Alttan ısıtmalı camilerde sıcak sıcak ibadetlerimizi yaparken, dünyada Müslümanların kanı sıcak sıcak akıtılmaya devam ediyor.

Dünya Müslümanlarının gözü Türkiye’de ama biz ılıman ve muhafazakâr bir çizgide ve Tayyip Erdoğan’ın "içi boş-dışı güzel" söylemleriyle teselli buluyoruz. Tayyip Erdoğan, hakikaten inkılâpçı bir şuurla “hadi!” dese, kitlesi üzerine alınmaz ve riske girip meydanlara ineceklerine birbirleriyle dertleşmeyi tercih eder. Tayyip Erdoğan’ı "Geziciler" veya "Cemaatçiler" devirse de onu seven kitlesi ancak üzülür, başka da bir şey yapmaz. Müslümanların bu kadar ılımanlaşmasının müsebbibi de “siyasal İslâm bitti” diyecek kadar şuursuz olan Tayyip Erdoğan’dır. “Radikal İslâm” denip yıllardır İslâm ideal ve aksiyonu dışlandı. Hâlbuki “siyasal İslâm”ın yükselişi Tayyip Erdoğan’ın Türkiye ve dünyada popülerliğini artırmıştır. Tayyip Erdoğan’ın şahsında vehmettirdiği mânâdır yükselişte olan…

Fikirsiz, sistemsiz ve sisteme bağlı siyasetsiz Türkiye’de ve dünyada bir mesafe alamayız; ülkemize, İslâm âlemine bir faydamız olamaz. Suriye politikasında tam bir fiyaskoya düştüler; ne Suriye’deki Müslümanlara bir faydaları oldu, ne de dünya Müslümanlarına... Türkiye’de İrancılarla, muhafazakâr Müslümanların kol kola oluşu bozuldu, küçük bir faydası bu oldu. Fakat bu muhafazakâr Müslümanlar, dün İBDA’ya neden karşı olduklarının izahını yapamadıkları gibi, bugün de İBDA’nın ne olduğunu, fikriyâtını, siyaset ve aksiyonunu anlamış değiller. Yirmi yıldır “Cemaat” ve “Fetoş” hakkında söylediklerimize tepki gösteren bu ılıman kardeşlerimiz, bugün "17 Aralık" darbe teşebbüsünün şokunu yaşıyorlar ama, İBDA’nın söylemlerinin temeline ve şuuruna varmış da değiller. Sistem ve sisteme bağlı siyaset şuuru olmadığı için yarın yine İBDA’nın söylemlerine karşı olacaklar. Umudumuz odur ki, “sistem şuuru” idrak edilir de Türkiye ve dünyadaki Müslümanlar için doğru çözümler, doğru siyasetler üretiriz. Sözüm aynı zamanda telkinle alınanı tahkike getiremeyen, branşlaşarak çözüm üretemeyen, cephelere-İBDA’cılara da. Velhasıl, işimiz çok ve karınca gibi çalışmalıyız.

AKP, kendisinde bu şuur olmadığı için, İslâmî kadrolaşmaya gitmemiş ve halk dalkavukluğu ile iktidarını koruyacağını sanmış ve kadroları da Cemaat'e teslim etmiş. Cemaat'in hainliği yıllardır malum olmasına rağmen, niye yıllardır beraber olundu? Çünkü Cemaat'in sakat İslâmî anlayışına (Ilıman İslâm Projesi) AK Parti kadroları ve seçmeni de sahip çıktı-çıkıyor. Ayrıca Cemaat'in ABD ve İsrail yanlısı olmasına AKP ne kadar karşı ki? Fakat Mavi Marmara olayı işi bozdu. Müslüman halkın desteğiyle iktidarda olan AKP, bu açık hak ihlâli karşısında İsrail’e tavır aldı fakat “Cemaat” karşı tarafın şuurlu yandaşı olduğu için AKP’ye tavır aldı. Ve uzun zamandır “Cemaat” devlet içinde kadrolaşarak çok güçlendi. 30 yıldır "hizmet" adı altında yapılan eğitim seferberliği okullarından yetişmiş insan sermayesini emir-komuta zinciri içinde kullanmasını bildi. Cemaat, Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarında başarılı olduğu için artık “devlet benim!” noktasına geldi. Mit Müsteşarını da tutuklatmaya çalışarak Tayyip Erdoğan’a gözdağı vermeye kalktı. Şu hususu da belirtelim ki, işin temelinde iktidar kavgası var, ideolojik kavgadan ziyade. Çünkü ideolojiden hareketle kavga yürütülmüyor.

Müslümanlardaki ideali pörsüten ve iktidar rehavetiyle iyi avutan Tayyip Erdoğan, kişiliğinden kaynaklanan cesareti ve gözü karalığı olmasa idi Gezi olaylarında devrileceği gibi, 17-25 Aralık operasyonlarında da devrilirdi. Tayyip’in pervasız tavrı olmasaydı AKP kurmaylarının keleşliğiyle bu darbe girişimlerinin hiçbiriyle başa çıkılamazdı. Devrildikten sonra “halk bizi istiyor” lafı hikaye olurdu. Halk 7 kocalı Hürmüz gibidir. Bin bir başlı mahluk olan halk, kerhen de olsa başka başa itaat etmekte zorlanmaz. Mühim olan teşkilat ve kadronla direnebilmen, Hakk'ın ve halkın sözcüsü olabilmendir. İBDA Mimarı’nın “İdeolocya ve İhtilâl” eserinde ve Gölge ve Akıncı Güç’ten bu yana mücadele çizgisinde altını çizdiği hususları anlamak gerek. İslâm İhtilâl-İnkılâbının liyâkat şartlarının “Müslümanım ve İBDA’cıyım” söyleminden ibaret olmadığı görülmelidir.

