1980 Askeri Darbesi sonrası yürürlüğe konulan, kabul edildiği referandumdan beri tartışılan ve ilk haline göre oldukça değiştirilen 1982 Anayasası’nın yerine yeni bir sistem ve yeni bir anayasa gerekliliği 2007 Yılında Anayasa Mahkemesi’nin Cumhurbaşkanlığı seçiminde verdiği 367 kararı sonrası toplumun bütün kesimlerince kabul görmüştü. O tarihten itibaren siyasî partiler, bazı sivil toplum örgütleri de bu minvalde çalışmalar yaparak kendilerini temsil edecek anayasa teklifleri hazırlamış ve kamuoyuna duyurmuşlardır. Cumhurbaşkanı’nın “Türk tipi başkanlık” modeli teklifiyle sistemin ve anayasanın değiştirilmesine yönelik açıklamalarının akabinde bu yönde yoğun çalışmaların yapıldığına şahid olmaktayız.
Bilindiği gibi anayasalar yapıldıkları dönemin şartlarını ve özelliklerini yansıtırlar. Türk tipi başkanlık ve anayasa tartışmalarına girmeden önce Dünya ve Türkiye’deki anayasal faaliyetleri, hangi etki altında ve şartlar altında yapıldıklarını incelemek gerekmektedir.
Osmanlı Devleti’nde batıcı tiplerin yetişmesiyle birlikte 1808 Senedi ittifak, 1839 Gülhane Hattı Hümayunu gibi anayasa sayılmayacak ancak kurtuluş reçetesi gibi sunulan bir takım metinler hazırlanmış ve Osmanlı’ya bu metinler dikte ettirilmiştir. 1876 Kanuni Esasi ise Anayasa özelliği taşıyan ilk metin olarak Batılı devletler ve Batıcı tiplerin baskısıyla aynı gerekçelerle kabul edilmiş ve yürürlüğe konmuştur.
İslâmcı veya muhafazakâr olarak bilinen çevrelerde kabul gören ve anayasa teklifi olarak sunulan 1921 Anayasası da savaş şartlarında hazırlanmış ve kabul edilmiştir.
1960 Askeri darbesine kadar yürürlükte kalan 1924 Anayasası ise milletin ve yeni kurulan devletin yönünü tamamen batıya döndürerek eskiyle bütün bağlarını kopartmış, Batı devletleriyle yapılan anlaşmalardan sonra askeri gücü elinde bulunduranlar tarafından yapılmış bir devrim anayasasıdır.
1960 ve 1980 Askeri darbelerinden sonra yapılan anayasalarda da 1924 Anayasasındaki ruha sadık kalınmıştır. Bunlar da yüzü batıya dönük olan darbe dönemi anayasalarıdır.
Osmanlı Devletinde batıcılık faaliyetlerinin başladığı dönemler Fransız ihtilali sonrasına denk gelmektedir. Krallıkların ve imparatorlukların ardı ardına yıkıldığı bu dönemlerde başlayan anayasacılık faaliyetleri Osmanlı’ya da ihraç edilmiş, kurtuluş reçetesi olacağı sanılan bu metinler çöküşü engelleyememiştir.
Bugünkü Amerikan Anayasası’nın kabulünden hemen sonra başlayan 1789 Fransız İhtilalini bütün dünyayı etkisi altına alan anayasacılık faaliyetlerinde ilk evre olarak işaretleyebiliriz. Yaklaşık 100-150 yıllık dönemde yukarıda saydığımız 1808 Senedi ittifak, 1839 Gülhane Hattı Hümayunu, 1876 Kanuni Esasi, 1921 ve 1924 anayasaları yapılmıştır. 1. Dünya savaşı sonrası İspanya, İtalya, Almanya gibi ülkelerde yapılan uygulamaların 1924 Anayasasını kabul eden ve uygulayanları da etkisi altına aldığını müşahede etmekteyiz.
