Köylü zihniyetinden kasıt, yerleşim esaslı bir maksada matuf değildir. Kendisinden üstün gördükleri tarafından verilecek birkaç tahıl ambarı karşılığında, ruhunu satma tavrıdır. Hilafeti ilga eden, toplumun dilini kökünden keserek onun ruhuna açılan kapıları kapatan ve yapılan nice sözde inkılaplarla kendini pazarlayan tavır…
Selim, üniversite son sınıf öğrencisi, saygılı, dinamik ve karşısına çıkan her hadiseyi onu kavrayana kadar anlamaya çalışan farklı bir gençti. Her yıl olduğu gibi bu yaz tatilinde de ailesiyle birlikte memleketi Samsun’a dede evine gitmişti. Emekli bir tarih öğretmeni olan dedesini çok seviyordu Selim. Ondan dinlemeyi ve öğrenmeyi hiç ihmal etmiyordu. Sevgi ve samimiyetini hissettiren hali, kendisini ifade şekli ve anlattığı hikayeler Selim’e, bilgiden ziyade bilmenin ne demek olduğunu öğretiyordu.
O sabah da bütün aile bahçede kahvaltı yapmışlardı. Selim, dedesinin bahçede bulunan su kuyusunun makarasıyla ilgilendiğini gördü. Dedesinin bu uğraşısı, her zaman olduğu gibi ona sevimli ve çekici gelmiş olacak ki dedesinin yanına gitti. Son zamanlarda toplumun en alt tabakasına kadar düşmüş olan siyasi tartışmalar ve devletin işleyişiyle alakalı kafasında soru işaretleri vardı. Elbette kendisi de görüş ve düşüncelere sahipti; fakat dedesinin ona tebessüm ettiren hoş dili ve özellikle tarihi yorumlama şekliyle bugünkü meselelere değinmesi onun ufkunu açıyordu ve elinde yine fayda devşirmek için bir fırsat vardı.
Dedesine yaklaştı ve daha önce kurdukları muhabbet biçimine vakıf olduğundan hiç uzatmadan konuya girdi.
- Dede… Devlet nedir?
- Oo Selim Efendi, şu demir testeresini ver bakalım…
Selim testereyi uzattı. Dedesi testereyi alarak makaranın kopmak üzere olan tutacağını kesmek için bir hamle yapacaktı ki vazgeçti ve kuyunun taşla örülü çitine oturdu.
- Gel otur şöyle… Devlet, toplumun kabulüne dayanan bir idare aygıtıdır. Devletin mihrak olarak kabul ettiği en “yüce” insanın seviyesi, o devletin seviyesine işaret eder. Toplum o şahsiyette birlik ifade ederken toplumun en geniş organizasyonu da devlettir. Her insanın, kendisini yani şahsiyetini gerçekleştirirken beşerî manada varacağı en üst hedef de devlete talip olmaktır.
- Nasıl yani? Pek anlayamadım dede…
- Şu kuyuyu görüyor musun? Taştan basit bir yapısı var; fakat nasıl da ruha hitap ediyor. Şimdilerde bu kuyudan çok söz etmiyorlar değil mi? Neyse… Devlet diyorduk. Bir zamanlar âli bir devlet vardı. Osman adında bir insanın şahsiyetinde tecelli etmiş, ortaya koyduğu şahsiyet ve haysiyetli istikametle de çok büyük bir cihan imparatorluğuna dönüşmüştü. Seninle “Mutlak Fikir nedir”i konuşmuştuk değil mi?
- Evet dede, konuşmuştuk. Bahsettiğin kitapları da okuyorum. Zihnimi açıyor ve bugünü rahatlıkla okuyup yorumlamamı sağlıyor.
- Aferin sana… Evet, Âli Devlet; Mutlak Fikir olan İslam’a nisbetle tayin edilen idare ruhu ve Mutlak’a Adalet arayışı düsturuyla, insan ve hadiselere zamanın gerekliliğince yerinde sert ve gözü kara, yerinde ise zarif ve nazik nizam anlayışıyla ama en estetik biçimde müdahale etmiş, adaletiyle gönülleri fethetmiş ve muazzam bir medeniyet inşa etmiş. Bunu, gerçek insan haysiyetine dair bir anlayışla “insanı yaşat ki devlet yaşasın” şiarıyla başarmış oğlum. Farklı din, ırk, dil ve kültürler de ahenkli bir bütün olarak bu ocağın altında pişme ve ortaya zengin bir yemek çıkarma imkanına kavuşmuş. Bugün bu yemeğin lezzetini ve kokusunu, tarihi yapılarına özenle işlenmiş desenlerde buluyor, ruhundan hiçbir şey kaybetmemiş şekilde keskinliğini koruduğunu görüyoruz. Bak işte bahçemizde küçük bir tanesi var…
Selim, pür dikkat dedesinin dilinden dökülen ve doğrudan ruhuna tesir eden her bir kelimeyi, balık tutarken zihninde gezinen insanın sabrıyla oltaya takılana dek gezdiriyordu. Dedesini gözleri parıldayarak dinliyordu.
