Arş Horozu ve Ahura Mazda
Ertan Ürkmez, “Türk İslâm Mitolojisi Bağlamında Mi’raç Motifi ve Türkiye Kültür Tarihine Yansımaları” isimli yüksek lisans tezinde, “Zerdüşt inanırlarının kutsal kitabında yer alan birtakım ibâreler, miraç anlatılarında sık rastlanan söz konusu horoz sûretli melek motifinin bulunduğu bölümün Avesta kaynaklı olduğunu düşündürtmektedir”, der ve ekler: “Avesta’nın Vendidad isimli kısmının on sekizinci fergardında bulunan ibârelere göre; Parodars veya Kahrkata adı ile bilinen horoz, kalkıp kötü güçler olan daevalara karşı dua etmesi için insanlara çağrıda bulunmaktadır. Ardından Tanrı Ahura Mazda’nın oğlu Atar, gecenin birinci bölümünde evin efendisini, ikinci bölümünde çiftçiyi ve üçüncü bölümünde kutsal Sraoşa’yı; ibâdet gereği yakılması gereken ateş için yıkanmış elleri ile temiz odun getirmeye çağırır. Sonrasında kutsal Sraoşa, Parodars isimli horozu uyandırır. Ve horoz tekrardan, kalkıp aşem vohu ismi verilen duayı etmeleri için insanlara çağrıda bulunur. Bunu duyan yatak arkadaşları birbirlerine kalk, bak horoz beni çağırıyor demektedirler. İkisinden hangisi ilk önce kalkar ise cennete önce girecektir. Her kim ilk olarak Ahura Mazda’nın oğlu Atar’a temiz odunlar getirirse kutsanacaktır. Avesta’da yer alan bu tasvîrler; Zerdüşt inanırlarının gece yarısında ibâdet için yakılacak ateşe temiz odun getirme yükümlülüğünü dile getiren bu bölümden alınması ihtimâl dâhilinde olan horoz sûretli melek motifi ile (Muzzemmil 73/20) numaralı âyette yer alan yukarıdaki ibârelerin bir araya getirilerek miraç metinlerinde yer alan bu bölümün inşâ edildiğini düşündürtmektedir. Gece ibâdetinin önemine vurgu yapan söz konusu âyetteki kabullerin, horoz sûretli melek motifinin bulunduğu bölüm ile miraç hâdisesi bağlamında telkîn edilmesinin hedeflendiği de söylenebilir.”
Yukarıda Ertan Ürkmez’in iddialarına karşı pek çok şey söylenebilir. Her gördüğü benzerliği birbirine yamama hastalığına düçar bu modernist bakış açısına çok dallanıp budaklandırmadan cevab vermenin zaruri olduğunu düşünüyorum.

Başın başında şu: her şeyden evvel, topyekûn insanlığın ortak mirası olan düşünce tarihi, Peygamberler tarihinin salkım-saçaklarıdır. Büyük Doğu-İBDA’nın tezi hâlinde, “Peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı!” ve “ilk dil ilk insanla vardı ve ilk insan ilk Peygamber olan Hazret-i Adem Aleyhisselâm’dır.” Yani, Ahura Mazda (Zerdüşt putu!) üzerinden söylenenler, İBDA Mimarı’nın yüksek ifadeleriyle, “tahrif edilmiş dinlerin mitoloji verisi içinde sunulması”ndan başka bir şey değildir. Bu çerçeveden olarak;
Zerdüşt ve Ahura Mazda?.. Avesta ve Sanskrit dilleri bilgini Haug, Zerdüşt’ü bir Peygamber olarak tasvir eder. Amma velâkin, eğer Zerdüşt, Peygamberlik iddiasında bulundu ise, onun bir sahte peygamber olduğunu söylemeye gerek yoktur. Yok eğer böyle bir iddiada bulunmadı ise, bu defa da sadece Haug’un mesnedsiz bir iddiası olarak kalır. Haug’un yakıştırmasına göre Zerdüşt, Allah’ın tek ve yegâne olduğunu isbat ettikten sonra eski zamanlardan beri insanların ve bilginlerin zihnini kurcalayan ve büyük bir mesele olan (dünyada görülen bütün noksanlık ve kötülükleri yüce Allahın adalet ve merhametine nasıl yakıştırmak mümkün olur) fikrini, iki zıt kuvvet nazariyesini ortaya atarak izah etmiş ve bu iki varlık iki ayrı cevher halinde anlaşılmıştır. Esasen Angra Mainyu, imşas pendlerin zıddıdır. İmşas pendler Ahura’nın eşidi zannedilince Ehrimen da Ahura’nın eşiti olmuştur. Gatalarda ve Yeştlerde imşas pendler melek rolündedirler. Bazı tanrı adları Gatalarda Ahura Mazda’nın sıfatları olduğu halde sonradan derlenen Avesta bölümlerinde bu sıfatlar tanrı suretine bürünmüşlerdir. Böylece Zerdüşt’te görülen ikicilik, yani Ahura Mazda ile Angra Mainyu münasebeti diğer semavi dinlerdeki Tanrı-şeytan münasebeti gibi ele alınmaktadır.

