İçerisinde bulunduğumuz çağda toplum olarak ruhi kimliğimizi kaybetmiş olduğumuzdan hadiselere sürekli teknik çözümler arama yoluna giriyoruz. Bu ciddi bir hatadır! İnsan hayatı boyunca bilerek veya bilmeyerek, her durum ve şartta ruhi kimliğini arar. Gerçek böyleyken iş, teknik kargaşa ve dayatılan hayat şartlarına karşı anı ve durumu kurtarma çabasının ötesine geçemiyor. Bu çıkmazın yol açtığı olamama ve tahribatı en çok da ruhi bir bağ ile oluşturulması gereken aile mefhumunda görüyoruz. Klasikleşen tabirle aile, toplumu oluşturan en küçük yapı birimidir. Yani bu yapı birimi parçalanamaz bir bütünlük göstermek zorundadır. Peki toplumu oluşturan bu en küçük yapı biriminin unsurları nelerdir? Erkek ve kadın…
Bu iki kutbun birlik gösteren parçalanamaz bir yapıya dönüşebilmesi için, her iki tarafın da kendi içerisinde değerlendirilmesi gerekir. Yani kadın ve erkek en az biyolojik farklılıklar kadar psikolojik ve sosyolojik farklılıklar gösterirler. Her ikisi de eşya ve hadiselere bambaşka bir bakış sergiler ve hadiseleri kendi fıtratları gereğince bambaşka bir şekilde ele alırlar. Bu noktada iki farklı göz ve anlayış hakimdir. Toplumda bulunan şuur, gerçeklik ve idrak seviyesi farklılığını aile boyutuna indirdiğimizde bu farklılığın temelini erkek ve kadının farklılığında bulabiliriz. Bu çok farklı iki dünyayı bir ev içerisine sığdırma ve parçalanamaz bir bütünlüğe sahip kılma sanatına da ruhların anlaşması tekniği diyebiliriz. Bunun da çözümü her meselede olduğu gibi ortak bir fikri nispet sahibi olunmasıdır. Yoksa paramparça teşhisler, yanlış iletişim metotları, çelişkili bireysel çözüm önerileri, sorunları halı altına süpürme tavırları, yalancı bahar, anlaşılamama ve değersizlik hissi, yapılan hataları tekrar ısıtma vb. gibi bir sürü parçayla, bütüncül sorunu çözmeye çalışma gibi bir talihsizlik içerisinde olacağız. Muhatap almamız gereken yani mutlak fikir olarak kabul ettiğimiz elbette İslam’dır. Peki İslam’a nispetle sorunlarımızı hangimizin anladığı seviyede ele alacağız? Öyle ya bir kadın ve bir erkek iki farklı dünya ve iki farklı göz demiştik. Hemfikir olduğumuz İslam’ı hangimiz daha iyi anladık, buna kim karar verecek? Bu aynı zamanda öncelikle Müslümanların ve dahi bütün insanlığın sorunudur. Biz bunu toplumu oluşturan aile ve aileyi oluşturan fert bazında yani erkek ve kadında hem ayrı ayrı hem de bir bütün olarak ele alıyoruz. Erkek ve kadın üzerindeki ruhi anlaşmanın sağlanması ve bunun nesillere aktarımı ve toplum şuuru oluşturabilmesinin gayesi üzerindeyiz.
Maddenin ve anlayış bozukluğunun hâkim olduğu bu çağda ruhu merkeze alarak meseleleri halletmek için İslam’ı muhatap almış, insan hakikatini hem erkek hem de kadın olarak ayrı ayrı ortaya koymuş ve çağı da idrak noktasında İslam’ı en iyi anlamış olan tezatsız ve kuşatıcı bir fikrin müşterekliğinde buluşmamız gerekiyor. Bu ruhi merkez, ötelerin ötesini onun da ötesini hissettirici bir idrak ve şuur kazandıracak, çözümleri de çözümleyici olan tek çözümdür. Buna nispetle erkek ve kadın nedir bu bilgiye ve bilmeyi bilmek şuuru ve sahiciliği ile yaklaşmaya çalışalım.
