İnsan, sosyal ve siyasî bir varlık… Tesir edici eser…
Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “İman ve Tefekkür” isimli eseri, insanî hakikatin hülâsası halinde şu Hadis meali ile başlıyor:
“Allaha inandım de ve dosdoğru yürü!”
 İtaat ve özgüvenin harika bir hülasası...
İnsanın “tesir edici eser” hüviyetinin, ikisi bir arada ifadesi…
“İNSANDA İLK HİS, MAHLÛK OLDUĞU, yokken var edildiği ve yaratıcısı olmayan yaratığın olamayacağı bedahetidir.”
Tesbitini de aynı eserden işaretleyelim…
Dekart bile sistemini,her şeyden şüphe ettikten sonra, şüphe etmesine dayanarak yani şüphe etmesine inanarak kuruyordu. Dekar’ttan asırlar önce ise İmam-ı Gazalî Hazretleri bu düşüncenin orijinalini ortaya koymuştu.
Demek ki, her şeyden önce insan bir şeye inanmak ve güvenmek durumunda… “İnsanda ilk olgu peşin kabuldür; hangi düşünce olursa olsun!” diye İBDA Mimarının belirttiği husus.
Esseyyid Abdülhâkim Arvasî Hazretleri’nin işaretlediği üzere:
“İnan da, istersen bir odun parçasına inan!”
İnsan, özgüven kazanabileceği gibi, özgüvensizlik de kazanabilir. Mümin Sekman’ın yazdığı Alfa yayınlarından çıkan “Her şey Seninle Başlar” isimli kitapta bana ilginç gelen bir köpek balığı misali var. Bahsi, kendi orijinal başlıklarıyla aynen veriyorum:
 
Öğrenilmiş Başarısızlık:
Kaybetmeyi Nasıl Öğreniriz?
Bir köpekbalığı aç halde bir akvaryuma konulur. Balık akvaryumun her yerinde yüzebilmektedir. Avlayacağı bir şeyler aramaktadır.
Sonra akvaryuma küçük bir balık konur. Köpekbalığı küçük balığı yemek için harekete geçer. Çünkü açtır(motivasyon), küçük balığı yiyebileceğine inanmaktadır (özgüven) ve küçük balığı yemenin kendi ellerinde (kontrol) olduğunu düşünmektedir.
Küçük balığı yemek için ilk saldırısında kafasını ne olduğunu algılayamadığı sert bir şeye çarparak şok geçirir. Çünkü bilim adamları küçük balık ile köpekbalığının arasına cam bir bölme yerleştirerek onları ayırmışlardır! Köpekbalığı “balık aklıyla” düşündüğünden camı görememekte ama kafasını çarptığında camı algılamaktadır.
Sonra bir daha dener, yine kafasını cama çarpar. Bir daha dener, tekrar aynı şeyi yaşar. Tanımlayamadığı bir şey hedefine ulaşmasına “engel” olmaktadır.
Yaklaşık 48 saat sonra köpekbalığı küçük balığı yemek için uğraşmayı bırakır. Evrensel, “Büyük balık küçük balığı yer” kuralı işlememektedir. Büyük balık depresyona girmiş gibidir. Çaba harcamayı bırakmıştır. Çünkü ne yaparsa yapsın o küçük balığı yiyemeyeceğine inanmıştır!
 Deneyin ikinci aşamasına geçildiğinde araştırmacılar aradaki cam bölmeyi kaldırır. Artık köpek balığı isterse küçük balığı yiyebilecektir. Önünde hiçbir engel bulunmamaktadır. Çok da açtır!
Araştırma ekibi neler olacağını beklemeye başlar. Şaşırma sırası bilim adamlarındadır. Çünkü köpekbalığı  küçük balığı yemek için hiçbir şey yapmaz! Küçük balığı kovalayıp büyük balığın alanına geçirirler ama yine de yemek için hiçbir hamle yapmaz.
Sonuç çok dramatiktir, büyük balık açlıktan ölmek üzere olmasına rağmen yine de küçük balığı yememiştir.