Anayasal faaliyetlerde ikinci evre 2. Dünya savaşı sonrasına denk gelmektedir. Bu dönemde savaşı kazanan ülkeler, komünist blok dışında kalan ülkelere kendi değerlerinin ve üstünlüklerinin kabulünü dayatmış ve yeni anayasalar bu minvalde hazırlanmıştır. Birinci Dünya savaşı sonrası kurulan Milletler Cemiyeti’nin askeri kanadının olmayışı sebebiyle etkili olmadığını gören müttefik devletler, kuruluşundan itibaren dünyanın başına bela olan Birleşmiş Milletleri ve askeri güç olarak ta NATO’yu oluşturarak, kendi düzenlerini kabul ettirmişlerdir.
1960 Askeri darbesi güya milli çıkarların zedelendiği gerekçesiyle yapılmasına rağmen yönünü tamamen batıya dönmüş başka bir anayasa olarak karşımıza çıkmaktadır.
1982 Anayasası ise Portekiz, Yunanistan gibi ülkelerin rejimlerinin yıkılmasıyla başlayan 3. evre anayasacılık faaliyetlerinin etkisi altında yapılmıştır. Birleşmiş Milletler ve NATO’nun aktif kullanıldığı 3. evre anayasacılık faaliyetlerinde Sovyetler Birliği’nin dağılarak komünist bloğun çökmesi sağlanmış, milyonlarca insanın ölümüne sebep olmak pahasına kendileri dışında kalan ülkelere “insan hakları ve demokrasi” götürülmüş ve güya bunları güvence altına alan anayasaların kabulü sağlanmıştır.
Dünyayı egemenliği altına alan, ferdî mülkiyeti kutsallaştıran Batı Medeniyeti, Birleşmiş Milletler ve NATO aracılığıyla halen hâkimiyetini sürdürmekte ve bu hâkimiyetin devamı için ülkelere ve yönetim biçimlerine müdahalelere devam etmektedir.
Komünist bloğun çökmesiyle birlikte BM ve NATO, gündemine terör, eşcinsellik, iklim değişikliği gibi konuları almıştır. Terör tanımlamasını üye ülkelerin Batılıların isteklerine uygun hale getirmesi sağlanmış, yaptıkları terör ve terörist tanımıyla kendi değerlerini dikte etmiştir. Güçlü ülkelerin menfaatlerinin korunması adına fiili müdahalelerde bulunmuştur.
Bu minvalde Türk Hukuk sisteminde ayrımcılık yapılamayacağı gerekçe gösterilerek ciddi değişikliklere gidilmiş, cinsiyet değişikliklerinin önü açılmış, buna dair söylemler nefret suçu olarak kabul edilerek cezalandırılması sağlanmıştır. Yine mevzuatımıza batı değerlerine göre yapılmış terör ve terörist tanımlamaları girmiş, Terörle Mücadele kanunları yapılmış ve ilkin 28 Şubatçılar son 15 yıldır da Fethullahçılar tarafından batı ve batıcılar yararına Müslümanlara baskı yapmak için bu mevzuat kullanılmıştır. Mısır’daki darbe sonrası dağıtılan İhvan hareketinin ABD tarafından Terör örgütü olarak kabulü de bundan sonraki bütün Müslüman yapıların (cemaat, tarikat vs.) terör örgütü olarak kabul edilebilmesinin önünü açmıştır. 2006 Yılında 3713 sayılı terörle Mücadele Kanunu’ndan çıkarılan silahsız terör örgütü tanımının tekrar mevzuatımıza gireceğini de C. Başkanı’nın son açıklamalarından anlamaktayız. Terör ve terörist tanımının bu şekilde genişletilmesinin etkilerini hemen hissedeceğimizden de kimsenin kuşkusu bulunmasın.
Sivil anayasa yapma iddiasındaki Ak Parti ve diğer partileri incelediğimizde batı değerlerinin aksine bir anayasa yapılamayacağını görmekteyiz. 2007 yılında AK Parti’nin Prof. Dr. Ergun ÖZBUDUN başkanlığında, Prof. Dr. Zühtü ARSLAN, Prof. Dr. Yavuz ATAR, Prof. Dr. Fazıl Hüsnü ERDEM, Prof. Dr. Levent KÖKER ve Doç. Dr. Serap YAZICI’ya hazırlattığı Anayasa taslağı da bunun ipuçlarını vermektedir.
