Çözüm süreci ilerliyor, 28 Şubat’ın hukuksuz yargı kararlarının iptaline yönelik emsâl kararlar alınıyor, kendisini milletin efendisi addedenler tesirlerini yitiriyor, bürokrasi kademelerine sızmış bulunan “Truva Cemaat” temizleniyor, dış etkiler azalıyor vs... Yorum yapmak bir yana, burada bir durum tesbiti yapmamız icab ediyor; “Türkiye’de bir şeyler değişiyor.”
Bu değişim, toplumun birçok kesimi üzerinde müsbet etkileri olan bir değişim olsa da; PKK’nın silâhlı mücadelesinin, 28 Şubat döneminin, bürokrasinin, hukuksuzluğun, yabancı güçlerin dedikodusunu yapmak üzerinden karşı oluşta şahsiyet bulan diğer kesimler için son derece menfî bir döneme girildiğine işaret ediyor. Hâsılı kelâm, şahsiyetin pahalılaştığı bir döneme giriyoruz.
İbda Mimarı Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, bu hususla ilgili olarak “Adalet Mutlak’a” başlıklı konferansta gazetecilik mesleğinden misâlle; “silâhlar sustuğu zaman, gazetecinin konuşacak bir lâfı kalmıyor… Veyahut da silâh yerine başka bir şey olarak “o yedi, bu bunu itti” falan filan… Şimdi mevzuu şundan ibaret: sen şuraya geldin, senin hiçbir düşmanın da yok, sen buraya nasıl bir şey teklif ediyorsun? Hangi düşünceyi teklif ediyorsun? Şimdi böyle bir durumda kalır kalmaz herkes kendine düşman aramaya başlıyor, çünkü düşman yoksa, kendi de yok gibi bir vaziyette…” diyor.
İktidarın Konuştuğu “Üst Dil” Karşısında Çeşitli Kesimlerin Vaziyeti
Ak Parti, iktidara geldiği günden beri çeşitli kesimlerin pek de alışkın olmadığı, toplumun büyük çoğunluğunun ise son derece memnun olduğu bir dil kullanıyor. Lâmı cimi yok, bu dil Yürüyen Büyük Doğu-İbda’nın dili. Kullanılan dilin fikir ve aksiyon planında Ak Parti tarafından ne kadar aksettirildiğini –müsbet aksiyonları da unutmamak kaydıyla- bir kenara koyacak olursak, bir dünya görüşünün içinden doğduğu ve beslendiği rahatlıkla anlaşılan bu dilin, üst bir dil olduğu ve siyasî plandan başlayarak, gevezelik etmekten başka işi gücü olmayanların yalnızca bu dilin konuşulmasıyla bile ne kadar da kolay bir şekilde ekarte edildiklerini görmek ve vaziyeti doğru bir şekilde kavramak gerekir öncelikle...
Başta bugün Cumhurbaşkanlığı makamında bulunan Receb Tayyib Erdoğan olmak üzere, Ak Parti’nin kullandığı bu üst dilin altında kalanların reaksiyonuna da bir bakalım...
Bir kesim, konuşulan üst dilin üstüne çıkmadığı için müzmin muhalif oldu ve gerçekleşen yahut planlanan icraat her ne olursa olsun onun karşısında olmak üzerinden, yâni “karşı oluş”tan şahsiyet bulmaya çalıştı. Muhalif partiler, kendisini “sağ” ve “sol” addeden cenah ve hayât tarzı Anadolu insanına yabancı olanların bir çoğunu bu kesime misâl olarak verebiliriz.
Bir diğer kesimse, yine kullanılan dilin altında kalmak suretiyle ne konuşulan dilin üstüne çıkabildi, ne de dil dairesinin içine girebildi; gitti ve iktidara yanaşmakta şahsiyet buldu. Bu cenah daha homojen olduğu için, kesim kesim değil de, isim isim misâllendirmek lâzım geldiğinden, geçelim...
Nihayetinde iktidarda bulunan partinin ve liderinin, bir dünya görüşünün yalnızca dilini konuşmak suretiyle elde ettiklerine bakarak bile İbda Mimarı Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun, her kesimi “niçin” kendi dünya görüşü merkezinden kendisini izah etmeye davet ettiğini anlamak mümkündür herhâlde...
Silâhlar Sustuğu Zaman
Gelelim silâhların müşahhas anlamda susmak üzere olduğu “Çözüm Süreci”ne... Bir devletin olabilecek en çirkin yüzleriyle İstiklâl Mahkemeleri ve 80 döneminde yüzleşmiş olan Kürtlerin reaksiyonunu zemin alarak kurulan ve geniş bir tabana yayılarak taraftar bulan PKK, silah bırakmak üzere. Peki bu noktaya nasıl gelindi?