- O nesil, öylesine güzel ve yaşanmaya değer bir hayata açmış ki gözlerini, murad edilen insan modelini bu toprakların uzağında aramak, ruhi bir körlükten başka hiçbir şeyle ifade edilemez oğlum. Ruhtan bahsediyorum, yani insanın mânasının yerli yerine koyulduğu ve hislerini oluşturan varlık şuurundan... Ruh yoksa, insan da yoktur. Çoğalma arzusuyla insandan taşarak bütün alemi kendisine mekân kılma hasretine dönüşen aşk Âli Devlet’in her zerresinde kendisini göstermiş ve bu yüce duygu asırlar boyu hakimiyetini sürdürmüş. Âli Devlet, işte bu idare ruhunun yükseltici aşkı ve kendisini yoğuran vecdle birlikte aleme halife olan insanın hakkını da teslim etmiş.
- Öyle bir anlatıyorsun ki dede, insan birkaç saniye duraksayıp eşya ve mekânın farkına vardığında sarhoş olduğunu anca anlıyor.
- Haklısın, anlatması ve dinlemesi dahi değil mi? Neyse durdurma ki bu sarhoşluktan biz de nasiplenelim lakin bu sarhoşluk bak başımıza ne işler açacak… Hakk’a kayıtsız şartsız biat ettikten sonra insana halis hürriyetin kapılarını sonuna kadar açan bu şanlı devletin, bir zaman sonra durumu aşk sarhoşluğuna dönecek ve idare ruhunun selim akılla irtibatı zayıflayacaktı. Çünkü bu doyumsuz ruh hali içerisinde, unutmaya başladığı bir hakikat daha vardı, nefs… İşte oğlum, ruhsuz sarhoşluk aklı başından alır ve nefsinle baş başa kalırsın. Âli Devlet gücünün zirvesindeyken Süleyman Sultan döneminde bozulma kendisini göstermeye başladı. Batı da Âli Devlet’in dünyaya sağladıklarından ziyadesiyle faydalanıp doymuş olacak ki, kendi hakikatini arayıcı olma yolunda ciddi yeniliklere girişti ve yeni fikirlerle tanışarak maddenin hâkimi olmaya başladı.
Âli Devlet ise taklitçi nefsiyle bu yeniliklere kulak tıkayarak, ruhun her an canlı ve yenilikçi tarzına karşı katı ve gelenekçi bir yaklaşımla kayıtsız kaldı. İnsan ve devlet ilişkisindeki o kuvvetli bağ, yenilenen eşya ve hadiseler karşısında ruhun en canlı ve taze alanı olan bu fikir çağına girildiğinde, idare şeklinde takındığı donuk tavırla incelmeye başladı. Velhasıl Devleti Âli, ruh ve nefs tecridi noktasında değişen eşya ve hadiselere bakışta anlayışını yenileyemeyince, idare ruhundan da koptu ve çok ağır bir şekilde hastalanmaya başladı. Batı’da başlayan ve sonra dünyada da kendisini gösteren inkılap hamlelerine karşı nefs muhasebesini yapamadı. Sorunu tespit etmeye çalışarak birtakım hamlelerle iyileşmeye çalışsa da bu muazzam insan ve devlet ilişkisi nihayetinde donuklaşmayla inceldiği yerden koptu.
İşte oğlum, Âli Devlet’in yenileyemediği insan anlayışına muhatap olan toplum, artık içeride devletten kopuk birer kanserli hücreye dönüşmeye başlamıştı. Bu duruma çözümler aranmaya çalışılsa da geç kalınmış olacak ki; içerideki kanserli hücreler çoktan batının dayattığı sahte inkılâp naralarıyla birlikte intiharına doğru yönelmeye başladı.