Köpekbalığı küçük balığı neden yemedi! “Aç ama gururlu” olduğu için mi?
Bilim adamları köpekbalığının içine düştüğü ruh durumuna “öğrenilmiş çaresizlik” demektedir. Öğrenilmiş çaresizlik, bir canlının defalarca denediği halde istediği sonucu alamaması durumunda, bir sonraki denemesinde başarısız olacağını beklemesinden dolayı, deneme cesaretini kaybedip hiçbir şey yapmaması halidir.
Bu hale öğrenilmiş başarısızlık da diyebiliriz. Köpekbalığı geçmişteki denemelerinde başarısız olunca, gelecekteki denemelerinde de başarısız olacağını öğrenmiştir. Bu durum bize milyarlarca insanın  neden başarısızlık halinde yaşadığı halde başarılı olmak için hiç bir şey yapmadığını açıklıyor.
Öğrenilmiş çaresizlik bir daha deneme caseretini kaybetmektir. Sürekli başarısızlık korkusuyla hareket etmektir. Kendine olan güvenini, “başarabilirim” inancını kaybetmektir. Öğrenilmiş çaresizlik zihne takılı bir psikolojik kelepçedir.
Biz bu deneyden öğrenilmiş çaresizlik teorisinden daha fazlasını öğrenebiliriz. Bu dersler neler olabilir?
 
Başarısızlık ve “Kaybeden
 Olmak” Öğrenilmiştir
Başarısız olmak öğrenilmiştir. Bizler de köpekbalığı gibi bazı şeyleri deniyoruz, kaybediyoruz, tekrar deniyor, tekrar başarısız oluyoruz. Yaptıklarımızın karşılığını alamayınca hayal kırıklığı yaşıyoruz. Başarısızlıktan korkup, birdaha hayal kırıklığı yaşamamak için başarıyı denemekten vazgeçiyoruz. Sonunda başarısızlığı bir yaşam tarzı olarak benimseyip, kendimizi “kaybeden” olarak görüyoruz.
Başarısızlık eğitimi “acılı derslere” dayanan, kafalar bir yerlere vurula vurula öğrenilmiş, duygusal yoğunluğu yüksek bir programdır. Paslı çiviler gibi, yerlerinden söküp atmak zordur. Beyinden söküp atmak çok güçlü bir başarı eğitimi gerekir.
Başarısız olmayı öğrenenler, öğrenmekle kalmaz, başarısızlık üreten zihniyetlerini çevredekilerin beynine de yükleyerek; onları da başarısızlığa sürüklerler.
Bilim adamları deneyin ikinci aşamasında, köpekbalığının oğlunu da akvaryuma koysaydı, “güngörmüş” baba köpekbalığı oğluna ne derdi? “Evladım sen buralarda yenisin. Sakın şu balığı yemeye kalkma! Yüzüne bir şey çarpar, mahvolursun!”
Baba köpekbalığı kendi ön yargısını “hayat dersi” diye oğluna da öğretmeye çalışırdı. Çocuk balık da “biz babadan böyle gördük” anlayışıyla yaşayan biriyse, hayatı boyunca babasının ötesine gidemezdi. Hayatta bazı şeyleri bilmemek bazen çok büyük avantajdır! Özellikle başarısız insanlardan alınmış başarı derslerini…
Başarılı insanlara ulaşıp onlardan başarı bilgisi almak pek kolay olmadığından, kaybedenlerden öğrendiklerimizle kazanmaya çalışıyoruz. Kılavuzumuz kaybeden olunca, kazanmak da kolay olmuyor tabii! Bu kitabı herkesin birinci kalite başarı bilgisine doğrudan ulaşmasını sağlamak için yazdım. Başarı bilgisine ulaşmada fırsat eşitliği sağlamaya çalıştım.
