“Ramazan Müjdesi” Horoz Borcu- XXV
Sokrates ve Horoz Borcu (7)
Sokrates’in ölmeden evvel söylediği, “Falana bir horoz borcumuz var! Ödeyin!”(1) meâlindeki sözü tam 2500 yıldır kritik edilmektedir. Bu sözü kritik edenlerden biri de, Kötücüllük felsefesinin en önemli temsilcilerinden biri olan Niçe (Friederich Nietzsche)’dir (1844-1900).
Bir önceki yazımızda ele aldığımız veçhile, Niçe, Putların Alacakaranlığı (Gotzendammerung) isimli eserinde Sokrates’in son sözlerine şu şekil yer vermiştir:
“Yaşamak-uzun uzadıya hasta olmak demek; bir horoz borcum var kurtarıcı Asklepios’a.”(2)
Niçe’nin Sokrates hakkında kanaati o dur ki, “Sokrates ölmek istiyordu- Atina değil, zehir bardağını kendi seçti, o zorladı Atina’yı zehir bardağını vermeye...”(3)
Niçe’nin adı geçen eserini tercüme eden İsmet Zeki Eyuboğlu, yukarıda söylenen sözlere şu şekil bir dipnot düşer:
“Eski Yunan’da hastalıktan kurtulunca Asklepios’a bir horoz verilirdi, adanırdı. Bundan dolayıdır ki Niçe, herhalde Sokrates de yaşamın bir hastalık olduğunu düşünüyordu, diye düşünür.”(4)
Hastalıktan kurtulmak ve “sağlık ve hekimlik tanrısı” olan “kurtarıcı” Asklepios’a bir horoz adamak? Her şeyden evvel, sağlıktan kasıd, ruh ve beden sağlığı mânâsına ruh ve beden arasındaki dengenin sağlanması veya eski Hint mistisizmindeki Nirvana, İslâm tasavvufundaki kemâlatın (nefs terbiyesi) karşılığı olarak kullanılan armoninin (harmonia) gerçekleşmesidir.
Lûgatta “bir bütünün parçaları arasında bulunan uygunluk, ahenk” mânâsında olan armoninin en belirgin mânâsı “uyum, düzen ve ahenk”tir. Gerek Niçe’nin “üstün insan” kavramı ve gerekse toplayıcı bir mânâda, İslâm tasavvufundaki “insan-ı kâmil” kavramının ifade ettiği mânâ, armoni ile ilişkilendirilebilir gözükmektedir.
Not: Bu arada hemen şunu da söylemek gerekir ki, Niçe’nin “üstün insan” kavramı ile İslâm tasavvufunun en temel kavramlarından biri, hatta başlıcası olan insan-ı kâmil kavramı arasında muhteva açısından hiçbir benzerlik yoktur. Niçe’nin ahlâkî bir prensip olarak ele aldığı “güç istenci” ile, İslâm tasavvufundaki Allah’ta fani olmayı ifade eden “fenafillah” kavramı arasında da yine hiçbir benzerlik yoktur. Hakeza, Niçe’nin şuuraltından kopan fırtınanın bir yansıması olarak, daha doğrusu “Küllî ruh”a duyduğu özlemin veya iştiyakın bir yansıması olarak, bir kitap çapında ortaya koyduğu “iyi ve kötünün ötesinde” kavramı ile, İslâmî bir bakış açısıyla ruh ve bedeni kuşatan, daha doğrusu ruh ve bedeni tek yekûn içinde “Bir” kılan “Küllî ruh” kavramı arasında da yine hiçbir benzerlik yoktur.