Not: Zerdüşt’ün gerçekte yaşayıp yaşamadığı tartışmalıdır. Müelliflerin bir kısmı onun hiçbir zaman yaşamamış olduğunu, Zerdüşt hakkında söylenenlerin efsane olmaktan öteye gidemeyeceğini iddia ederken, diğer bir kısmı da Zerdüşt’ün yaşamış olduğunu ileri sürmektedirler. Ancak bu ikinciler de onun yaşamış olduğu tarih üzerinde görüş birliğine varamamışlardır. Yaşamadığına kanaat getirenler, meselâ Nathan Söderblom, “Avesta’daki din kendiliğinden teşekkül etmemiştir, bir kurucudan çıkmadır. Avesta’daki inançlar eski Asya dini ile, eski İran putataparlığı ile kıyaslanırsa, bu ıslahatın istenip gerçekleştirildiği ve ara yerde bir yeni dinin kurulmuş olduğu açıkça görülmektedir” der. Yaşadığına kanaat getirenler ise, onun M. Ö. 660-583 yılları arasına yaşamış olduğunu söylerler. Ancak, meselâ başta Clemen olmak üzere bazı müellifler, Asurlulara ait bir kitabedeki bir tek kelimeye dayanarak onun M. Ö. 1000 yılları civarında yaşamış olduğunu iddia etmektedirler. Kat’i olan bir gerçek var ki, Zerdüşt’ün nerede doğduğu ve oturduğu hakkında kesin bir şey söylenememektedir. Bazı bilginler onun İran’ın Babilonya’ya yakın kesiminde yaşadığını, bir kısmı ise onun, doğu İran’da doğduğunu söylerler. Diğer bir kısmı da Batı İran, yani bugünkü Azerbeycan’da doğup yaşadığını ileri sürmektedirler. Ancak, eldeki bilgiler, meselâ Gatalar adlı kitabda Zerdüşt’ün yaşadığına dair ve doğduğu yer hakkında herhangi bir işaret veya açıklamaya rastlanmamıştır.

Not: Zoroastre (Zoroastrisme); Zerdüşt’ün, Zarathustra olan asıl adının Yunanca şeklidir. Spitima (beyaz) ailesinin çocuklarından birisidir. Ustra; deve, Zarahustra ise deveye eziyet eden demektir.  
Bedene: Kurbanlık deve… Bu çerçeveden bakıldığında Zerdüşt, bedenine, dolayısıyla da nefsine eziyet eden kişi olarak ortaya çıkmaktadır… Hint mistisizminin riyazet usulü bedene eziyet (Çilecilik) üzerine bina edilmiştir. Hint mistisizmi ile Zerdüştlük arasında yakın bir münasebet olduğu anlaşılmaktadır, ancak keyfiyeti bugün elimizdeki metinlerden net bir şekilde anlaşılamamaktadır; yazılıp çizilenler biraz kurmacaya kaçmaktadır. İslâm tasavvufunda da çilecilik ve riyazet var, fakat orada söz konusu olan, “son derece bariz” Şeriate sımsıkı bağlılıktır. Hâlbuki mezkûr dinlerin doktrin ve ibadetleri oldukça muğlak ve değişkendir; o yüzden ne yapıp ederlerse din o olmaktadır. İslâm tasavvufu beden terbiyesi ve nefs terbiyesinin tek yekûn içerisinde gerçekleştirildiği bir öğreti üzerine kuruludur. Ruh ve beden arasındaki denge esastır, zira “İslâm, zıt kutuplar arası muvazenenin üstün nizamıdır.”

