İnsanı özgür iradesiyle istediğini seçmekte serbest bırakırken, itiraf edilmemiş olsa da asıl gayret, ferdin itildiği yönde din dışı bir yasa seçmesidir. İdeali olmayan bir toplumda her türlü âlemşümul ve fetihçi anlayış anlamını yitirir. Demokratik siyasetin ve dış görünüme odaklı çoğulculuğun istediği şey de tam budur.
Avrupa ya da Kutsal Germen- Roma Medeniyeti’nin evrensel insanî değerlerin taşıyıcısı tek medeniyet olduğu yönündeki yaygın inanış, birçok yanlış kabûle dayanmaktadır. Doğrusal- ilerlemeci tarih yorumlarına göre: Kendi dışındaki medeniyetler statik, yaratıcılıktan uzak; sadece Avrupa’nın yararına kullanılacak etnografik malzemeden ibarettir. Buna karşılık, bir tek Batı Uygarlığı ilerlemeci ve yaratıcıdır. Bu yanlış kabûl günümüze kadar, “ yanlışın kendi doğrularını doğurması” şeklinde devam edegeldi. Tarihi olayların Eski, Orta, Yeni Çağ olarak keyfe keder dönemselleştirilmesi de bu yanlış varsayımın misâli ve neticesidir. Avrupa tarihinin bir takım olaylarını insanlığın geneline teşmil etmek ve buradan evrensel bir takım sonuçlar çıkarmak, hem anlamsız hem de mantık olarak yanlıştır. Roma’nın çöküşü gibi nirengi noktası olarak alınan hadiseler, kendi insanı için bir mânâ ifade etse de Çin, Hint, Arap toplumlarını hiç ilgilendirmediği gibi, söz konusu hadiselerden dünyanın büyük bir bölümü pek az etkilenmiş; insanlık tarihinde de radikal bir değişime sebep olmamıştır. “ Haritayı arazi yerine koyan” bu anlayışın keyfi dönemselleştirmelerine baktığınız zaman; ilerici- gerici, modern- muhafazakâr, medenî- iptidaî vb… ayrımların da benzer bir keyfilikle yapıldığından emin olabilirsiniz.
Ünlü felsefeci Karl Raimund Popper,” Hitler ve Stalin’in Platon’un eseri olduğunu öne sürer ve Platon’u insan zihnini kapatmakla suçlar”. Düşüncesini, hayata “meçhule hürmet tavrı-fikirde müphemlik” açısından bakabilen “açık toplum” fikri etrafında şekillendiren düşünür, insan aklının dünyayı öngöremeyeceğini, dolayısıyla, kesin addettiğimiz gerçeklere kuşkuyla bakmamız gerektiğini söyler. Sonuçları önemli olsa da, yapılan birçok yeni fetih, keşif ve icadın ne getirip ne götüreceğinin bütün uzantılarıyla görülmesi imkânsızdır. Bundan sonra insanlık için hangi fayda veya hangi felâketlerin bu hadiselerin neticesi olarak ortaya çıkabileceğini insan aklı kuşatamaz. Çünkü, hayatın ve tüm canlıların kökeni sırdır ve sırlar hiç beklemediğiniz bir anda habersiz, âniden ve kesin şekilleriyle çıkar gelir. İnsan nefsini tatmin edecek delillere ihtiyaç duymadan dünyaya bakabilmeli. Meçhule hürmet tavrı içinde değilseniz, zihninize yerleştirdiğiniz belirli bir bakış açısıyla sadece haklılığınızı gösterecek misâlleri arayıp bulma derdine düşersiniz. Bilmediklerinize değil, bildiklerinize odaklanmanın kibrinde boğuldukça da doğrulandığınız hissine kapılırsınız. Zira “ bilgi bilinene, bilinenin bulunduğu hâle göre ilişir.”
Yakın zamana kadar Allah, din, iman kelimelerini telaffuz dahi edemezdiniz. Hangi çıkar çatışması içinde olurlarsa olsunlar, söz konusu olan İslâm düşmanlığı ise gerisi teferruat hesabı, bir araya gelip sarmaş dolaş olabilen; Kemâlistinden sosyalistine, oryantalistinden “kazma sol”una kadar, derin bir nefretin birleştirdiği çevreler alnınıza hemen gerici- yobaz yaftasını yapıştırırdı. Devlet resmi ideoloji bağlamında zayıfladıkça, toplumda geçmişiyle barışmaya; gelenekleriyle tanışmaya başladı. Geçtiğimiz ayların medyada yer bulan en önemli tartışma konularından bir tanesi de, devlet eliyle sanat- muhafazakâr sanat olur / olmaz kavgasıydı. Muhafazakâr kavramının sığ ve muayyen bir devirde hapsedildiği hududu geçemeyen, Avrupa kültürüne tek bir eser verememiş, buna rağmen Tanzimat’tan bu yana aynı reçeteyi nesilden nesle devrede gelen “ sabit kademler” (sen ne söylersen söyle, ben bildiğimi sallarım diyenler) meselenin üstüne hemen balıklama atladı; niye olmazın izâhından çok, muhafazakârlıkla Müslümanlığı özdeşleştirerek, iktidar üzerinden İslâm’a fatura çıkarma yarışına girdiler. İslâmcı kesim ise, dünya kültürüne her sahada klâsik eserler veren Osmanlı Kültürü’nün nasıl olup da 19.asırda çöle dönüştüğünü hatırlayarak- hatırlatarak meseleyi anâne, gelenek, muhafazakâr, klâsik ve hepsinin “Mutlak Fikir”e nisbetle kıymet ölçüsünü tayin edici gerçek bir tartışma zeminine çekeceğine, karşı çıkmanın da tanımanın bir biçimi olduğundan habersiz, ortalama bir şeyler söyleyerek işi idare etmeye çalıştı.
