Türkler Müslüman olmadan evvel muhtelif dinlere intisab etmişlerdir. Orta Asya ve Sibirya Türk ve Moğol kavimlerinin benimsediği, içeriği kabileden kabileye farklılık gösteren Şamanizm'i, bunun bir nevî millileştirilmiş hali olan Gök Tanrıcılığı, Manihaizm'i, Budizm'i ve Nesturî Hıristiyanlığı Türklerin parça parça da olsa kabul ettiği dinler arasında sayabiliriz. Bu anlamda, bu dinlerin hepsini tecrübe etmiş olan Uygur Türkleri ilk sırayı alırlar. Uygurların bu kadar çok din değiştirmesinde, ticaretin canlı olduğu İpek Yolu üzerinde, yani din ve kültürlerin geçiş güzergahında yaşamalarının önemli bir âmil olduğu kanaatindeyiz. Diğer taraftan Uygurlar, Türkler arasında göçebe hayatı bırakarak yerleşik düzene geçen ilk kavimlerdendir. Oğuzların bir çok boyunun İslâm dinine girmeye başladığı 10. asrın başlarında, tarihçi El-Birunî “Doğu Türklerinin büyük çoğunluğu, Çin ve Tibet'te yaşayanlar ve Hindistan'ın bir bölümü Mani dinine bağlıdırlar” diye yazmıştı. Günümüzde yapılan araştırmalar, bu tezi doğrular mahiyette neticeler vermektedir. Fakat eldeki kayıtlar, Türklerin bir kısmının 5. asra kadar Mani dinine bağlı olduğu, akabinde Hindistan ve Çin üzerinden gelen Zen Budizm'in tesiriyle Budizm'i kabul etmeye başladığı yönündedir. Mani dinini benimseyen Türk kavimleri, Maveraünnehir bölgesi ve doğusunda kalan Oğuz boylarıydı. Gök Tanrı dininin ikili tanrı sistemine uyan Mani dini, bu Türk boylarına çok tanıdık gelmiş ve belli ölçüde kendi eski dinleriyle Mani dinini telif etme yoluna gitmişlerdir. Zaten Türkler, girdikleri her dini kendi aslî inanç dünyalarıyla telif çabasından hiç bir zaman vazgeçmemişlerdir. Bu dinin her ne kadar İran'da tapınakları, dolayısıyla bu tapınakların ve keşişlerin giderlerini karşılamak için vakfı andırır uygulamaları olsa da, Türkler arasındaki vaziyeti tam olarak bilinmemekte. Muhtemelen Türkler de tapınaklar için aynı tarz çözümlere başvurmuşlardı.
Kuvvetli ihtimale göre, Orta Asya'nın Batı kesimindeki Türkler, Budizm ile daha önce tanışmışlardı. Çünkü bu din, o devirlerde Batı Türklerinin hakim olduğu bölgelerde, kitlelere yayılmak için gereken yolları çoktan tesis etmişti. Mutlak bir kanıt elimizde olmadığından, o devirde yaşayan Batı Türklerinin Budizm’i kabul ettiklerini gösteren bir kesinlik söz konusu değildir. Ancak, Batı Türkleriyle meskun Kapisa (Begram-Afganistan) bölgesinde, Türk kağanlığınca kurulmuş bir takım Budist tapınaklar olduğunu öğreniyoruz. (Türk Orta Asya'sında Budizm, Hans J. KLIMKEIT, Selçuk Üni. Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sayı 26, sh 93)
Türkler, İslâm'la tanışana kadar yekvücut olarak bir dinin bayrağı altında yaşamamışlardır. Doğu Türkistan'da meskun Uygurların son kalan bakiyesinin de en nihayet 15. asırda İslâm'a girmesi ile Türklerin İslâmlaşma süreci tamamlanmıştır. Asya'da çok geniş bir coğrafyaya yayılmış olan Türk kavimleri -ki bu tabir bile bazı araştırmacılar nezdinde tartışmalıdır- temas ettikleri medeniyetlerin din ve kültürlerinden tabii olarak etkilenmişlerdir. Sanki şöyle bir vaziyet hasıl olmuş gibidir: Türkler, yerleşik hayata geçtikçe yukarıda bahsi geçen dinlerden birisini kabule temayül göstermişler, göçebe hayatını sürdürdükleri müddetçe de, kendi aslî dinlerine dönmüşlerdir. Hatta 7. asırda Göktürk Devleti Çinlilerin tesiriyle yıkılıp Türkler, İlteriş Kağan tarafından Kutluk Devleti çatısı altında tekrar bir araya getirildiğinde, halka Budizm'i bırakıp kendi eski dinlerine dönmeleri istikametinde baskı dahi uygulanmıştır. Gerçi Türkler girdikleri dinle kendi aslî dinlerinden bazı unsurları telif etmekten de geri durmamışlardır. Bunu Müslümanlaşan Türk topluluklarda dahi müşahede etmekteyiz ki, bunun en uç örneği Alevîliktir.