Not: İdris Aleyhisselâm, 16 yıl riyazeti neticesinde ruhu bedenine galib geliyor ve 5. felek olan güneş feleğine yükseltiliyor; daha sonra da İlyas Aleyhisselâm olarak tekrar yeryüzüne inip vazifesini tamamlıyor… Hint mistisizminde kemalat bulmak için bedene yapılan eziyet hatırda!.. Ortaçağ Hıristiyan kültüründe bedenin horlanmasına dair tavır da hatırda!.. Bu arada, Üstad Necip Fazıl’ın bir tespiti hâlinde, Batı dünyasında “nefs” diye bir kavramın olmaması da hatırda! Hint kültürünü veya mistisizmini kendisine rehber edinmenin cezasını çekiyor bugünkü Batı!
Not: Her şeye rağmen nefsin temsilcisi olarak temayüz eden bugünkü Hıristiyan-Yahudi Batı dünyası, mazide olduğu gibi istikbâlde de Doğu’nun dolayısıyla da ruhçuluğun sahici temsilcisi olan İslâm’ın fetih sahasıdır. Hâlihazırda, içerden, (ruh ve fikir yönüyle), Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi vasıtasıyla fethedilen Batı dünyası, dışarıdan da fethedilmeyi beklemektedir. Batı’nın dışarıdan fethine uzak olmadığımızı düşünüyorum. Ancak, bizi bekleyen bir tehlikeden de birazcık olsun bahsetmek istiyorum. Osmanlı Devleti’nin çöküşünü hazırlayan en büyük tehlike, Kanuni Sultan Süleyman zamanında Osmanlı topraklarının Yahudi’ye açılmasıdır. Üstad Necip Fazıl’ın Gençliğe Hitabesi’nde çöküşümüzü Kanuni’den başlatması lüzumsuz değildir. Allah’ın merhametinden uzak düşen, dahası Allah’ın lanetine hedef olan bir millete merhamet etmek, Allah’ın merhametini hafife almak demektir ki, bu, Gayretullaha dokunan bir durumdur. Hal böyle olunca da, mağlubiyet istikametinde bir netice mukadder olmuştur. Çünkü bilerek veya bilmeyerek, Allah’a savaş açmanın galibi El-Galib isimli Mutlak Galib olan Allah Azze ve Celle’den başkası olamaz… Osmanlı’nın içine sızmış olarak, Batı’nın bütün kılcal damarlarına kadar yuvalanmış olan Yahudi, Osmanlı’nın içindeyken Batıyı Osmanlı’nın üzerine salmış ve bizzat Batı eliyle kendisine hayat hakkı bulmuştur. Osmanlı sonrası ise kurulan devlet üzerinden kendisini gün yüzüne çıkarmanın marifetine ermiştir. Lanetli Yahudi, kendisini günyüzüne çıkardığına göre süreç, yani kıyamet öncesi süreç de başlamış oldu. Allah’a “Sen sensin, ben de ben!” diyebilen bir modda olan nefsin müşahhas temsilcisi olarak temayüz eden Yahudi, Allah’a rağmen, “kendisine vaad edilen topraklar” ham hayaliyle azgınlaşmış ve “İstikbâl İslâmındır” mânâsının zaman diliminin keskin kılıcına “kütük” kellesini uzatmıştır. Kılıç, uzatılan kelleyi elbette kesecektir. Bu, mukadderatın bir gereğidir. Ancak, kul olarak bize düşen görev, her defasında ayak oyunları ile ayakta kalmayı beceren nefsin pususuna düşmemektir. Osmanlı sonrası kurulan devlette takiyye veya kripto mizacıyla içimizden biri olarak kendisine varlık alanı açan Yahudi’nin, ikinci devlet olarak kurduğunu söylediği İsrail’i korumak ve kollamak ve “Arz-ı Mev’ud”a kavuşmak adına birinci devlet olarak gördüğü devlette halen iş bitirici bir noktada olduğunu bilmemiz lazım. Muhtemelen istikbalde de kendi varlığını garanti altına almak işi üzerindedir. Bunu yaparken, “İstikbal İslâmındır” mukadderatını kabul eden bir mizac üzere olduğu gerçeğinden hareketle, kendisini birinci hedef olmaktan kurtarıcı bir atraksiyonla Batıyı hedef tahtasına oturtmanın hesabı üzerinde olduğunu görmek gerekiyor. Hâlbuki Batı, daha evvel de söylendiği üzere, “İslâm tasavvufu karşısından Batı tefekkürünü hesaba çeken” olarak ruh ve fikir planında Büyük Doğu-İBDA tarafından manen fethedilmiş, maddeten de fethi pek yakındır. Hatta ve hatta, külliyen Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi üzerinden İslâm’ı kabul etmeleri dahi düşünülebilir gözükmektedir. Ama Yahudi, “İlâh olmak” iştiyak ve hezayanının bir gereği olarak, “zıt kutuplar arası muvazenenin üstün nizamı” olma hakkını kendisine maletmek istiyor. Bu yüzden de Doğu ile Batıyı birbirine kırdırmanın hesabını yapıyor. Bu bir tehlikedir ve bunun üzerinde daha da düşünmek gerekiyor. Çok önemli bulduğum bu nottan sonra mevzuumuza devam edebiliriz.