Evet; “İyi ve Kötünün Ötesinde” isimli bir eserin de sahibi olan Niçe, Batı tefekkür dünyasında “üstün insan” (İng. superman, Fr. surhomme, Alm. Übermensch) kavramının mucidi olarak bilinir. Niçe’nin “üstün insan” kavramı, insan tekâmülünün en son ki aşamasına tekabül eder. “Üstün insan” kavramını Niçe, 1883’te yayımlanan “Böyle Buyurdu Zerdüşt” adlı eserinde gündeme getirmiştir. Niçe’ye göre, üst insan veya üstün insanın gerçekleşmesi, aşkın ideallerin iflasına ve Tanrı’nın ölümüne bağlıdır.(5) Hiçlik felsefesinin nihayetine delalet eden durumlar. “Aşkın ideallerin iflası” ifadesi bize, komünizmin sınıfsız toplumunu hatırlatmaktadır. “Tanrının ölümü” ifadesi ise hiçlik felsefesini. Bilmek gerekir ki, “Bir” olabilmek için ya tanrıyı öldürüp tanrılığını ilan edip putlaşacaksın veyahut da tanrıda ölüp fenafillah makamına erip ilahîleşeceksin. İlahîleşmek veya fenafillah olmak sadece İslâm tasavvufu ile mümkündür. Başta Hint mistisizmi olmak üzere, tüm beşerî duygu ve düşünce sistemlerini bekleyen ilerlemeci akıbet, koskocaman bir hiçliktir. Hiçliğin de bir hiç (veya piç!) olduğunu idraklere zerkeden fikre selâm olsun!
Not: “Tanrı öldü!” demek, “Ben tanrıyım!” demekle bir ve aynıdır. “Ben tanrıyım!” demek ise, İBDA Mimarı’nın yüksek ifadeleriyle, “Ben yokum!” mânâsına gelir ki tersinden bu, “Tanrı vardır!” mânâsındadır. Neticede, ister “Ben tanrıyım!’” denilsin, isterse “Tanrı öldü!” veya “Tanrı yoktur!” denilsin, netice değişmez ve “Tanrı vardır!” hükmüne çıkar. Çünkü; var olan ve var kalacak olan sadece ve sadece Allah Azze ve Celle’dir!.. Hadîs olmuş Ashab bir şair sözü, meâlen, “Söz odur ki, Lebid söylemiştir: Allah’tan başka her şey batıl!” mutlak hakikati bir tarafa, yine mutlak ölçü ile sabit olduğu üzere, meâlen, “Sen Allah ile beraber başka bir ilâha ibadet etme. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve kesinlikle O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas/88).
Not: Hallâc-ı Mansûr’un idamına sebeb olan “Ene’l-Hak” sözü, onun tasavvuf yolunda sâhib olduğu kendi hal ve derecesine uygun ve kendi aşk sarhoşluğu içinde söylediği bir sözdür. Zâhiren kelime mânâsı; “Ben Hakk’ım” demek olan bu sözün hakiki mânâsı: “Ben yokum. Hak vardır” demektir. Nitekim İmâm-ı Rabbânî Hazretleri Mektûbât kitabının 2. cild 44. mektûbunda bu husûsu şöyle açıklamaktadır:
“O büyüklerin “Her şey O’dur” demeleri, hiçbir şey yoktur. Yalnız O vardır demektir. Meselâ, Hallâc-ı Mansûr, Enel-Hak (Ben Hakk’ım) dedi. Böylece, ben Hakk’ım, Hakk Teâlâ ile birleştim, demek istemedi. Böyle diyen kâfir olur ve öldürülmesi lâzım olur. Onun sözünün mânâsı “Ben yokum, Hakk Teâlâ vardır”, demektir. İşte sofiyye her şeyi Hakk Teâlânın isimlerinin ve sıfatlarının görünüşü, onların aynası bilir. Zâtın (kendisinin) bunlarla birleştiğini, zâtında değişiklik olduğunu söylemez. Meselâ, bir insanın gölgesi, kendinden hâsıl oluyor. Gölge, o kimse ile birleşmiş, onun aynıdır veya o kimse o gölge şekline girmiştir, gibi şeyler söylenemez. O kimse, kendi kendinedir. Gölge, onun bir görünüşüdür. Bu kimseyi aşırı seven, gölgeyi filân görmez. Ondan başka bir şey görmez. Gölge, o kimsenin aynıdır, diyebilir. Yâni gölge yoktur, yalnız o insan vardır, der. Bundan anlaşıldı ki, sofiyye, eşyâya, Hakk Teâlâ’dan meydana gelmiştir. Hakk Teâlâ değildir, diyor. O halde, sofiyyenin; “Her şey O’dur” sözleri; “Her şey O’ndandır” demektir ki, âlimler de böyle söylemektedir. İki taraf arasında bir fark yoktur. Yalnız şu fark vardır ki, sofiyye, eşyâya, Hakk’ın görünüşü diyor. Âlimler bunu söylemekten çekiniyor. Eşyâ ile birleşmek, eşyânın içinde bulunmak anlaşılmasın diye, bu sözü söylemiyor.”(6)