Her insan şahsiyetini, manevî değerlerini kaybetmeden hâkim kültür modeliyle hesaplaşmak durumunda. Ya ona tabi olacak ya da karşı çıkacak, ama göz ardı edemeyecektir. Dolayısıyla, yaratıcılığını yitirmiş, çözülme aşamasındaki Batı Kültür- Medeniyeti’nin içinde olduğu geçiş süreci ve yükselmekte olan tarih- toplum felsefelerinin, demokratik siyasetin dönüşümü gereği büründüğü hâl görmezden gelinerek, alışıldık retorik tarzıyla bu sorulara cevap verilemeyeceğini her iki kesimin de bilmesi gerekirdi.
İctimaî- siyasî tarih her ne kadar batılılaşma yanlılarını ilerici olarak gösterse de, bizim batılılaşmamız rızaya dayalı olmaktan çok, dayatmacı tutumu sebebiyle aslında muhafazakârdır. Eğer bir çatışma söz konusu ise, bu, muhafazakârlarla modernler arasında değil, modernin içinden gelenek çıkarmaya çalışan; kendilerini geçmişleriyle birlikte kavrayamadıkları için, hem kendilerine hem topluma oryantalist bir gözle bakan gelenekçilerle; toplumun geçmişinden bu güne tevarüs ede geldiği yerleşik geleneği muhafaza etmek isteyenler arasındadır. Bu mânâda her iki kesim de muhafazakârdır. Oysa, Batı’nın gelenekle ilişkisinde bizdeki gibi bir kopma, yarılma, inkâr değil devamlılık söz konusudur; modern geleneğin içinden çıkartılır. Batı'nın gelenek bağlamında yüzleşmek istemediği, fakat hesaplaşmaktan da kaçamadığı yüzü, sömürgeciliği ve bu sömürgelerde yaptığı soykırım ve zulümle alâkalıdır; yani günâh çıkarma babındadır. Yoksa, ne Antik Yunan ne de Yahudi -Hıristiyan kültürüyle ciddi bir problem yaşamaz.
Kendinize has bir mânâ anlayışınız yoksa inandırıcılığınızı yitirir, boşluğa düşersiniz. Benzer şekilde fikri metabolizmanız düşükse, temasa geçtiğiniz kültür sizi zehirleyebilir ya da aldığınız yabancı maddelerin çokluğu sebebiyle kültürel hazımsızlık çeker; kendi kültürünüzle çatışma içine girersiniz. Tıpkı, cumhuriyet sonrası nesillerde hakikat ve hakikat hissinin yitimini gösteren sanat ve edebiyata dair eserlerinde olduğu gibi… Kimi ideolojisini yitirmiş bir topluma ağıt yakmakta, kimi de zevksizliği teksir etmekle meşgul.
Sanat Hakk’ı arama metodudur. Her sanat biçimi belirli bir zihniyet ya da ruha ifade imkânı sunar ve her durumda belirli bir kişilik ve kültür tipiyle ayrılmaz bir biçimde ilişkilidir. Kültür gibi kişiliklerde hâkim kültür modelinin hasrı içindedir. Duyumcul sanat, daha çok duyumcul niteliğe sahip bir kültürde ve bu kültürün şekillendirdiği şahsiyetlerden müteşekkil bir toplumda ortaya çıkar; idealistik sanat daha çok bütüncül bir kültür ve toplumda vb… Bir kültür- medeniyet, hâkim kültür tipinden bir başkasına intikâl ettiğinde sanatı da benzer bir değişim geçirir. Fikir ve sanat tarihin seyrine paralel olarak gelişir. Bunalım dönemleri kendi sanatını doğurduğu gibi, hâkimiyet dönemleri de uyumlu, klâsik ve kendi kıymet ölçüsünü tayin etmiş bir sanat doğurur. Sanat etle tırnak gibi, onu doğuran toplum, kültür ve bu kültürün şekillendirdiği kişilik tipinden bağımsız olarak kendiliğinden var olup değişemez. Bunlarla birlikte doğar, gelişir, değişir ve çöker.
İslâmi kesim, “muhafazakârlığı müslümanlıkla özdeşleştiren, bizim olmayan bir sınıflama içinde olduğunu” görmeli ve “nasıl yapılacağını bilmekle ne yapılacağını bilme"nin farklılığının şuurunda olarak, görüneceği mihrakı bulmalı. Zira, demokratik siyasetin dönüşümü gereği, din toplumda kimlik kazandırıcı bir kültüre irca edilirken, inancın özü (iman) zayıflatılıyor; şekilcilik ve buna bağlı hayat tarzı özellikle empoze edilip özendiriliyor. Temel hedef, “ben”in bu dünyada her türlü idealini yitirmiş bir kimliğe indirgenmesidir. İnsanı özgür iradesiyle istediğini seçmekte serbest bırakırken, itiraf edilmemiş olsa da asıl gayret, ferdin itildiği yönde din dışı bir yasa seçmesidir. İdeali olmayan bir toplumda her türlü âlemşümul ve fetihçi anlayış anlamını yitirir. Demokratik siyasetin ve dış görünüme odaklı çoğulculuğun istediği şey de tam budur.
Aylık Dergisi 93. Sayı Haziran 2012