Batı’nın yenilikçi fikri kuşanmasına karşı, kendi insan ve devlet anlayışıyla hâkim fikri ortaya koymaktan aciz adamlar türedi. Çöküş her geçen gün derinleşti ve nihayetinde o adamların sonuncusu, nefsin en ileri temsilcisi ve kendinden öncekilerin yaptıklarının zirvesi olmak adına mukallitliğin de mukallitliğine soyundu.
Asırlarca zaman ve mekâna hâkim olmuş ve insanın hakkını her sahada vermiş olan Âli Devlet, geri gidişi durdurmak adına bu adama yıllarca emek vererek donanımlı bir şekilde yetiştirdi. Has evladı gözüyle baktı, büyüttü ve milletinin kurtuluşu adına kendisine en kutsi vazifeyi verdi. O ise zannedilenin aksine, kurtuluş reçetesi olarak aldığı bu vazifeyi nefsi ihtiraslarına araç olarak kullanmanın hesaplarını yapıyordu. “Ruhu taklit eden nefs”inin peşinde ihtirasa aşk duyarak kollarını sıvadı. Devletin, zamanın gerektirdiklerinden uzaklaşarak pörsüyen ve yenilenemeyen anlayışı sebebiyle bu adama verilen kurtuluş emri, bir zaman gelecekti ki can çekişen cesedinin ölümünü de beraberinde getirecekti. Devlet anlayışında bir türlü kendisini gösteremeyen yenilenme, ahalide de Batı’dan gelecek olan her türlü şekilci ve taklitçi sözde yeniliğin ayyuka çıkmasına sebep olmuştu. Tabiî bu durum nefsî ihtiras sahibi bu adamın, uzun vadeli planlarında iştahını pek bir kabartmıştı. Devletin kendisine sunduğu bütün ruhi ve teknik kazanımlarını müthiş bir takiyye aracı olarak kullandı. Toplumun ruh planında zayıflamasını fırsat bilerek bütün beklentileri, nefsî ihtirasları uğruna batıdan tedarik ettiği sahte ve ucube bir yenilik hamlesine dönüştürdü. Toplumun en “yüce” insanı, yani “efendisi” olmak ve efendisi olarak da devleti kendi nefsine mâl etmek istiyordu. Bu ihtiraslı adam, kafasına koymuştu bir kere. Niyeti ruh, fikir ve nefs muhasebesinden bihaber, kendisine kayıtsız ve şartsız itaat edecek bir “köylü zihniyeti” peyda etmekti…
- Nasıl yani, köylü zihniyeti mi, ne alakası var ki?
- Evet ya, köylü zihniyeti… Ne oldu neden şaşırdın?
- Köylü zihniyetinden kastın nedir dede, bunu anlayamadım?..
- Anlatacağım oğlum, hakiki köylü zihniyeti nedir, anlatacağım sabırlı olursan eğer… Köylü zihniyetinden kasıt, yerleşim esaslı bir maksada matuf değildir. Kendisinden üstün gördükleri tarafından verilecek birkaç tahıl ambarı karşılığında, ruhunu satma tavrıdır. Hilafeti ilga eden, toplumun dilini kökünden keserek onun ruhuna açılan kapıları kapatan ve yapılan nice sözde inkılaplarla kendini pazarlayan tavır…
-Hiç böyle düşünmemiştim. E, peki nasıl oluştu bu zihniyet?