Hazreti Adem (as) ilk insandır ve onun nefsinden de Hazreti Havva yaratılmıştır. Bu anlamda ilk insan aynı zamanda da ilk erkektir. Yani erkek sıfatını kadından dolayı almıştır. Aksi durumda ilk insan, onsuz ne anlama geliyorsa o olarak kalacaktı. Erkek ve kadın, ayrı ayrı kendi içlerindeki özellik ve fıtrat üzere değerlendirilmelidir. Ancak nizam ve intizam gereği ismi ile müsemma olsun veya olmasınlar bir olmaları istenmiştir. İbni Arabi Hazretlerine göre erkek ruhu, kadın da nefsi temsil eder. Buna göre erkek ve kadın arasında ciddi bir fark var; ancak ruh ve nefs birbiriyle mücadele ve muvazene halinde, birbirini fark ve tamam ettiricidir. Dolayısıyla insan hakikati gereğince ikisi arasındaki bağı, ayrıştırma yoluyla değil de bir olma şeklinde ele almak gerekiyor. Bu hakikat ve vazife gereğince de erkek ve kadın olarak işin temelinde ayrı ayrı kim olduğumuzu bilmek ve ilişkilendirmeyi buraya kadar anlatılan öz hatlar üzerine inşa etmek zorundayız. Çünkü erkek ve kadın olarak birbirimizden beklentilerimizi en olur haliyle belirlemek ve sorunları doğru düşünce üzerinde çözmek için gerekli olan ilk şart budur. İslam’da erkek ve kadının birbirine karşı görev ve üstün vasıflarını bilmek bu şarta bağlıdır. Yani bir erkeğin kadına, kadının da erkeğe karşı vazifesi şudur derken, hangi erkek ve hangi kadın? İşte bu sebeple erkek ve kadın, hem erkek hem de kadının İslam’ın gösterdiği hâline vakıf olabilmek için muhatap bir anlayışı ölçü almak mecburiyetindedir.
Üstad Necip Fazıl’ın Babıali eserinde harikulade bir anlatımı var; “Kadın, bütün bir problemdir; ince bir mesele, bir dâva... Kadın ve erkek birbiriyle sevgi ve fedakârlık tezahürleri içinde devamlı bir harp, gizli bir mücadele halindedirler. Bu harbin (strateji) ve (taktik) hususîlikleri, ruh kanunları yönünden en büyük harplerdekinden daha girift, dolambaçlı ve çetin... Şahsiyetini bir manto gibi kadınına giydiremeyen erkekse daima mağlûp... Bu bakımdan erkekte kadına hakimiyet fizik ve fizyolojik kudretinin çok üstünde bir şey, bir kafa ve ruh unsurudur. Kadını, kafanız ve ruhunuzla kafasından ve ruhundan yakalayacaksınız. Fizik ve fizyolojik kuvvetiniz de işte bu kudrete refakat edecek... Bizde kadını yalınız madde cephesiyle ele alanlar, sadece "zampara" tabirine müstehak, sefil bir sınıftır ve aralarında mânaya dikkât eden hemen hemen yoktur. Zaten romanımızda da kadın, ya erkeği yıkan, yahut erkek tarafından yıkılan bu "mesele" cephesiyle yoktur. Sadece bazen hissî ve (dramatik) âdi çapkınlık hikâyeleri... Bu noktadan hem edebiyatımızdaki roman, hem de cemiyetimizdeki kültürlü kadın seviyesindeki düşüklüğü anlayabilirsiniz. Kadın, ezmekten çok, ezilmekten hoşlanır. Bu kaba bir eziliş değil, erkeği böyle bir fethe memur etmekte derin bir haz ve fahr payı arayan, gözyaşı içinde mesut bir sarsılış... Erkek, saadetini ve şahsiyetini işte bu, zarif ve rakik sarsmada, kadın da zevkini ve hüviyetini bu sarsılmada bulur. Erkeği erkek, kadını da kadın yapan hilkat sırrı... Manevî mânada ipek bir halı üzerinde yürür gibi kadın cenazelerine basarak geçemeyen erkek, cinsinin memuriyetini bütünleştirebilmiş ve kadına kadınlığını öğretebilmiş değildir. En küstah bir kadına gardrop şaşkınlığı verecek ve çorabın nasıl çekildiğini bile unutturacak bir dalgınlık havası aşılayamazsanız, kendinizi başarılı sayamazsınız!”
İnsanlar, ilişkilerinin her türlüsünde ruhi bir ihtiyaca tabidir. Bu özellikle yeni nesil için büyük bir düşünce devrimi gerektiriyor. Evlenmeyi düşünen gençler aile mefhumunun açıklamasını kesinlikle ruhi boyuttan koparmamalıdır. Bunu birliktelik olarak değil, bütünlük içerisinde bir olma gayesiyle istemelidir. İşin nefsi boyutları da asla bir kenara atılamaz. Zaten mevcut zamanda gençlerin ruhiliğinden uzaklaşarak evlilik meselesini oturttuğu zemin tamamıyla nefs olmuştur. Yani evlilikler büyük çoğunlukta nefsî istek ve arzuların sonucu ortaya çıkar bir hal almıştır. Elbette bundan büsbütün koparak olması mümkün değil ama nefsin de hakikatini ortaya koymak gerekiyor. Nefsin hakkını vermek onu doyurmaktan ziyade onun ne olduğunu anlamaya çalışmaktır. Bu ayrım yapılmadığında ortaya; ruhi bir çıkış arayan ve niçin faslına bir çözüm getiremeyenler