayısıyla mesele, teslimiyetçi Millet İttifakı’nı açıktan destekleyen ve işbirlikçileriyle Türkiye’yi yangın yerine çevirmeye hazırlanan Batı’nın plânını 14 Mayıs’ta bozmaktır. Öte yandan Cumhur İttifakı, yeni yapısıyla, bu netameli süreci atlatırken yeninin doğmadığı dünyada dışarıdaki çizgisini içeride tahkim edip, ulus-devletçi savunma refleksinden kurtularak dışa doğru açılımını genişletme ve şuurlara yeni bir alternatif verme potansiyelini de haizdir.
Faruk Hanedar
Aylık Baran Dergisi 14. Sayı, Nisan 2023.