Ahura Mazda ve Zerdüştçülüğü burada bu denli ayrıntılı bir şekilde mevzu etmemizin asıl sebebine gelince, o da şu: “Zerdüştîlikte günde beş defa namaz kılınır. Sabah namazının Zerdüştlükte özel bir yeri olduğundan ve sabah namazına da insanları horoz kaldırdığından, bu hayvan kutsal kabul edilir. Zerdüştîlerde asıl kıble güneştir. Güneş olmadığı zaman ise ateşe yönelinir. Önceleri ibadet açıkta yapılırken daha sonra ateşgede yapma usulü yerleşmiştir. İbadetin ferdi ya da toplu halde yapılması mümkündür. Toplu haldeki ibadetleri mubitler yönetir. Zerdüşt rahipleri üç sınıftır: Bunlar sırasıyla Herbit, Mubit, ve Destur Mubit adını alırlar.

Yukarıdaki bilginin horoz kısmı, Miraç mucizesinde anlattıklarımızla paralellik arzediyor. Üzerinde duracağız.
“Rivayetlere göre Zerdüşt 30 yaşında “Peygamber” olmuş ve yanına bağlılarından bir kısmını alarak Belh’e gitmiştir. Yolda karşılarına çıkan Gaitya nehrini Zerdüşt’ün gösterdiği mucize ile yürüyerek geçmişlerdir. Daha sonra Avaital gölü civarında 45 günlük bir ibadetten sonra bir gece Miraca çıkmıştır. İşte bu nehrin kıyısında, diğer semavî dinlerin Cebrailine tekabül eden Vohumenah, Zerdüşt’ün yanına gelerek ona dünyadan el çekmesini öğütlemiştir. Zerdüşt Vohumenah’tan sonra diğer bütün meleklerle de görüştükten sonra Ahura Mazda’nın huzuruna çıkmıştır. Ahura Mazda ile yaptığı görüşmeden sonra Zerdüşt, dinini yaymak için vaazlarına başlamıştır.  