Niçe, aslında Zerdüştlük dininin tanrısı Ahura Mazda’nın etkisinde kalan bir filozoftur. Ahura Mazda hakkında bu yazı dizisinde daha evvel pek çok şey söylendi. Tekrara lüzüm yok. Ancak, Arş Horozu ekseninde mevzu ettiğimiz ve Miraç hadisesi üzerinden Ahura Mazda ile ilgili söylenenler, Niçe’nin söylemini daha bir açık etmektedir. Niçe’nin söylemini İslâmî söyleme yakın getiren en önemli nokta, Zerdüştlük dininin tanrısı Ahura Mazda’nın öğretisinde, daha doğrusu Ahura Mazda öğretisinin köklerinde aranabilir. Diğer bir ifadeyle de, ezoterik kültürlerin beslendiği ilk Peygamberlerden Hazret-i Âdem, Hazret-i Şit ve Hazret-i İdris Aleyhisselâm’ın bildirdiği, öğrettiği ve gösterdiği ilâhî ölçülerin varlığında aramak gerekir, diye düşünüyorum. Her ne kadar bütün bu Peygamberler, onlardan sonra gelen Hazret-i Nuh Aleyhisselâm zamanında gerçekleşen Nuh Tufanından önce gelmiş olsalar da. Bu arada şunu da söylemek gerekir ki, insanlık tarihi boyunca, yani Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’dan Allah Resûlü’ne kadar gelen tüm Peygamberlerin öğrettiği, bildirdiği ve gösterdiği iyi, doğru ve güzele dair tüm mutlak hakikatler, son ve som haliyle Allah Resûlü’nün bildirdiği, gösterdiği ve öğrettiği mutlak hakikat olan İslâm Şeriatinde mündemiçtir. Bu arada şunu da söyleyelim ki, Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi, İslâm Şeriatine sımsıkı bağlı, “İslâmiyet’in emir subaylığı”na talib olduğunu, “İslâm içinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihat kapısı” olmadığını, “sadece “Sünnet ve Cemaat Ehli” tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyet’e yol açma geçidi; ve çoktan beri kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti bu yüzyıl içinde eşya ve hadiselere tatbik etmek işi” olduğunu topyekûn dünyaya ilan etmiştir.
Evet; Sokrates, hakikaten Niçe’nin dediği gibi, yaşamaktan usanıp ölmek mi istiyordu? Kendisini idama, zehir içmeye mahkûm edenlerden, -kötücüllük felsefesine de uygun olarak-, intikam mı almak istiyordu? Doğru söylemek gerekirse, “yaşanmaya değer hayat” veya “hayatın yeniden tanzimi” için ölümü göze alan bir insanın yaşamayı istememesi veya pisi pisine ölmek istemesi asla ve kat’a düşünülemez. Beşer planında, Üstad Necip Fazıl tarafından “Vahdaniyetçi düşünce”nin baş mimarı olarak takdim edilen Sokrates’in “kendini bil!” ekseninde verdiği mücadele, hiç şüphesiz ki hakikati arayıp bulmak ve ona göre yaşamak ve yaşatmaktır. Bu mânâda “yaşamak” denilen şey, “yaşanmaya değer hayat” hakkında bilgi sahibi olmak, dolayısıyla da ölümsüzlüğü istemek demektir. Ölümsüzlüğün bedenî hayatta değil, ruhî hayatta olduğuna işaret eden Sokrates, bu bilginin bütün bir Yunan toplumu tarafından da benimsenmesini arzu ediyordu. Demek ki Sokrates, hem yaşamak ve hem de yaşatmak adına, davası ve gayesi uğruna ölümü göze alan bir kahramandır.