Başta da ifâde ettiğimiz üzere, Ak Parti’nin kullandığı üst dil ve bu dilin kaynağı olan dünya görüşünün bağlı olduğu “Mutlak Fikir”, milliyet mefhumunun üstünde bir paydada bir araya gelinmesine vesile olduğu için artık, kronikleşmiş olan “Kürt Meselesi” çözüme yakın. Ne var ki, bu dilin altında ezilen ve tüm varlığını “karşı oluş”ta bulanların PKK ve unsurları içinde de bulunduğunu da unutmamak gerek. Silâhlar sustuğu ândan itibaren konuşacak bir şeyi kalmayacak, şahsiyetini yitirecek ve çatışmadan elde ettiği menfaati kaybedecek olanlar, tabiî bir şekilde değişim karşısında direneceklerdir. Silâh bırakma çağrısının yapıldığı toplantıda HDP heyetinin öne sürdüğü 10 maddenin muhtevası bile söylediklerimizde ne kadar da haklı olduğumuzun ispatıdır:
Yedinci maddenin başlığı; “Kadın, kültür ve ekolojik sorunların yasal çözümleri ve güvenceleri.” 30 senedir sürmekte olan çatışma meğerse kadınların ve ekolojinin sorunlarını yasal çözüme kavuşturmak içinmiş de haberimiz yokmuş. Silâhlar sustuğu vakit konuşacak bir şeyi kalmayanların hâli; “kadın ve ekolojik sorunların yasal çözümleri...” Dâvâ bu muydu yâni? Kadın ve çevre sorunları da muhakkak önemli de, bunca sene karşılıklı girişilen çatışmalar, dökülen kanlar bunun için miydi? Saçma değil mi?
Bundan 23 sene evvel Zend Press Haber Ajansı’nın yaptığı röportajda İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu “beni, ‘Kürt Meselesi’nden çok ‘Kürt’ün meselesi’nin ne olduğu ilgilendiriyor” derken, aslında silahlar sustuktan sonra konuşulacak olanın ne olması gerektiğine işaret ediyordu ve ne olması gerektiğini de bu röportajında uzun uzun anlatıyordu. Gelinen noktada görülüyor ki; mevcut statüko o kadar hâkim olmuş ki, dâvâ, ideoloji sahibi olmak iddiasındakileri yiyip bitirmiş ve ekolojik sorunların yasal çözüme kavuşturulması noktasında bir kesimin ideolojik derinliğini izaha kavuşturmuş.
Yalnız “Kürt Meselesi” mi? 28 Şubat üzerinden de benzer bir piyasa oluşmuş vaziyetteydi. Bütün varlığını 28 Şubat dönemindeki hukuksuz yargı kararlarının karşısında olmaktan bulan bir kesim vardı. Geçtiğimiz günlerde İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi, emsal niteliği taşıyabilecek bir karara imza attı ve “28 Şubat sürecinde kararların yargı bağımsızlığının olmadığı bir ortamda ve baskı altında verildiğine” hükmetti. Şimdi bu karar emsal kabul edilir de, dönemin yargısının gadrine uğramış 600’ü elân cezaevinde binlerce insana hakları iade edilirse, 28 Şubat dönemine karşı olmaktan şahsiyet bulmanın devri de kapanmış olacak. Peki, ya sonra? Bütün dâvâ, 28 Şubat döneminde alınan yargı kararlarının iptali miydi? Yoksa 28 Şubatçıların karşısında durmanın başka bir maksadı mı vardı? Neydi o maksat? Hazır, çilesiz, bedavadan şahsiyet var ya nasılsa, gayeyi hatırlayan kim?..
1980 darbesi karşıtlığı, sermaye düşmanlığı, “falancaya özgürlük”, Amerikan karşıtlığı, Ak Parti karşıtlığı, Erdoğan karşıtlığı, CHP karşıtlığı, Atatürk düşmanlığı vesaire, misâller çoğaltılabilir. Bu karşıtlıklar dönem dönem çeşitli fikirlerin kendi dünya görüşlerini ifâde etmek, benzerlerini bulmak ve örgütlenmek adına diyalektik münasebet kuracakları zıtlıklar olabilirler; fakat yalnızca bundan ibaret bir dâvâ da olmaz, kavga da olmaz, fikir de olmaz, ideoloji de olmaz! Öyle ya, diyelim Amerika yıkıldı, ya sonra?..
Üst Dilin Sahibi Olarak...