Not: Zerdüşt dini adını Zerdüşt’ten almaktadır. Kutsal kitabı Avesta’dır. Ancak Avesta’da Zerdüştlere Mezdisnan adı verilmektedir. Nitekim halen Hindistan’daki Parsiler, kendilerine Mezdisnu demektedirler. Zerdüşt’ün temel felsefesi, dünyaya hükmetmek için gece gündüz mücadele eden İyi (Ahura Mazda, Ormuz, Ormazad, Hürmüz) ile Kötü (Angra Mainyu, Ahriman) arasındaki gerginliğin dünyanın sonuna kadar devam edeceğidir. Bundan dolayıdır ki, Zerdüştçülük genelde iki tanrılı bir din olarak kabul edilir. Bunlardan biri iyilik tanrısı veya bütün iyiliklerin kaynağı olan Ahura Mazda, Yezdan ya da sadece Ahura, diğeri ise bütün kötülüklerin kaynağı ve yöneticisi olan Ahriman, Div, Drug, ya da Angra Mainyu’dur. Ayrıca Ahura’nın yanında, onun yarattığı ve onun yardımcısı olan altı tanrı daha vardır ki bunlar Imşas Pendler (ebedi mukaddesler) olarak anılır. Buna mukabil Ahriman’ın da altı yardımcısı vardır ve bunlara da Kamerikan olarak anılır.
Kamerikan’ı bugün nasıl okumak gerekir, bilemiyorum. Amerika mı?

Yukarıda parantez içinde Ormazad veya Ormuz şeklinde geçen ifadeler aslında Zerdüştlerin “hayır tanrısı” olarak inandığı Hürmüz’dür. Ahura Mazda’nın İslâmî literatürdeki adı olan Hürmüz, Eski Farsça’da Ahura Mazda diye adlandırılmış olup daha sonra bu isim Orta Farsça’da (Pehlevîce) Uhurmez-de (Hurmezd), Hurmüzd. Yeni Farsça’da Urmezd. Batı kaynaklarında ise Ohrmazd veya Ormazd şeklinde geçer.
“Hürmüz: Zerdüştlerin hayır tanrısı. (Kötülük tanrısı Ehrimen). Eski İran takviminde GÜNEŞ yılının ilk günü. Müşteri yıldızı. Hur. (Müennes): Güneş. Hürr: Serbest. Hür. Hürre: Arslan. Hüri’: Bit. Hür’: Fasid kelâm, çirkin söz.
Yezdan, Farsça lûgatta Cenab-ı Hak mânâsınadır. Ayrıca, Mecusîlerde hayırları yaratan hayır ilahı dedikleri mevhum, mabud…
Yezdan- Cenab-ı Hak: 72: Secde… Tedaisi, namaz ve miraç!
Hadîs meâli: “Namaz müminin miracıdır.”
Tesbih- Derin uyumak: 72: Abb- Işık, nur, ziya. Güzelleşme.
M. Salih Mirzabeyoğlu: 59+ 691+ 332= 1072: Haste- İstenilen, matlub, taleb edilmiş, istenilmiş.
Cemel: Erkek deve. İbil: 73= 1072.
Not: Cemel… Cem el… Cem: Toplama, toplanma, bir araya getirme, topluluk… El: Güç, kuvvet, iktidar… El; il, ilâh!.. Cemel’in açılımından çıkan mânâ: İlahî gücün toplandığı nokta!.. Tedaisi, “Allah’ın eli topluluk üzerinedir!”
Cemel: Erkek deve… Bedene: Kurbanlık deve; kurbanlık nefs!
Not: Nefsin “kurban” edilmesi, ruhun ilahî murada uygun olarak hale getirilmesi ve ruhun safiyet kazanması mânâsınadır. Nefs terbiyesi!
Mütefekkir Mirzabeyoğlu: 1072.

Yukarıda Ahura Mazda’nın yanında ebedî mukaddesler mânâsına İmşas Pendler’den söz edildi. Burada İmşas pendler kavramı üzerinde birazcık durmakta yarar var.
Imşas Pendler… İmşas ve pend?.. İm ve Şas ve pend?..