Niçe, Putların Alacakaranlığı isimli eserinde gerek Eflatun ve gerekse Sokrates’in sahte Grek olduklarını söyler. “Ben Sokrates ve Platon’u bir çöküşün belirtileri olarak, Grek çöküşünün aracıları olarak, sahte-Grek, anti-Grek olarak tanıdım” der.(7) Evet; Niçe’ye göre bu iki isim, Sokrates ve Eflatun Grek çözülmesinin mimarlarıdır. Aslında Niçe doğru söylüyor, çünkü; Sokrates ve Eflatun, çözülme veya çökme sürecine girmiş olan eski Yunan kültürünü yeniden inşa, en azından ihya etmenin derdine düşmüşlerdi. Yeni bir ruh ve fikir/anlayış getirmek istiyorlardı. Sokrates’in Asklepios’a bir horoz borcu olduğunu söylemesi, aydınlık günlerin habercisi olarak, bunun ruh ve fikir sisteminin hayata hâkim kılınmasını isteyen bir muzdaribi karşımıza çıkarır. Bundan dolayıdır ki Eflatun ve Sokrates’in eski Yunan’ın eskimiş kişilikleriyle hiçbir alakaları yoktu ve olamazdı da. Yine bundan dolayıdır ki, “sahte-Grek” yakıştırmasını fazlasıyla hak ediyorlardı. Çünkü onlar “yeni-Grek” olmak istiyorlardı.
Sokrates’in “akıl, erdem ve mutluluk” denklemini eski Yunan toplumunun içgüdüleriyle bağdaştıramayan Niçe, Sokrates hakkında “yozlaşmanın önde gideni” tabirini kullanır. Sokrates’in bu “yoz” hâlini Niçe, bir yönüyle onun sefihlik ve karmaşaya olan teveccühüne, diğer bir yönüyle de onun ayrıksı ve aşırı mantıksal gelişme ve iğneli kötücüllüğüne bağlar. Sokrates ve kötücüllük?
Not: Batı tefekkür dünyasında Kötücüllük felsefî bir ekoldür ve Niçe de bu ekolün bir elemanıdır. Kötücüllük Felsefesi ile meşgul olan Niçe, Sokrates’in son sözlerini bu çerçevede (kötücüllük felsefesi) değerlendirmektedir. Soru: Kötücüllük felsefesine uygun davranan Niçe, Sokrates’i kendisine yakın görmek istediğinden dolayı onu kötücüllükle suçluyor gözüküyor olabilir mi?
Niçe’nin değerlendirmesine göre, ölüme duyduğu şükranın bir ifadesi olarak, hayatın korunmasını temsil eden şifa sanatı tanrısına (Askilepios) kurban kesmek, Sokrates’in onu hukuka aykırı olarak ölüme mahkûm edenlere yönelttiği bir kötücüllüktür. Kötücül insanın birincil gayesinin hasmının acı çekmesi değil, kendi zevki olduğunu, bu zevkin, üstün gelmenin verdiği iktidar duygusundan kaynaklandığını söylerken Niçe, aslında Sokrates’in mahkûm sandalyesinde hâkim tavrının ne kadar çok ironik olduğuna kendince bir göndermede bulunur. Bu mevzuda Füsun Kavrakoğlu’nun söyledikleri mühim:
“Kötücüllük, Kötü’nün terbiye olmuş biçimidir: Gaddarlığın barbarca, bedensel biçiminin yerine incelmiş, zihinsel bir biçim koyar… MÖ 5. yüzyılda Demokritos, kötücüllüğü kadınlara özel bir disiplin olarak görmüştür… Kaba kötücüllük hakaretin sınırlarında gezer, nezih kötücüllük ise ironinin sınırlarında… Kötücüllüğü bir sanat formuna dönüştüren, küstah edası ile Oscar Wilde (1854-1900) olmuştur… Kötücüllük, ilk romantiklerin Romantizm’den anladıkları şeydir: Gönüllerinde yatan yarılma ve kutuplaşma idi. Kötücüllük kutuplaştırır. Ötekiliği en iyi anlatan romantik şairlerden biri (Niçe’nin çok sevdiği) Heinrich Heine’dir (1797-1856)… Kötücüllükten asıl beslenen sanat biçimleri komedi, karikatür ve kabaredir. Hayatla başa çıkmaya dair soruları, gündelik durumları, zamanın şartlarını, politik karışıklıkları zevkle tiye alırlar. Komedi ve kabarenin komik kötücüllüğü ironi, hiciv, parodi, polemik ve sarkastizmi kullanır. (8)