 
İç Engelleri Aşamadan
Dış Engeller Aşılmaz
Bir hedefe yürürken iki tür engel(leyici) ile karşılaşırız: Dış engel(leyici)ler ve iç engel(leyici)ler. Örneğimizde cam dış engeldir; “ben ne yaparsam yapayım o küçük balığı yiyemem” inancı ise iç engeldir. Engellerim yapısıyla ilgili üç noktayı bilmek önemlidir.
Dış engelleri aşmak için önce iç engelleri aşmak gerekir. Fiziksel engelleri aşabilmek için önce zihinsel engelleri aşmak gerekir. İç bariyerlerini aşamayanlar, dış engelleri aşmayı denemez bile, denese de aşamaz. Çünkü kişi kendinde tutuklu kalmıştır.
İç engelleri aşmak dış engelleri aşmaktan daha zordur çünkü iç engellerimizi göremeyiz. Deneydeki hayvanlar bir dış engel olan camı göremezler. Ancak insanlar dış engellerini çok iyi görebildikleri halde iç engellerini genellikle göremezler. İnsanların dış engellerin üzerinden aşmasını engelleyen iç engellerdir ama iç engelleri göremedikleri için dış engelleri suçlarlar. Daha çok içe değil, dışa dönük yaşadığımız için, dış engelleri daha çok görürüz. Bu kitap zihninizdeki iç engellerinizi, zihinsel bariyerlerinizi size fark ettirmeye çalışacak. Tabii bunun için kitabı sonuna kadar okumanız gerekiyor! “Ben hiçbir kitabı başından sonuna okuyamadım” diyorsanız, bakın ilk iç engelinizle tanıştınız!
Dış engeller kendiliğinden ortadan kalkabilir ama iç engelleri sizin zihninizden kaldırmanız gerekir. Çevremizdeki dış engeller, dünyanın her gün yeniden kurulması ve hızlı değişim nedeniyle kendiliğinden ortadan kalkabilir ama iç engellerimiz (yapamam inancımız) ancak bizim rızamız ve çabamızla beynimizden silinebilir. İç dünyanızda kontrol sizde olduğundan bilinçli ya bilinçsiz izniniz olmadan büyük değişiklikler olmaz.
Kısacası sınırlayıcı iç gerçeklerimiz (inançlar), sınırlayıcı dış gerçeklerden (fiziksel koşullar) daha çok etkiler bizi. Aşılamayan sınırları çoğu kez şartlar değil, akıl koyar.
Verdiğimiz örnekler bize “engellenmişlik hissi”nin gücünü gösteriyor. Hedefine ulaşması dışarıdan engellenen canlıların, kendi içlerinde inşa ettikleri “iç engellerle” nasıl da kendilerini dış engelleri aşamaz hale getirdiklerini anlatıyor. Sizi engelleyen “dış güçlerle” uğraşmayı bir süreliğine bırakıp “içinizdeki işbirlikçileri” tanımaya ne dersiniz?
Kitaptan iktibas burada bitti. Köpekbalığı misali sizin de ilginizi çekmiştir. Kendi kendimize inşa ettiğimiz psikolojik bariyerlerimizi yıkmak da bizim elimizde, bizim cehd sarf etmemizle olacaktır. Nasıl inşa ettikse öyle yıkacağız. Kendimizi tanımamız ve kendimizin müsbet değişimi için uğraşmamız gerekiyor. Emeksiz bir şey yok.