Pend, Farşça lûgatta “nasihat, vaaz ve öğüt” mânâsınadır... Eş anlamlısı işaret olan im kelimesi, Türkçe lûgatta “anlamı bulunan, anlam yüklenilen her şey, gösterge, iz, simge ve belirti” mânâsınadır. Diğer bir mânâsı ise, “herhangi bir şeyi belirleyici, gösterici durum ya da davranış, belgi ve simge”dir. Eş anlamlısı ise alamet veya nişan… Şas kelimesi ise, her şeyden önce Şit Aleyhisselâm’ın Süryanicedeki ismidir. Şit Aleyhisselâm, Hazret-i Adem ve Hazret-i Havva’nın 5. oğlu olup, Hazret-i Adem Aleyhisselâm’dan sonra gönderilen ikinci Peygamberdir. Onun hakkında bilgimiz azdır, çünkü hakkında herhangi bir ayet inmemiştir. Adem Aleyhisselâmın oğullarından Hâbil ile Kâbil arasında çıkan anlaşmazlık neticesinde Kâbil, Hâbil’i öldürünce, Allah, Hazret-i Adem’e, Hâbil’e karşılık ihsân olarak, yeni bir oğul verdi. Hazret-i Adem’in bütün çocukları ikiz olarak doğduğu hâlde, Şit Aleyhisselâm tek doğdu. Şit ismi İbrânice olup, Arapça karşılığı, Hibetullâh, yani “Allah’ın hîbesi” mânâsınadır. Şit Aleyhisselâm doğunca, Hazret-i Âdem: “Bu, Hibetullâh’dır (Allah’ın Hibesidir)” demiş ve Hâbil’den dolayı yemin etmiştir. İsmine Arapça’da “Şes”, Süryanice’de “Şas”, İbranice’de ise “Şis” denilmiştir.
Not: Kabiloğulları’nın zina ve içkiye düştüklerini, bozulduklarını gören Hazret-i Âdem Aleyhisselâm, Şit Aleyhisselâma, Kabiloğulları ile evlilik bağlantısı kurmamalarını tavsiye etti. Ayrıca ilâhî sırları bildirip, bütün ilimleri ona öğretti. Peygamber efendimizin nûruyla ilgili olarak da oğlu Şit Aleyhisselâma şöyle vasiyet etti:
“Oğlum! Alnında parlayan bu nûr, son peygamber olan Hz. Muhammed’in nûrudur. Bu nûru mümin, temiz ve afif hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyet et.”
Şit Aleyhisselâm, babasının bu vasiyeti üzerine sâlihâ bir kızla evlendi. Evlâtlarına da böyle vasiyet ettiler. Onlar da bu vasiyete uyup öylece devâm ettiler.
Yüce Allah, Âdem Aleyhisselâma 21, Şit Aleyhisselâm ise 29 sahife indirmiştir. Şit Aleyhisselâmı toplamda 50’yi bulan bu sahifelere göre amel etmekle mükellef kıldı. Kur’an’da, Âlâ sûresinin 18. âyetinde zikredilen “Suhufu Ûlâ”, Hibetullâh Sis b. Âdem ile İdris Aleyhisselâma indirilmiş olan Sahife’lerdir.
Hazret-i Âdem’in vefâtından sonra Allah, Hazret-i Şit Aleyhisselâma peygamberlik verdi ve Ona indirilen sahifelerde hikmet ilmi, matematik, sanayi bilgileri, kimya ilmi ve daha pek çok şeyin bildirildiği söz konusdur.

Peygamberlik, din, ibâdet ve Yüce Allah’ın hak ve şeriatlarına göre hareket, Hazret-i Şit Aleyhisselâm ve oğullarında bulundu. Şit Aleyhisselâm’ın yurdu dağın başında, Kabiloğulları’nın yurdu ise, vadinin altında idi… Şit Aleyhisselâm zamanında insanlar çoğalıp her tarafa yayıldılar.
Bu uzun alıntının sebeb-i hikmetine gelince, o da şu: Yukarıda İBDA Mimarı’nın Esatir ve Mitoloji’sinde hükme bağlandığı veçhile, Zerdüştlük manifestosu ve benzerlerinin İslâm ile ilişkilendirilmesinin hiçbir haklı gerekçesi olmadığı hakikatine işaret etmek ve bütün bu ve benzerlerinin, “tahrif edilmiş dinlerin mitoloji verisi içinde sunulması”nın bir örneği olduğunu göstermek içindir.
Bütün bu bilgiler ışığında ister istemez akla şöyle bir soru da gelmektedir: “Nasihat, vaaz ve öğüt” muhtevalı İmşas Pendler (ebedi mukaddesler), acaba, Hazret-i Şit Aleyhisselâm’a indirilen Suhuflardan kalan bilgilerin tahrif edilmiş hâli olabilir mi?