Not: İyi ve kötü kavramaları, izafidir. Bu temel kavramlar, neye göre iyi ve neye göre kötü değerlendirmesine tabidir. Niçe’nin kendisini kötücüllük dairesinde, kötünün kemale ermiş hâli olarak görmüş olması, müesses nizamın sahiblerini ironik bir şekilde “iyi” kategorisine yerleştirmiş olmasından kaynaklanmış olabilir mi?
Niçe’ye göre eski Yunan kültüründe “değerlendirme ölçüsü” veya “soylu beğeni”, Sokrates ile birlikte diyalektik bir maharete indirgenmiştir. Diyalektik maharet sayesinde topyekûn Yunan halkı, “sosyal statü” anlamında en tepeye çıkma imkânını elde etmiştir. Bu durum, bir yönüyle sosyal yapının davranış kalıplarını kökünden sarsmış, diğer bir yönüyle de tüm siyasî erkin ters yüz edilmesinin önünü açmıştır. Hâl böyle olunca, eski Yunan’da Sokrates, topyekûn toplum düzenini temelinden sarsan bir adam olarak siyasî erkin hedef tahtasına oturtulmuştur. Bu, Sokrates’i baldıran zehrini içmeye kadar götüren bir süreçtir. Niçe’ye göre diyalektik maharet kadim gelenekten uzaklaşmanın ta kendisidir. Nitekim eski Yunan siyaset geleneğinde diyalektik maharet, her şeyden evvel tiksinilen bir davranıştı ve gençlerin bundan uzak durması isteniliyordu. Vakti zamanında Helen soyundan olup da kendini diyalektik metodla savunmak, hele hele aklını bu şekil kullanmak, eski Yunan’da en ahlaksızca bir davranış olarak kabul ediliyordu. Eski Yunan’da kişinin kendini ispatlamak zorunda kalması onur kırıcı olarak algılanıyor ve bu, bir nevi itibardan düşmek anlamına da geliyordu. Halbuki, Eski Yunan’da itibar sahibi olmak için, Yahudi mizacını ve de inancını andırır bir mahiyette, Helen soyundan olmak yeterliydi. Niçe’ye göre Sokrates’in yozlaştırıcı ve tiksindirici etkisi tam da bu noktadan sonra başlıyordu. Geleneksel alışkanlıklara karşı savaş açan Sokrates’in elinde bulundurduğu en büyük silah, “yaşanmaya değer hayat” hakkında söylediklerini diyalektik bir çerçevede kullanabilme kabiliyeti göstermiş olmasıdır. Sokrates’in bütün çabası, geleneksel ne varsa onu ortadan kadırmak ve kişinin kendini bilmesine zemin hazırlamaktır. Nitekim Sokrates’in en meşhur sözlerinden biri, “Kendini bil!” sözüdür. Niçe’nin Sokrat hakkında, ironik bir şekilde, “o kendisini önemseyen bir soytarıydı” demesini bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Not: Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi, “yeni çağa yeni akım” şeklinde teklif edilen belirli bir dünya görüşüdür. “Mutlak Fikrin İktidarı”nı kendisine şiar edinen Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi, dil ve diyalektik mevzuunda büyük bir hassasiyet sahibidir. “Her dünya görüşü aynı zamanda bir dildir”, hakikatine sımsıkı bağlı bir şekilde diyalektik, fikrin kendisini değil, onun düzenini ifade eden bir mânâdadır. Aynı zamanda diyalektik, kendi zıddını dışarıda bırakmanın da düzenidir. Sokrates’i ölüme mahkûm kılan onun sahib olduğu dil ve diyalektik olduğuna hiç şüphe yoktur. Hal böyle olunca, Sokrat’ın diyalektik kaygısı çöküşün veya yozlaşmanın bir alameti değil, yeni bir ruh ve fikrin düzenini örgüleştirme çabasını ifade eden bir mânâda olduğu hemencecik anlaşılır. Niçe bu durumu ironik bir dille anlatma derdindedir.
