Güney Koreli yönetmen Hwang Dong Hyuk’un yazıp ve yönettiği “Squid Game” dizisi, bugün dünyanın en çok izlenen ve konuşulan dizisi. Bu denli popüler olmasını uzmanlar birçok sebebe bağlıyor. İzleyicinin kolay anlayabileceği basit bir kurgu olması, nizamlı ve düzgün bir şekilde ilerlemesi ve konunun daha önceki birçok filmde işlenmiş olması bu sebepler arasında… Pandemi dönemiyle birlikte insan psikolojisinin hızlı bir şekilde dibe batıyor oluşu da bir başka sebep tabiî. İnsanlar bu dönemde şiddete daha fazla meylediyor; zihnî buhran yaşıyor. Ve kurtuluş için birbirini yaktığı, yıktığı, ezip geçtiği daha net görünüyor. Bunun için de şiddet had hudud dinlemiyor. Dizinin konusu bunun üzerine kurulu zaten. Para sıkıntısı çeken, bu hususta çok çaresiz durumda olan bir grup insana, bir mekânda türlü çocuk oyunları oynatılıyor… Ve oyunları kazanan oyunculara yüksek bir miktarda para teklif ediliyor. “Oyna, kazanırsan para senin, kaybedersen ölürsün!”
İlk oyunu oynarken kaybedenlerin öldürülerek elendiğini fark eden grup, ilk başta kendilerine imzalatılan sözleşme maddesi gereğince oy çokluğu ile oyunları sonlandırıp ayrılıyorlar. Fakat daha sonra içinde bulundukları hayatın çok daha acımasız olduğunu düşünüp, oyuna dönüyorlar. Çünkü orada bir umut var diyorlar. İlk iki oyundan sonraki oyunlarda, oyuncuların diğer oyuncuları ancak öldürerek kazanabileceği şeklinde oyunlar oynatılıyor. Birbirlerine karşı kin ve nefret had safhaya getiriliyor böylece. İnsan olmaktan çıkarılıp dizide de ifade edildiği üzere “bir yarış atı” haline geliyor insanlar... İşte bu nokta, dizinin derin mânalar çıkarılabilecek örtülü kalmış yeri. Post modern kavramıyla değerlendirilebileceğimiz bu dizi, küresel kapitalist sistemin güzel bir eleştirisi. Aslında dizide batı karşıtlığının varolduğu net görünüyor. Çünkü dizide özel konuklar olarak isimlendirilen, yüzlerinde hayvan maskesi bulunan oyunun yöneticileri İngilizce konuşuyor.
Dizi konu itibariyle aslında günümüz dünyasını anlatıyor. “Kazanmak için arkadaşının gözünü oyabilirsin.” Bu zihniyet, kapitalizmin insanı hayvanî noktaya itişini gösteriyor. İnsan, iyilik ve erdemden uzaklaştı. Dizide de insanların ruhunu hesaba katmadan hareket etmesi isteniyor.
Günümüzde, insan fıtratına uygun bir yol izlemeye o kadar çok ihtiyacımız var ki... Varoluşun özünü düşünmenin, amacımıza uygun yaşayıp zihnimizdeki gereksizlikleri sadeleştirmenin, değerlerimizi sadece öğrenmenin değil, yaşamanın tam zamanı sanki. Bu hususta çaresiz olduğumuz asla söylenemez. Bilhassa avantajlı olanlar da biz Müslümanlar... Çünkü biz Hakk olan dine inanıyoruz. İslâm merkezli bir bakışla dünyaya bakıyoruz, buna gayret ediyoruz.
Bir kıssa; Afrika’da çalışan bir antropolog, bir kabilenin çocuklarına bir oyun teklif eder. Çocukları belirli bir yerde yan yana dizer. Ve herkesin tüm gücüyle koşup, karşıdaki ağaca ulaşması gerektiğini söyler. İlk ulaşan birinciliği kazanacaktır. Ödülü de antropoloğun getirdiği bin bir türlü çikolatalardan yemek. Bu ödül o çocuklar için çok büyük bir ödüldür, çünkü hiçbiri daha önce çikolata yememiştir. Antropolog yarışı başlatır. Çocuklar önce birbirlerine, sonra da antropoloğun elindeki çikolatalara bakarlar. Ve o anda hepsi el ele tutuşup, hedef gösterilen ağaca birlikte ulaşırlar. Antropolog şaşırır. Neden böyle yaptıklarını sorar çocuklara.
Şöyle cevap verirler:
-Biz ubuntu yaptık. Eğer yarışmış olsaydık aramızdan sadece birimiz kazanıp, çikolata yiyebilecekti. Oysa hiçbirimiz ömrü boyunca çikolata yemedi. Nasıl olurdu da diğerleri mutsuzken birimiz, tek başına mutlu olabilirdi? Biz ubuntu yaparak hepimiz çikolata yemek istedik.
Ubuntunun sözlükte kelime karşılığı “İnsanlık”. Başkalarına karşı merhametli, şefkatli olmak gibi insani değerleri ölçü kabul ediyor. Güney Afrika’da ise; “ben biz olduğumuz zaman benim” demek.
Aslında insan, hayatta neyi görmek istiyorsa onu görüyor ve büyütüyor. Dünyayı sadece zorluklardan, engellerden, kötülüklerden ibaret gören de insan, türlü güzellikleri gören de... Bardağı boş gören de dolu gören de... Her iki durumda da özne ve nesne değişmiyor, değişen bakışımız... Bakışımızı oluşturan duygu ve düşüncelerin davranışlara, fiillere dönüşme ihtimalinin çok yüksek olduğu biliniyor artık. Ve laboratuvar ortamında kanıtlanıyor. Davranışlarımız, fiillerimiz ise sorumlu olduğumuz işler. Zaten bir işe başlarken niyete çok önem veririz, dinimizin gereğidir bu…. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadisinde; “Ameller niyetlere göredir.” buyuruyor. Kâinatın muhteşem uyumunu, ahengini hakiki anlamda görebilen ve her seferinde Mutlak’a duyduğu sevgiyle kendini yeniden ve yeniden inşa edebilecek olan insanlık, isterse dünya hayatını kendi parodileriyle zindana çevirip, ömrü boyunca karanlıkta, sürekli kaygı ve korkularının peşinde koşarak da hayatını tamamlayabilir. Zihnimizde biriktirmekte ısrar ettiğimiz sürekli kin, nefret, kaygı, korku, şüphe, endişe hayatı sadece bu şekilde algılamamıza ve bunların davranışlarımıza dönüşmesine sebep olabiliyor. Elbette ki yaşam yolculuğumuzda herkesin ve her şeyin mükemmel olmayacağı, hayatın yalnızca güzel karelerden ibaret olmadığı Mukaddes Kitab’ımızda açıklanıyor. Ama seçim hakkımız olduğunu da unutmamamız gerekiyor. Mühim olan da güzeli ve güzelliği anlayabilme, görebilme, idrak edebilme seviyemiz... Ne derece kendimizi keşfedip, inşa edebildiğimiz…
Aylık Dergisi 207. Sayı Aralık 2021