Hatırlatma: Mevzuumuzla ilişkilendirerek ele aldığımız Arş horozu (horoz sûretli melek) mevzuu doğrudan doğruya miraç hadisesi ile ilişkilidir. Miraç hadisesi Allah Resûlü’nün mucizelerindendir. Bu arada, Allah Resûlü’nün en büyük mucizesinin Kur’ân-ı Kerim olduğunu söyleyelim. Miraç’ta Allah Resûlü, Peygamberler silsilesi içerisinde sadece kendisine nasib olan bir mucizeyi yaşamıştır. Bu mucizenin mahiyeti, Cebrail Aleyhisselâm’ın meâlen, “buradan öteye geçersem yanarım!” ve “buradan öteye sadece aşk ile yol alınabilir” dediği Sidret-i müntehadan sonraki yolculuktur ki bunun nihayeti, bizzat yaşayan ve tecrübe eden olarak Allah Resûlü’nün haber verdiği üzere, Allah’ın “Mutlak Zât”ı ile görüşme hâli ve şeklidir. Tecrübelerin şahsî olduğu hakikatini hatırlatmaya gerek yok sanırım… Gelelim mevzuun mitoloji ile ilişkilendirilmiş kısmına… Malum olduğu veçhile, Miraç yolculuğunda Allah Resûlü, Cebrail Aleyhisselâm’ın takdimlerine mukabelede bulunmuşlar ve başta Hazret-i Âdem olmak üzere pek çok Peygamber ile görüşmüşlerdir. Yani, Peygamberlerin pek çoğu Sidret-ül müntehaya kadar olan miraç yolculuğundan haberlidirler. Meselâ Sidret-ül müntehada bulunan Arş horozunu görmeden evvel Allah Resûlü, Hazret-i Âdem Aleyhisselâm ile görüşmüş olduğundan, Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın Sidret-ül münteha’ya kadar olan malumattan da haberdar olduğu bilgisine ulaşmakta zorlanmayız. Hem sonra, Hazret-i Âdem Aleyhisselâm, Cennetten dünyaya sürgün edilmişlerdir. Bu ve benzeri bilgiler istikametinde, yukarıdaki Şit Aleyhisselâm ile ilgili bilgilere ve onun Süryanice ismi Şas ile ilgili olarak, Zerdüştlük ile ilgili İmşas Pendler arasındaki ilişkilendirmeye bir bakıldığında, İBDA Mimarı’nın  “tahrif edilmiş dinlerin mitoloji verisi içinde sunulması” sözünü hatırlamamak mümkün değil!

Bu arada, söz konusu metinde geçen horoz isimleri (Parodars veya Kahrkata) hakkında herhangi bir bilgiye ulaşamadığımı söylemek isterim. Ancak, ben yine de kısa bir değerlendirme yapmak istiyorum.
Kahrkata?.. Kahr kata… Sözlükte “ezmek, mahvetmek, perişan etmek” anlamına gelen kahr kelimesi, tasavvufî bir terim olarak, Hakk’ın yardımıyla nefsi ezmek, arzularını kırmak ve onu dizginlemek mânâsınadır. Bazı veliler kahr, bazıları da lutf sıfatına mazhar olurlar.
Lütfun zıddı olan kahr, Cenâb-ı Hakkın şiddetli ve azab verici vasıflarının tecellisine işaret eder. Allah’ın Celal isminin tecellisi!
Not: “Zorlama, cebir, fazlaca üzüntü, keder içine işleme, ezme, mahvetme ve zorla bir iş yaptırma” mânâlarını mündemiç kahr kelimesi ile diktatör kelimesinin kökeninde yer alan dik, dolayısıyla da horoz kelimesinin anlam birlikteliği çok dikkat çekicidir.