- Millet, bütün bu hâdiseler yaşanırken bu adamın nefsî ihtiraslarına yaslanmış olan aklını, devlet aklı zannediyordu. İslam’ı ve onun idare ruhunu inkâr eden bu adam, toplumu fötr şapka ve eldivenle güya inkılap çapında hamlelerle muasır medeniyetler seviyesine taşıyacaktı. Murad ettiği insan modeline efendi olmayı kafasına koymuştu. İnsan anlayışı bakımından gerçekten çok garip ve zevksiz bir adamdı… Fikir çağına girilen dönemde, topluma anlayış sahibi olmayı ve yenilenmeyi “insanı insandan yani fikirden alıkoyma” olarak aşılamaya zorluyordu. Yenilik ve özgürlük adı altında dayattığı her şey, murad ettiği gibi toplumu yavaş yavaş taklitçi bir zihniyete mahkûm ediyordu. Bu adam, insanî vasıfların yegâne ölçüsü olan ruhî kavramlardan da nefret ediyordu. Buna göre Batı’nın fikir haysiyetinden de hiçbir şekilde nasiplenmeden, onu topluma şuurlu bir şekilde yanlış aksettirerek, Batı’nın maşası bir anlayışla ortaya ucube bir insan modeli koydu. Bütün hamlelerine rağmen, ruhun pırıltılarını ve inançlarını muhafaza etmeye çalışan toplum başlarına gelecek olan felaketi geç de olsa fark etmiş ve buna katı bir şekilde karşı çıkmıştı. Lakin bu adam, kendisini maşa olarak kullanan Batı’nın da yardımıyla, insanı düşünmekten alıkoymuş ve idealize ettiği köylü zihniyetine giden yolların üzerindeki engelleri çoktan kaldırmıştı. İnsan haysiyetini öldürmüştü… O ruhî, kudretli ve estetik cihan devleti artık yoktu. Hukuk, fikir, sanat, eğitim, edebiyat, tarih, kültür ve dahi ne kadar alan varsa hepsini bir çırpıda tarumar ederek, yenilenme adına yerlerine insan ruhu ve fikir haysiyetini hastalıklı hale getirecek olan mekanizmayı da kurmuş oldu. Âli Devlet’e, o kadim ve muazzam imparatorluğa son darbeyi vurarak cüce bir rejim kurdu. İnsanı yaşatmadı ki, devlet de yaşasın!..
- Öfkelisin değil mi dede? Az önceki ruh halinden eser yok gibi…
- Öfkeli olunmaz mı Selim’im? Allah kelamını, bahşettiği insan ruhunu safsata olarak adlandıran bu adam, idrakleri darmaduman etmeyi artık sistem haline getirdi. Adına da murad ettiği gibi nefsî ihtiraslarına binaen Kemalist rejim dendi. Dolayısıyla Kemalizm de, işte bu hayalini kurduğu insan ve toplum modelini oluşturan, özünden ve kültüründen koparılmış, öykündüğü batının fikri derinliğinden mahrum, ne söylediğini kendisi de anlayamayan “köylü zihniyet” demektir!..
Dedesinin hüzün ve öfkesi Selim’e tesir etmiş ve o da bundan nasibini almıştı. Daha sonra kendisine tebessüm ettiğini görünce o da tebessüm etti. Dedesinin kültür havuzunda serinliyordu. Dalgacı bir ses tonuyla devam etti dedesi:
- Bugün üzerimize deli gömleği misali biçilen Kemalist rejimin yetiştirmeye devam ettiği Kemalist insan tipinin ne yaptığından ne de konuştuğu dilden herhangi bir şey anlayabilen varsa kendisini sorgulamalıdır. Çünkü ben işte bu hadiseler sonucunda ortaya konulmuş olan zihniyetin dil ve anlayışından yani şivesinden hiçbir şey anlamıyorum oğlum. Bana göre Kemalizm, yeryüzünün en köylü zihniyetidir. Aslında köylü zihniyeti kavramı kendisinde somutlaşmıştır yani. Bu teorimi de millete efendi olarak lanse edilen kişinin "köylü milletin efendisidir" sözüyle pekiştirmek istiyorum. Bu sözüyle birlikte millete kendisini efendi olarak dayatan ve zihinlere yerleştiren kişinin kurmuş olduğu devlet rejimiyle birlikte hem bu devletin hem de bu toplumun en yüce insanı olmuş oldu. İşte dün ve bugün gelinen noktada Ali Devlet’in insan ve toplum anlayışı nerede; bugünün anlayışsızlığı nerede? Batının fikirlerini Mutlak Fikir önünde hesaba çekerek şuur süzgecinden geçirmeme kastıyla, inkılabın da sahtesini millete zorla yediren bu anlayışın ortaya koyduğu insan, sırf ağzı var diye konuşan ve ağzından her çıkanı insanlık namına fikir addeden tuhaf bir model haline geldi.
Selim hayranlık duyan bir bakışla:
- Dede, senin köylü olmadığın o kadar belli oluyor ki...