Göçebe hayatın zorluğundan olsa gerek, ki Türklerin kurdukları devletlerin başkentleri bile “çadır kent” görünümündeydi, uzun yıllar varlığını koruyacak tesislerin inşâı neredeyse imkansızdı. Göçebe hayatın getirdiği kendi kabiledaşları arası sıkı dayanışma, vakıf benzeri bir vaziyet arz etmektedir. Vakfın temel dinamiği olan muhtaç kişilere dünyevî bir karşılık beklemeden yardım etmek, İslâm öncesi Türklerde sıkı bir disipline bağlanmış ve çokça teşvik edilmişti. Bir tesis inşâ ederek vakıf kuramayan kimi Türk boyları, bunun yerine örfü vakıf haline getirmişlerdi. Caferoğlu'na göre, kabileden birisi zor duruma düştüğünde, ihtiyacının ilk önce yakın akrabaları, onların da yoksa komşu veya tanımadık kimseler tarafından karşılanması Kırgızlarda, Yakutlarda ve diğer bir kısım Oğuz boylarında görülür. Bundan başka, hayvana muhtaç ama bunu temin edecek durumu olmayan kişilerin bu ihtiyaçlarının, çeşitli seremoni ve şekillerle o kişiye verilmesi kuraldır. Buna da “tamazlık” denir. Ayrıca “uca” veya “uça” (hayvanın “pöç” kısmı) denilen ve birisi bir hayvan avladığında, bu ismi -yani, uça'yı- başka birinin söylemesi, yani avdan pay istemesi üzerine avını onunla paylaşması, hatta tamamen ona terk etmesi demek olan bir âdet daha vardı. Bu âdet, farklı isimler altında bugün bile varlığını kısmen muhafaza etmektedir. Bunlar, yapmayanı cemiyet dışına attıracak kadar yaptırım gücüne sahip binlerce yıllık âdetlerdir. (Prof. A. Caferoğlu, Türk Taamül Hukukuna Göre İçtimaî Muavenet Müessesesi, Vakıflar Dergisi, sayı: 2)
Göçebe hayatın zorluklarını dayanışma ile atlatma hissiyatına dayanan bu neviden âdetleri, farklı kavimlerde de görmekteyiz. Anadolu Türkleri arasında varlığını halen sürdüren “imece” buna bir misaldir. Fakat bunların şuurlu bir şekilde gelecek nesillerin de istifadesine sunacak bir tesis teşekkülü mânâsında vakıf kurumu ile çok benzerliği bulunmamaktadır. Dediğimiz gibi, herhangi bir tesis yapımı eski Türkler için zordu ve bu tarz tesisler kurmak yerine dayanışma ihtiyacını örfün içine gömerek yaşatmaya çalışmışlardı. Ahlâkın “işleyici değil de işletici vasfını” (S. Mirzabeyoğlu) göz önüne aldığımızda, örfün “yazılı olmayan ahlâk kuralları” anlamına geldiğini ve gücünü de örfün geçerli olduğu ahalinin ona olan inancından aldığını görmekteyiz. Bu da, sürekli üzerinde durduğumuz “insan fıtratındaki iyilik yapma ve cemiyetin varlığının devamı” arasındaki doğru yönlü münasebetin, Türkler gibi hayat şartlarından dolayı dört başı mamur bir medeniyet kuramamış milletlerde örf vasıtasıyla yürürlükte olduğunu bize gösteriyor. İnsanın fıtraten düzen ve iyilik temayülünde bir varlık olduğu tezimizin sıhhatinin ispatı açısından bu husus önemli.
Geçen sayımızda Budizm vesilesiyle gördüğümüz vakıf benzeri kurumlar, bilhassa Uygurların bir kısmının yerleşik bir hayata geçip bu dini benimsemesi yüzünden Uygurların yoğun bir şekilde yaşadığı Doğu Türkistan'da neşvünema imkanı bulmuşlardır. Elbette bu dinin yayılma sahası sadece Doğu Türkistan değildi; Maveraünnehir bölgesinden başlayarak İpek Yolu boyunca muhtelif Türk kavimlerinde Budizm'in tesirlerini görmekteyiz. Hatta Ruben'e göre (Vakıflar Dergisi, sayı: 2) “Buhara” ismi bile Budizm kaynaklıdır: Hindistan'da Nalanda manastırının bulunduğu yerin adı “Vıhara”dır ve bazı eski Uygur metinlerinde Buhara şehrinden “Vahara” olarak bahsedilmektedir. Ruben bu ismin verilme sebebini, bu şehirde çok miktarda Budist manastır yapılmasına ve “Vıhara” isminin manastırlar ile özdeşleşmesine bağlıyor. Şu veya bu, Maveraünnehir'in iki incisinden biri olan bir şehre ismini verecek kadar Budizm'in Orta Asya Türkleri üzerinde tesir gösterdiği aşikardır. Bunun sonucu olarak da Türklerin meskun olduğu bir çok şehirde, tıpkı Hindistan'da olduğu gibi, manastırlar ve bunlara bağlı hayır kurumları tesis edilmiştir. Cumhuriyet sonrası her şeyi Türklüğe bağlama peşindeki bazı müelliflerce, Müslüman Türklerdeki iyilik yapmanın tecessüm etmiş hali olan vakıflara düşkünlüğün, İslâm öncesi dönemlerdeki bu tarz hayır işlerine atıfla izaha kalkışılması biraz da hadisenin bu yönünden dolayıdır. Eski Çin kaynaklarına göre bile “Türkler basit ve kandırılması kolay yapıda insanlardır” (Liu, Mau-Tsai, Cilt I., s. 10, 1958), yani iştiyakla inanma hissi kuvvetli bir millettir. O dönem yeni girdikleri bir din olan Budizm'in hayır yapma yönünü köpürtmüş olmaları Türklerin, vakıf kurumunun gerçek mânâsını bulduğu İslâm'a girdikten sonra aynı iştiyakla hayır işlerini sürdürmelerinin sebebi olamaz. Bu daha çok inanma hissi son derece kuvvetli bir milletin, hemen her dinin iyilik etme ve fedakarlıkta bulunma emirlerine fıtraten ne kadar yatkın olduğunu gösterir, Türklerin İslâm ile şereflendikten sonra hayır hasenat peşinde niçin bu kadar koşmuş oluşlarının sosyo-psikolojik ipuçlarından birini verir.