Bülent Arınç 3-5 ay önce (Pensilvanya)ya gidiyor ve “Hocfendi” ile görüşüyor, muhabbetler iyi gidiyor. Halbuki 14 aydır dinleme ve operasyon hazırlığı yapıyormuş Cemaat'in “paralel yapılanma”sı... Bu muhabbet ne iş, bu siyasetsizlik, bu körlük ne iş? Dava, ideal ve dostluğun ölçüsü ne? Halkın iradesi böyle mi temsil edilir? (Pensilvanya)dan icazet alarak mı? Hani halkın iradesinden başka bir şey tanımıyordun? Şu hususu da demokrat Müslümanlara hatırlatalım. Halkın iradesinden önce Hakk'ın iradesi gelir. Hakk'ı ve hakikati unutursak, iş halk dalkavukluğuna varır ve bugün seni alkışlayanlar yarın yerden yere vurur. Türkçesi kim daha iyi para sunuyorsa, ekonomik refah veriyorsa halk ona meyleder ve bir Müslüman liderin siyaseti bu olamaz. Halkı parayla oyalamak ile adaletli düzen kurmak farklı şeylerdir. İslâm’da sermayenin amacı, toplumun refah dengesidir ve bu açıdan tekelci sermaye İslâm’ın dışıdır. Piyasalarda dolaşan para çok ama, adil bir ekonomik düzen yok ve sosyal refah mevzuunda temelde sorunlar var. Bir dünya görüşünden ve bunun kültüründen gelen ve bunu hisseden-yaşayan kadrolar eliyle çalışmalar yapılmalıdır. “Toplumun genel çerçevesine Büyük Doğu’yu yerleştirmek” kuru bir söylem veya propaganda değil, adım adım gerçekleştirilecek ve ihtiyacımız olan toplumsal nizamdır.

Bir genç arkadaşla Türkiye’deki İslâmcı mücadeleyi konuşuyorum. “Taviz vermeyen, dik duran kim kaldı?” diye biraz da ümitsiz şekilde soruyor. “Salih Mirzabeyoğlu var ya!” diyorum. Necip Fazıl’ın varisi olarak ve mücadele çizgisini birkaç kelime ile hatırlatıyorum ve genç bu bilgisizliğin itirafı halinde “büyük abilerimiz anlatmadı” diye tepkisini dile getiriyor. Ve daha sonra meclisimize gelen abi sıfatlı bir konuşmacıya da bu ithamı yöneltme cesaretini ve tutarlılığını gösterdi.

İBDA Mimarının, 19 Ocak 2014 tarihli Yeni Şafak gazetesinde çıkan kısa mülakatını okuyorum, ölüme terkedilen Salih Mirzabeyoğlu’nun aslında bizim ruhumuzu ve ümidimizi temsil ettiğini ve onun şahsında İslâmî ruh ve aksiyonun öldürülmek istendiğini tekrardan hissediyorum. Söz konusu mülakatta Salih Mirzabeyoğlu Üstad'ın sözünü naklediyor ve yorumluyor: “Ademe mahkûm etmek Komünistlerin işidir”… Sizi görmezler, duymazlar… Hakkınızda konuşmazlar… Sanki siz yaşamıyorsunuz gibi davranırlar. Oysa ki çok iyi okurlar, yazılarınızı büyük bir ilgiyle takip ederler. İsminizi ağzınıza almadan yazılarında cevap bile verirler. Bununla ilgili olarak Büyük Doğu’nun bir kapağı vardı… Kapak yazısı şöyleydi: “Üzerimize bir milyon ton sükût külü döküyorlar!” Biz de bugün aynı hâldeyiz.”

Müslümanlara Komünistlerin taktiğini hele hele bir Müslümana karşı izlemeleri yakışık almıyor. Müslüman düşmanına bile haksızlık etmeyen kişidir. Bu da bizim Müslümanlık hususunda daha çok yolumuz olduğunu gösteriyor. Zaten demokratlaşmamız, liberalleşmemiz bizi bu hale getirdi. Mısır’da binlerce Müslüman öldürülür, Bangladeş’te Abdulkadir Molla asılır, Türkiye’de Salih Mirzabeyoğlu ve gönüldaşları işkence görür. 11 yıldır muhafazakâr iktidarımız var ve ekonomi de tıkırında, öyle mi? Camilerimizde alttan ısıtmalı halılar üzerinde rahat rahat ibadetlerimizi de edâ ediyoruz. Öyle mi? Zaten sorun bu rahatlıkta. Dünyevîleşme hastalığı! Modernizmin getirdiği batıcı ve bencil hayat tarzı maalesef Müslümanlara da bulaşmış!

Ne zaman rahatı rahatsızlıkta buluruz, o zaman kurtuluruz.

Daralan zaman diliminde (âhir zaman) artık buna mahkûmuz!


Baran Dergisi 367. Sayı (23.01.2014)