- Elbette değilim oğlum, şüphen mi var yoksa? Bu köylü zihniyetine sahip olanlar, aslında güdülen birer koyun olduklarının hiçbir zaman farkına varamadılar. İnsan ruhundan uzaklaşmış olmaları kalplerini de mühürlemiş vaziyettedir. En son gerçekleşen vahim deprem hadisesinde de tecrübe etmiş olduk işte. Ettikleri üç kuruş yardımın hesabını sordular. İnsan olma vasıflarını tamamen kaybetmiş bunlar. Neyse işte atalarının köylü tasvirine bürünmek için, tuhaf bir dil ve anlayış geliştirdiler! Bu dil ve anlayış da ne bu coğrafyanın ne de dünyanın hiçbir şekilde anlayamadığı bir türe sahip. Milletin efendisi olmaktan anladıkları, efendilerinin kendilerine miras bıraktığı bu tuhaf dil ve zihniyet, ne batının ne doğunun ne de tam ortasındaki Anadolu'nunkine hiç benzemiyor. Mesela Dostoyevski’nin Rus halkı için “biz Avrupa’yı kendimizden daha iyi tanıyoruz” tespiti vardır. Bu köylü Kemalist zihniyet ne Avrupa’yı ne de Anadolu’yu tanıyor. Bu topraklara çok yabancılar; aslında dünyaya yabancılar... Fikir namına, sanat, estetik ve mimari, iyi-doğru ve güzel adına ne varsa ruhundan koparıyor ve güya entelektüel bir zanla maddeci bir yok oluşta kara delik gibi yutuyorlar. Üstelik bu ruhsuz ve fikirsiz “dünya görüşsüzlükleri”yle, Mutlak Fikir olan İslam’a düşmanlık besliyorlar. Kemalistler, Batı’nın kendilerini şirin gördüğü ve kabul ettiğini düşünürler; lakin Batı onları sadece İslam’a düşmanlık ettikleri için koyun gibi gütmektedir. Ve düşmanlık etmeye devam ettikleri sürece, Batı da kendilerini koyun gibi gütmeye devam edecektir. Oysa Batı dahi, bütün fikir ve hareket gücünü İslam’a düşmanlıktan buluyordu ki ne zaman Osmanlı nezdinde İslam hakimiyetini kaybetti, Batı da gerilemeye başladı. Bu Kemalist köylü zihniyetliler, köylü zihniyetli insan yetiştirme enstitüsü çapındaki eğitim sistemlerinde bu zihniyetin devamlılığını zorunlu kıldılar. İlkokul üçüncü sınıf niteliğindeki "ilke ve inkılap" bilgileriyle de üniversite bitirerek kendilerini ulvî şahsiyetler olduklarına inandırdılar.
- Ha ha! Âlemsin dedem!..
- Dur bakalım daha dinle… Yüz yıldır ne ülkede ne de dünyanın herhangi bir yerinde, fikir haysiyeti ve şahsiyet olma adına ortaya bir şey koyamamış, devlet idaresi ve insan modeli olarak yeni bir şey söyleyememiş; tam aksine sürekli geriye doğru gitmişlerdir. Güzel ve estetik binalar yapamamış ve hiçbir şekilde ortaya zarif eserler koyamamışlardır. Öyle bir ruhsuzluk ki bu, sana Âli Devleti anlatırken hissettiğim halimden de eser yok görüyorsun. Kara delik diyorduk değil mi? Fikir haysiyetinin katili olan bu sahte medeniyetin, insanı yaşatması mümkün değil ki. Önceki nesillerin ortaya koymuş olduğu sanatın nasılına bakarak elde ettiğimiz bütün o güzellik, bu anlayışın getirdiği ruhsuz ve taklitçi idare sistemiyle sadece hayallerimizde yaşayabiliyor. Her bir alanda gördüğümüz bu iğrenç resim, insan olma haysiyetine sahip olmaya çalışan ruhçu ve fikirci yeni neslin oluşmasına da engel oluyor. Köylü Kemalist rejim sürdükçe, bu köylüler de efendilerinin izinde köylü zihniyetlerini devam ettirecekler. İslam’a nefret kusmaktan başka kendilerinde hiçbir fikir zerresine rastlanmayan ve anlayışları yobazlıktan öteye gitmeyen bu köylü zihniyeti ve rejimine karşı bu basit cümleler fazlasıyla yeterlidir değil mi oğlum?
- Evet dede, yetti de arttı bile…
- Asla kendilerini efendimiz olarak kabul etmeyeceğiz Selim’im. Ne bu köylü zihniyeti ne de rejimi karşısında mahkûm bir tavır takınmayacağız. Bunlar zorla dayattıkları çürümüşlükle, yobazın ta kendileridir.
- Bu köylülerden olmamak için, onlardan kurtulmak için nasıl olmalıyız dede?