Doğu Türkistan'da ortaya çıkarılan bazı buluntular arasında Budist vakfiyelerine de rastlanmıştır. Budizm'in “Mahayana” mezhebini kabul eden Uygurlardan kalma bu vakfiyelerden birisi, bir mabedin temeline sokulmuş olarak bulunmuştur. (Müller, Ulgurica, sayı 1, sh. 47) Bir tahta kazık biçimindeki vakfiyenin üzerinde sihirli sözlerin de bulunduğu muhtelif malumatlar mevcuttu. Vesika ilk önce vakfın tarihini, kimin yaptığını, ardından kutsal metinlerden alınmış, iyilik etmenin ne kadar sevap olduğunu beyan eden bazı cümleleri ihtiva etmektedir. Son kısımda hayır sahiplerinin isimlerinden başka binayı yapanların ve vesikayı yazanların isimleri de bulunmaktadır. Vakfiyeden manastıra yapılan yardımın içeriğini kabaca öğreniyoruz. Bu suretle, vakfı yapan kişi ruhların kötülüklerden korunmayı amaçlamaktaydı. Bu sihirli dualarla süslenmiş vakfiyeler daha sonra kendine münhasır bir tarz oluşturmuşlardır. (Müller, age, sayı 3, sh. 65)
Türkistan'daki Budist manastırlarda, Hindistan'dakilerin aksine duvarlara işlenmiş vakfiyelere rastlamasak da, manastırlara mülklerini vakfeden hayır sahiplerinin resim ve isimlerinin duvarlara kazılı olduğu bazı kalıntılar bulunmuştur. Her ne kadar bu tapınaklar Budist Türklere ait olsa da, bunun Manihaizm kaynaklı bir uygulama olduğu tahmin edilmektedir. Çünkü bu resimlerdeki hayır sahipleri tıpkı İran soyluları görünümünü taşımaktadırlar ve İran'da Budizm, hiç denecek kadar bir etki göstermiştir.
Türkistan'daki Budist vakıfları hakkında doyurucu malumat verecek miktarda bir arkeolojik keşif henüz yapılamamışsa da, ele geçen bazı örneklerde, Budist tapınaklara ve bunlara gelir sağlayan mülklere el sürülmesi en büyük günahlardan sayılmaktadır. Fakat bu tapınak ve mülklerin nasıl idare edildiğine dair bir bilgi yoktur. Sadece tapınakların malvarlığını oluşturan envanterin aşağı yukarı Hindistan'daki ile aynı olduğu tahmininde bulunabiliriz. Tıpkı Hindistan'da olduğu gibi, tapınaklara herhangi gelir getiren mülkü vakfettikten sonra bölgenin beyinin veya kağanın o mülkleri geri alma hakkı bulunmamaktaydı. (Ruben, age, sh. 181)
Fakat ne olursa olsun, Müslüman olmayan Türklerin kurdukları vakıf benzeri tesisler, İslâm'dan sonra kurulanlar gibi cemiyetin tamamının hayrını gözeten bir vasıf taşımamaktaydılar. Umumiyetle, kamunun geneline iyilik etmek idealinden ziyade, kişinin kendisini manen korumaya matuf ve kapsamı dar, kişinin kendi adını ölümsüzleştirmeyi arzulayarak teşekkül ettirilmiş kurumlardı. İmaret, barınak, su yolları benzeri imar ve içtimaî yardımlaşma özelliği olan kurumlar değillerdi. Hindistan'daki benzerlerine bakar ve Türkistan'da şu ana kadar bulunan bazı vakfiyeleri esas alırsak, genel ağırlığını Budist tapınakların imarını ve keşişlerin geçimini sağlamayı hedefleyen hayır işleri görünümü arz etmekteydiler. Bu durum, insanların nihayetinde bağlısı oldukları inancın yansıtıcısı oldukları gerçeğini bize bir kere daha hatırlatmaktadır.
Baran Dergisi 424. Sayısı