Niçe’ye göre Sokrates’te dil ve diyalektik, sadece bir öç alma biçimidir, aletidir. Bastırılmışlığın, syllogizmin (tümdengelim) sivri dürtmeleriyle kendi şiddet formunun tadını çıkarıyordu. Diyalektikçi aptal olmadığını ispatlamayı muhalifine bırakır: Öfkelendirir, aynı zamanda çaresiz kılar. Diyalektikçi karşıtının aklını etkisiz hale getirir.
Sokrates’te aydınlığa çıkarılması gereken şeyin onun büyüleyici etkisinde aranması gerektiğini düşünen Niçe, Sokrates’in tüm mücadelesini yeni bir müsabaka çeşidine benzetir. Yunanların müsabakacı içgüdülerine dokunduğundan dolayıdır ki eski Yunan’da büyüleyici bir etkiye sahib olmuştur.
Evet; Sokrates, aristokrat Atinalıların istikbâlini ayan beyan görmüştü. Bundan dolayıdır ki, kendi durumunun tuhaflığını hiç önemsemiyordu. Eski Yunanlıların içine düştüğü girdabın ne denli tehlikeli olduğunu çok derinden hissediyordu. Sokrates’in gözünde Atina sona doğru gidiyordu. Sokrates, Atina’nın şahsında tüm dünyanın kendisine, dil ve diyalektiğine, ilacına veya iksirine, kendini bilmesine veya öz koruma sanatına (nefs terbiyesi) ihtiyacı olduğunu biliyor ve görüyordu. Çünkü her yerde nefsanî eğilimler baş tacı edilmiş ve devlet idaresi keşmekeş halindeydi; bütün bir toplum ise ifrat ve tefritin burçlarında konuşlanmıştı. Bütün bu kaygılar bugün için de geçerlidir ve Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi, bu ve benzeri kaygıların üstesinden gelebilmek için bir fırsat olarak karşımızda durmaktadır ve topyekûn dünya entelenjiyasının teveccühünü beklemektedir. Küresel emperyalizmin hesaplarını bozmak adına şartlar sadece Türkiye’yi tarihi misyonunu üstlenmeye zorlamıyor, “yapay zeka” ve “telegram” esprisi üzerinden yapılanlara bir bakıldığında, şartlar aynı zamanda topyekûn dünya insanını da sahici insan olmaya zorluyor.
Dipnotlar
1*Necip Fazıl, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, bd Yayınları, 24. basım, İstanbul, 2016, sh. 25.
2*Friedrich Nietzsche, Putların Alacakaranlığı, (çev: İsmet Zeki Eyuboğlu), Say Yayınları, 5. baskı, İstanbul, 2014, sh. 21.
3*Friedrich Nietzsche, a.g.e., sh. 26.
4*Friedrich Nietzsche, a.g.e., sh. 21.
5*http://www.dmy.info/ustinsan-nedir-nietzsche/
6*https://sorularlaİslâmiyet.com/hallac-i-mansur-enel-hak-demesiyle-ne-demek-istemis-ve-bunu-demekle-kufre-mi-gitmistir-hallac-i
7*Friedrich Nietzsche, a.g.e., sh. 22.
8*http://blog.kavrakoglu.com/tag/asklepios/
Baran Dergisi 579. Sayı