Başlangıç kısmında ve anayasa taslağının muhtelif fasıllarında her türlü ayrımcılığı reddeden demek suretiyle eşcinselliğe karşı çıkmanın bir ayrımcılık ve nefret suçu olabileceğine ilişkin argümanlar ortaya konmuştur.
Yine din ve inanç hürriyeti bahsinde, devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini din kurallarına dayandırmaya yönelik eylemler biçiminde kullanılamayacağı, din ve inanç hürriyeti, anayasal düzeni din kurallarına dayandırmaya yönelik eylemler biçiminde kullanılamaz gibi düzenlemelerle de yeni anayasanın yüzünün nereye dönerek yapılacağı netlik kazanmıştır.
İslâmcı-muhafazakâr geçinen camianın şer’i kurallarla hazırlanmış bir anayasa yapılacağı düşüncesi şimdilik bu şartlarla hayalin ötesine geçmeyecek beklentilerden ibaret kalmaktadır. Anayasa da yer alan C. Başkanlığı yazan kısımların başkanlık olarak düzeltilmesi, başkanın da yürütmenin başı olarak gösterilmesi her halde bizim idealize edip beklediğimiz Başyücelik modeli değildir.
Sivil bir anayasa hazırlanacağı düşünülerek kendi tekliflerimizi hazırlama, bu işte biz de varız diye gösterme adına yapılan veya yapılacak çalışmaların bir faydası olacağı kanaatinde değiliz. Ancak bütün insanlığa saadet getireceğine can ı gönülden inandığımız İBDA Mimarı Sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun işaret ettiği Başyücelik Devlet modeli hakkında çalışmalar yapılması zaruretine de inanmaktayız.
Yukarıda izah ettiğimiz ve anlaşıldığını düşündüğümüz üzere; Batı tipi anayasacılık faaliyetleri, milletlerin ve devletlerin zor durumda bırakıldığı olağanüstü şartlarda yapılmış, batı ve batı değerlerine bağlı kalınarak üstünlükleri kabul edilmiş yazılı metinlerdir. J. J. Rousseau’nun toplum sözleşmesi olarak tarif ettiği ve yasaların yasası olarak kabul edilen anayasa her halde dikte ettirilerek yapılan metinler olmasa gerek...
Türkiye bugünkü şartlara baktığımızda gördüğümüz manzara, toplumun kutuplaştığı ve neredeyse hiç yaşamadığı kadar birbirini ortadan kaldırmayı düşündüğüdür. Çatışmacı dil ve üslup her kesime hakim olmuş durumdadır. Bu halimizle bir araya gelip kendi kendimizi yöneteceğimiz, (şimdiki haliyle değil) ideal Müslüman ahlâkını ve adaletini ortaya koyan bir sözleşme yapma ihtimalimiz zayıf gözükmektedir.
Sistemin üzerine bina edildiği anlayışa sadık kalınarak yapılacak bir anayasa dertlerimize çare olmaktan ziyade yeni çatışmalara sebebiyet verecektir. Böyle olacak diye ideallerimizden vazgeçmeyeceğiz. Dünya olağanüstü bir dönemden geçiyor; bunun farkındayız. Yüzyıllardır üstünlüğünü kabul ettirmiş Batı emperyalizminin menfaat odaklı çatışmaları, beklenmedik hadiselerin cereyan etmesine ve -ümidimiz odur ki- tasallutunun sona ermesine sebep olacaktır. Milletlerin kabul ettiği ve kolay kolay vazgeçmediği toplum sözleşmeleri de zor durumda ve ortak kabulle yapılmış olanlarıdır.
O güne hazırlıklı olmak ve çalışmak, bizim en önemli sorumluluk ve görevimizdir.
Baran Dergisi 480. Sayı