Diktatör, Fransızca lûgatta “bütün siyasi yetkileri kendinde toplamış bulunan kimse” ve “zorba” mânâsınadır... Latince lûgatta ise diktatör (dictator); emir veren, dikte ettiren; elinde mutlak ve sınırsız bir otorite bulunduran kimse mânâsınadır. Bir diktatör tarafından yönetilen ülkelere ise diktatörlük denilmektedir… Bu arada, zati keyfiyeti itibariyle diktatörlüğün iyi veya kötü olduğunu söylemek mevzuumuz dışıdır. Bizce iyi diktatör olabileceği gibi, kötü diktatör de olabilir. Ahura Mazda’nın öğretisinden etkilendiği aşikâr olan Niçe’nin ”İyi ve Kötünün Ötesinde” manifestosu aslında doğrudan doğruya “iktidarın kaynağı”na işaret etmektedir. Her ne kadar iktidarın kaynağının “Mutlak Hakikat” olan Allah olduğunun açık itirafı yapılmamış olsa da… Evet; Niçe’nin sözkonusu kitabının muhtevasına bakıldığında İslâmî hassasiyetlerin satır aralarına serpiştirildiği hemen fark edilecektir. Bu hassasiyetin Ahura Mazda’dan alınmış olması “Mutlak Hakikat”in orada olduğunu göstermez. Ahura Mazda’da yer alan dikkat çekici ve derinlik içeren bilgilerin pek çoğu tahrih edilmiş dinlerden devşirme bilgiler olduğu pekala düşünülebilir.
Kata kelimesine gelince. İlkin, Kata’nın Gata olma ihtimalini hesaba katmak gerekir, çünkü; Zerdüştlükteki temel esaslar Gatalar denilen dörtlükler hâlinde kayıt altına alınmıştır. Dolayısıyla da Kahrgata şeklinde yazılabilir bir kelime olan Kahrkata, “ilahî dörtlükler” mânâsında kullanılmış olabilir… (Not: “Cebel-i Rahme-Arafat. Rahmet Dağı: 1283: Rübaî-Dörtlük olan. Dörtle ilgili. “4, varlık sayısıdır”; Kâbe’ye de, dört köşe olduğu için “Kâbe” denmiştir… Merdüm-İnsan: 1283: Ferc-Kadir, kıymet, mertebe. “Allah’ın evi Kâbe’nin nurundan, İnsan kalbinde de bir hisse var!”)… Söz konusu Arş horozunun baş, ayaklar ve kanatları ile ilkin artı, dolayısıyla da haç / salib sembolüne, oradan da dört yön, yan, köşe veya kapı esprisine yol bulunabilir gözükmektedir… İlerki bölümlerde ele alacağımız haç / salib mevzuunda bir cezalandırma yöntemi olarak çarmıha gerdirmenin derinliğinde Arş horozu ile ilişkisi dikkate alındığında, Kahr ve kata’nın aslında Çilecilik istikametinde bir tür nefs terbiyesi usulüne yol bulduğu düşünülebilir. Arş horozunun Kahrkata olarak isimlendirilmesinin sebebi, nefs terbiyesinden maksadın Sidret’ül münteha ve ötesine duyulan özlemin bir ifadesi olarak da okunabilir. 
Not: Kata; (kelime mânâsı olarak form) tek ya da eşli olarak yapılan detaylı olarak düzenlenmiş hareketler dizisi anlamına gelen Japonca bir kelimedir…
Birbirinden farklı kültürlerde yer alan bu iki kelimenin mânâlarından tek bir anlama doğru yol almak istediğimizde karşımıza şu şekil bir mânâ çıkmaktadır: Arş horozu mânâsına Kahrkata, muktedirlik makamı, dolayısıyla da “zıt kutuplar arası muvazenenin üstün nizamı” ile ilişkilendirilebilecek bir adalet sistemi ile doğrudan ilişkili gözükmektedir. Bunun “hakikati” istisnasız bütün peygamberlerde, “hakikatin hakikati” olarak da sadece ve sadece Allah Resûlü’nde olduğunu söylemeye ne hacet!
 
Baran Dergisi 563. Sayı