- O halde yaratılmışların en şereflisi ve yeryüzünün halifesi olan hakiki insana seslenmek icap edecek oğlum. Allah’ın yeryüzündeki halifesi, gerçek insan yani Müslüman. Bak Selim’im, sen fikirde ne kadar derinsen, devletin de o kadar derindir. Bu rejimin bize oynadığı gölge oyununun iplerini görebilmek için sahip olman gereken haslet, Allah’ın nazarıyla bakmaktır. Hayatın, ruhsuz ve cansız bir sürüklenişten ibaret olmamalıdır oğlum. İnsan, üzerinde bulunduğu işin şuuru ve mânası içinde değilse, o iş ve zamanın kendisine ait olduğunu düşünmekte yanılır. İşte varlık sahnesi bize dayatılmış olan bu yeryüzünün çok daha ötesi vardır. Bu şuurla, yaşanmaya değer hayatın ipuçlarına ermek için, iman ve gaye üzere bir varoluş sancısıyla zamana ve mekâna hâkim olabilmenin şartlarına ermek mecburiyetindeyiz. Âlemde her ne varsa bu anda vuku bulmuş olarak sende ve bu anda üzerinde bulunduğun iştedir. Zaman dediğimiz hadiseden ibarettir. İş de her an gerekeni gerektiği yerde yapmaktır. Âli Devlet’in bıraktığı mirasın hakkını vermek, onu son döneminde nefs muhasebesiyle ele alarak, bize gerekenin tespit edilmesi şarttır. Hakiki ihtilal ve inkılap şartlarına ermek; işte bize gereken tam olarak budur. Kabul etmiyoruz; bize biçilen yeri ve rolü reddediyoruz. Dayattıkları insan modelini insana zulüm olarak görüyoruz. Unutma! Varlık bensem, ayna âlemdir. İnsan, ancak ona alemi yansıtan kendisindeki nuru sezişi içinde şuur sahibidir. Kendi şartlarında en iyisi olma gayesi, onu alemi fethe namzet ve zamanın sahibi yapar. Müslüman, bu köylü zihniyetten kurtulmak adına, kendisini gerçekleştirecek ve gerçek birer insan olabilecek şartların hazırlığına girişmeli ve gözleri de beklenen hakiki ihtilâl ve inkılâbın ışığında olmalıdır. Nefs ve tarih muhasebemizi gerçekleştirerek bize gereken fikri tesis edeceğiz. Yani bunu sen yapacaksın Selim’im…
Yeni insan ve yepyeni bir nizam idealine sımsıkı sarılacak ve aydın şahsiyetler topluluğu olma yolunda kendini bulunduğun şart ve alanlarda gerçekleştireceksin. Müslüman, fikirde haysiyet sahibi olarak, aydın ve şahsiyetler topluluğuna talip olmalıdır. Müslüman, asla bu köylü zihniyet sahiplerinden olamaz. O, taklitten uzak, gerçek ruhçu şahsiyet olarak eskimeyen, her an yeni ve diridir. Hâkim fikri vardır ve zamanına hakimdir. Ümmî imanın kalmadığı bu devrin fatihi olmayı, yeni şeyler ortaya koyarak bilir ve fethini, insanı ruhundan ve aklından yakalayarak gerçekleştirir. İnsanı yaşatır ki devlet yaşasın… Bu köylü ve şivesi bir türlü anlaşılamayan zihniyete karşı da mahkûm bir tavır içerisine girmeyeceksin. Daima toplum içerisinde ve cemiyet planında aktif bir şekilde rol alacaksın. Daima varlık sahnesinde ve her alanda faal halde mücadeleni sürdüreceksin. Kavgan, değişen her şart ve alanda mücadelenin ta kendisidir. Bu insan taklitçisi köylü zihniyetin hakimiyetine kendini sakın teslim etme ve yokluğa da hapsetme oğlum. Nesli yeniden inşa etmek için kim olursa olsun toplum içinde süregelen bozuk ve pörsümüş anlayışı kesip atmayı sırtındaki tarih yükü olarak kabul edeceksin. Bütün varlığınla fikirci, her an ve ilelebet yeni bir nizam hayaliyle bin yıl sonrasını düşünerek adım atacaksın.
Toplum içerisinde var ol Selim’im, bir köşede kaybolma! Hadi şimdi işimize bakalım. Testere neredeydi?..
Aylık Baran Dergisi 17. Sayı Temmuz 2023