 
Kendine Güven ve Kibir
Kendine güveni az olan, olmadığı mânânın mâliki görünür; kendine güvensizliğini kapatmak için tabiî olmayan bir haldedir. “Dostlar alışverişte görsün” tavrına itibar eder. Kendine duvarlar örer, sahte bir gurur ve eda ile vaziyeti idare etmeye bakar. Dik durur ama dik durmak için durur yani dik duruşu bünyeleştirmemiştir, görüntü olarak yapar. Çünkü şahsiyeti yapmacıktır. Kendini eksik gördüğü için bunu sunî bir görünümle kapatmaya bakar. Böylelerinde sosyal kaygı da fazladır. Çevrenin ne diyeceği, nasıl göreceği şahsiyetinden önce gelir. Halbuki kendi vicdanımızın sesi her şeyden önce gelir, çevrenin ne dediği değil. Bunun, kuruğu dik tutmayla “dik duruş aynı şeyler değil…”
İnsan kusurlarıyla beraber dik durabilir. Çünkü tabiîlik önemlidir, şahsiyetin temeli budur. Yoksa kusursuzluk değil. Hatasız kul olmaz. Hatalarını kabul edebilmek, insanın kendine güvenindendir ve erdemidir, mühim olan budur. Kendine güvenmekle aklına, malına güvenmek ve gururlanmak başka şeyler. İnsan yalnızken bile kendine güvenmeli.
 
 
Kendine Güven ve Ekonomik Bağımsızlık
İşsizlik kötü bir şey, insanı mânen daha çok yıpratıyor… Ekonomik kölelik de kötü bir şey, patronunun iki dudağı arasına bakıyorsun. Fakat yukarıda da söylediğimiz üzere insan, ekonomik sıkıntılar içinde de kendine güvenini koruyabilir. Zaten insanın moralini bozmasının ona pratik bir faydası yok, bilakis zararı var. Boynumuzdaki halkaya razı olmakla razı olmamak farkı! Ayakları üstüne basmak ve kendi kendine yetmek, yani bunun yolunu ve yordamını her daim aramak.
Kendine güven, aymazlık değil, işi derbederliğe vurup, ondan bundan dilenmek değil, çulsuzluktan ve ipsizlikten manevî bir tatmin (züğürt tesellisi) hiç değil. Bütün bunlar, miskinliktir, kendine güvensizliğin başka türlü tezahürüdür. Kendimize güvenip sıkıntıları göğüsleyeceğimizi yerine yakamıza yapışan bu nefs hilelerini, üzerimizdeki sümüğü attığımız gibi atmamız gerekir. Bu nefs hilelerini, aynen bir kazurat gibi hatta maddî pislikten daha önemli görmeliyiz.
 
Zayıflığımızdaki Gücü
Görmek
Haddini bilmek ve sınırlarını tanımak daha rahat ve emin hareket ettirir insanı. “Aczin idrakı”, insanı daha sağlam yere bastırır, aklın çelmelerinden korur, diyalektiklerin çelmesine takılmaktan kurtarır. Bu da kültürel bir çaba gerektirir, “iş içinde eğitim” gerektirir. “İman ve aksiyon” davası… Hayat dinamiktir. Bunun için bir yerde donup kalmamak ve her zorluğu sıçrama tahtası kılmak gerek, bu da “üst-dil üst diyalektik” ile mümkün. Alakasızlık değil alakalarda derinleşmek, tecrit tavrı söz konusu…
Kâinata atılmış insan, yapayalnız doğup, yapayalnız ölen insan. Aslında her ne kadar müşterekliklerimiz olsa da ferdî oluş ruhî hayatta ve herkes kendi hayatını yaşıyor, herkes kendi varoluşundan kendi mesul. Her koyun kendi bacağından asılır sözü burada doğru oluyor.
Kimsenin sinir sistemi kimse ile aynı hassasiyette değil ve kimse kimsenin gözbebeğinden bakıcı değil. Kalblerde dönenler herkesin kendine göre, “iman ve tefekkür” mevzuu…
Kendine güvenen insanlar yetiştirmek zorundayız.
 Ezik, sümsük, horlanmış, aşağılık kompleksi olan nesiller değil, çamurda da olsa başı dik, gönlü zengin insanlar. Hiç cevher çamura düşse değerinden yitirirmi? İnsanî özümüzü ve halifelik misyonumuzu cevher olarak görmeli ve içimizde her zaman parıldatmalıyız. Bunu kuru kuru gururlanmak vesilesi değil, bizim hakikatimiz ve zenginliğimiz olarak görmeli, hatta hata ve eksikliklerimizde bile bu cevherin yitmeyeceğini ve içimizde küllenmiş olarak yaşayacağını ve onu parlatmanın elimizde olacağını unutmamalıyız. Bunu unutursak veya ümitsizliğe düşersek asıl en büyük kötülüğü kendimize yapmış oluruz.