Ak Parti iktidarının ve Erdoğan’ın kullandığı dilin Büyük Doğu-İbda dili olduğunu ve bu dil karşısındaki çilesiz bedavacıların hâlini anlattık sanıyoruz. Gelelim, bir nebze anlamaktan ötürü bu dil üzerinde bir miktar tasarruf sahibi olma iddiasındaki bizlerin söyleyeceklerine.
En başta, “sahip” kelimesi etimolojik olarak s-h-b kökünden gelir ve anlamı bir şeyin maliki olmak değil, ilişiği olmaktır. Türkçe, Müslümanlar tarafından kullanılan bir dil olduğundan ve bizde tevazu bugünlerde olduğu gibi riyakârlık vasıtası değil de bir hakikate karşılık geldiğinden, Müslüman milletimiz kendisini hiçbir şeyin “malik”i görmemiş, yalnızca her ne ise onunla ilişikte bulunan olarak görmüştür. Dolayısıyla, bu üst dilin gerçek sahibi olarak kendimizi görmekte bir beis yoktur diyelim ve devam edelim.
İktidarın konuştuğu dil karşısında vasatı bile aşamayan muhalefet tutunamıyorsa da, her şey de güllük gülistanlık değil elbette. Bu dil konuşuluyor da, bu dilin ait olduğu dünya görüşü, bu dili konuşmaktan ibaret değil elbet...
Türkiye’de hâlen geçmiş dönemlerden kalma fobiler var, bir yere kadar anlayışla karşılansa bile, bir yerden sonra bu fobilerin gölgesi altında bu işlerin olmayacağı muhakkak.
Bir kere bugün üst dil olarak kullanılan dünya görüşünün merkeze alınması, ilân edilmesi ve bu fikir ekseninde politikalar üretilmesi gerekir ki; milletin inanacağı, evet bu benim fikrim, bu benim politikam, bu benim rejimim, bu benim devletim diye bileceği bir yapıya geçilebilsin. Böyle olmadığı, merkezde yer alan boşluk doldurulmadığı takdirde bu boşluğun nasıl doldurulduğu, nasıl bir müdahale vasıtası olarak kullanıldığı apaçık ortada.
Meselâ olmazsa olmaz gibi dayatılan demokrasinin, ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa’da âdeta bir arayüz gibi nasıl da istismar edildiği açıkça görülüyor. Belki bugün yalnız Türkiye’de bu kadar kesin bir demokrasi uygulanıyor ve bu da yalnızca bir kesimin diğerinin kuyusunu kazma vasıtası hâline geliyor. Demek ki demokrasi nihaî bir hedeften öte, ancak hedef istikâmetinde bir vasıta. Mesele illâ sandıksa, hadi yine seçim de olsun. Seçilme kriterleri doğru düzgün belirlendikten sonra, çok da sıkıntı değil. Her hâlükârda popülizme bakan bir tarafı olacaktır; fakat en azından mesafe kat edildiğini gösterir.
Şimdi yeniden dönelim Müslüman milletimizin “benim rejimim, benim devletim, benim politikam, benim kalkınmam, benim idealim” diyebileceği dünya görüşünün, fikrin ne olduğu meselesine. Anadolu’nun en büyük ortak paydası İslâm olduğuna göre demek ki; “İslâm’a Muhatab Anlayış”ı örgüleştiren bir dünya görüşünün merkeze alınması gerekiyor; yani ülkemizde meşruiyetin merkezinde İslâm oturuyor. Bu dün de böyleydi, bugün de böyle, yarın da böyle olacak. Bugün, fert ve toplum meselelerine “Mutlak Fikir”den zerre şaşmadan çözüm getiren kaç dünya görüşü var? E yâni mütevazi olsak ne olacak, Büyük Doğu-İbda’dan başka bugün “yaşayan” tek bir dünya görüşü mü var?
Milletimizin sahipleneceği bir dünya görüşünün merkeze alınması ve bu dünya görüşünün perspektifinden bakarak yeni bir geleceğin -yalnız Anadolu için de değil, İslâm âlemi ve dünyanın geri kalanı için de- inşâ edilmesinin vakti gelmiştir. Eski dönemden kalma fobilerden de kurtulmak ve vasıtalar arasında kaybolmamak böyle dönemler için son derece kritiktir.
Çıkılan her basamak, bir sonraki basamağa çıkacak çap ve liyakatte olmayanlar için nihaî menzildir. Bir basamakta uzun süre kalınırsa, statüko doğacağı ve bir sonraki basamağa adım atmanın her geçen gün zorlaşacağı unutulamamalıdır.
Baran Dergisi 425. Sayısı