için nefsi isteklerini gizleme anlamında işi romantik İslamcılığa dökmek gibi bir acayiplik çıkmıştır. Bu gibi yanlış düşünce tezahürleri ailenin kuruluş zeminindeki sakatlığı fark ettiren tespitler olmalıdır. Erkek, ailede ruhu, vicdanı ve adaleti temsil eder. Dikkat etmesi gereken en önemli şey, tıpkı devlet yönetimine eş değer bir nitelikle meselenin ruhi sorumluluğunu tamamen üzerine almasıdır. Bu da günümüz şartlarında evlilik düşüncesi, sürekli gelişim ve kadını kuşatıcı bir hâkim fikir temsilciliğine girişim olarak değerlendirilmelidir. Bilhassa erkek, fert ve toplum meselelerinin sorumlusu olarak kendini görmeli ve kadına bu konuda bir suç isnat etmemelidir. Çünkü genel yönetim erkeğin vazifesidir ve adaletsizliğin sebebi erkeğin bu vazifesini yapamamasıdır. Tüm bu örnekler devlet yapısında olduğu kadar aile yönetimi içerisinde de geçerli olan hususlardır. Kadınları anlamaya ve evlilikte muvazeneyi sağlamaya samimi bir şekilde gayret etmeliyiz. İdeolojisi olmayan bir devlet düşünülemeyeceği gibi idealsiz bir toplum ve dolayısıyla aile de düşünülemez. Benzetmeleri devlet üzerinden yapmamın sebebi erkekte aile ve toplum şuuru tamamen bu anlayış üzerine olmalıdır. Erkek ailede devleti temsil eder. Ne kadar vicdan, sorumluluk ve adalet sahibi ise o derece sağlıklı bir ilişki ortaya çıkar ve kadından istenenlerin yerine getirilmesini sağlamış olur. Kurmuş olduğu hakimiyetin altını da hem ahlâkı hem irfanı hem niteliği ile topyekûn bir donanımla ailenin en büyük şahsiyeti olmakla doldurabilmelidir. Erkeğin ruhu, kadını ve sonrasında bütün aileyi kuşatabilmelidir.
Kadın, bu çetrefilli harbin estetiğinin mihrak noktasıdır. Kadın güzeldir ve güzel bakılmak ister. Erkekten bambaşka olarak değerleri ve dikkati kendi üzerinde toplamaya fıtri olarak belki de istemsizce taliptir. Ruhunu arayan insan olarak bunu ruhun temsilcisini arama yoluna giderek yapar. Kadın, erkeğin aksine aidiyet duygusu ile yaşar. Her ne kadar güçlü kadın, özgür birey masallarıyla kendini kandırsa da bunun aslında erkeğin adaletsizliğinden ve vicdansızlığından kaynaklandığının farkındadır. Bu da az önce bahsettiğimiz aile-devlet modelindeki erkeğin vazifesini yapamamasından kaynaklıdır. Erkeğin kadında ruhunu tamamlama hissine karşılık, kadının da ona karşı keşfettiği duygudan etkilenmesi söz konusudur. Burada harika bir tamamlanma vardır. Estetik algısı da bu tamamlanma içerisinde bir yer teşkil eder. İnsanın içtimai zeminine yerleşmiş olan ruhların anlaşması yolu, bunu destekleyici tekniğin bakış ve idrak zeminine de yerleşmesi ile mümkündür. Bu teknik sanat halinde hayatın her alanında kendini gösteren bir şeydir. Bu anlamda kadın ve erkek için evlilik bu teknikle sanat haline dönüştürülür. Sonrasında erkek ve kadın bir sanat eseri olarak evlat dünyaya getirir. Kadın ve erkeği, anne ve baba haline yani birer sanatçıya dönüştüren de bu sanat eseridir. Çocuğun, sanat eseri olarak aileye ve topluma ne anlatması gerekiyorsa o çerçevede yetiştirilmesi gerekir.
Tüm bunlar Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “bendeki sen ve sendeki ben meselesinde bir nispet sahibi ol” sözünün şuurunda bir şekilde cereyan ettiği müddetçe erkeğin kadında ve kadının erkekteki meselesi çözümlenecek ve sorunları halledilecektir. Çünkü aslında erkek ve kadın birbirinden çok farklı olmasına rağmen tezatsız bir bütünlük halindedir. Lakin zıtlar arası muvazene konusunda ortak nispet sağlanamadığında ve anlayışımıza sirayet eden batı menşeili düşünce akımlarını süzecek bir tatbik fikrine sahip olamadığımızda bu çözümlenemeyen bir kargaşa haline gelir. Mücerret fikirden nasiplenmek istemeyen erkek ve ruh konusunda aşırı yetersiz bir kadın için, bozuk bir ilişki kaçınılmazdır. Önce kendimizi ve sonra birbirimizi fethedecek alanlar oluşturmalı, her meseleyi çözüme ulaştıracak bir dünya görüşüne sahip olmamız gerekiyor. Bu ruhun kaçınılmaz isteğidir. Diğer türlü bir olamayacak ve nefsî müştereklikten öteye geçemeyerek birlikte olmakla sınırlı kalacaktır. Birlikte olmak ve bir olmak arasındaki yakınlık ve uzaklık öylesine çarpışık bir haldedir ki, ruhi boyuttan kopan birliktelikler en yakın halde en uzaktan daha uzaktır.
Baran Dergisi 780. sayı