Gandinin şu sözü, bizdeki bu cevhere işaret etmektedir:
“Kendi elimizle vermedikten sonra, kimse bizden özgüvenimizi alamaz.”
Her şeyden beter kendi kendimizi köleleştirmek halimiz, batı karşısında aciz ve pısırık tavrımız, kendimize güvensizliğimizin ve ezikliğimizin psikolojik hâlidir. Maddî zayıflığımız veya ekonomik güçsüzlüğümüz, teknolojide geri kalmamız falan değil, manevî olarak kendimize güvenimizi yitirmemiz bütün menfiliklerin kaynağıdır. Bunu da kendi ellerimizle yapmaktayız. Yoksa kimse bizden özgüvenimizi çalamaz. Biz moralmen çökmedikçe ve kendi rızamız olmadıktan sonra…
Kendine güvenmek, kusursuzluk mânâsına gelmiyor, bilakis kusurlarını da bilerek yeryüzüne sağlam basmak mânâsına geliyor. Bunu tekrardan belirtelim.
 
Yetişme Tarzımız
Özgüven kazanıp kazanmamamız yetiştirilme tarzımızla yakından ilgilidir. Aşırı koruyucu aile, çocuğun kendine güven kazanmasını engeller. Bunun için tâ çocukluktan kendine güven duygusunun verilmesi çok önemlidir. Japonlar veya Ruslar 1 aylık bebeği soğuk suya sokup çıkarırlar. Bizde ise aşırı koruyucu anne, eşek kadar olmuş çocuğunun üzerine “aman üşümesin!” diye titrer. Ondan sonra en ufak bir hava değişikliğinde hasta oluruz, burnumuz akar. Şu misali de verelim: Almanlar burnu akan çocuğuna selpak uzatır ve burnunu kendi silmesini ister. Türkler ise çantasından selpak çıkarır, çocuğun bir güzel burnunu sildikten sonra birde başını okşar. Çocukta, kendi kendine davranış geliştirmek, bunun alışkanlığını kazandırmak mühimdir.
 
Kendimizi ve Çevremizi
 Eleştirmek
Kendimizi ve çevremizi eleştirebilmek, kritik edebilmek, muhasebe edebilmek insana özgüven verir. “Ben kimim ve çevremle ilişkilerim nasıl olmalı?” Bu soruların en iyi cevabını da bir dünya görüşü verebilir.
İnsan her şeyden önce bir şahsiyet mayası geliştirmeli ki, yüksek fikirleri alabilsin.
 Bu da yürekte kaynayan yüce bir duygudur ki, insanı, varoluş hakikatini aramaya iter. Fare kafasını insan kafasından ayıran keyfiyet düşüncedir, mücerred düşüncedir. Bunun şuurunda olmak ve bu şuuru, hakikatin hakikatine nisbetle işlemek, geliştirmek; insan olma onur ve haysiyeti.
Hayvan da bu hasletler yok çünkü. İnsan olmak kaderimiz, bundan kaçış yok. Sınıf değiştiremeyiz; bu zorunluluk içinde hürriyetimizi idrak etmeliyiz.
Sağlam bir dünya görüşünün arkasından eşya ve hadiselere bakmanın verdiği özgüven hiçbir şey de yoktur…
Fert ve toplumun inşaındaki gerekli fikirler manzumesi olan ideolojinin kılavuzluğunda yol almak…
Her örgüsü tezatsız, şaşmaz bir pusula ile kâinata açılmak…
Kendimizi ve çevremizi doğru tanımlamak ve bunun için okumak ve okuduklarımızı bünyeleştirmek… Okumanın usulü ile ilgili bazı tavsiyeleri içeren aşağıdaki bölümü mevzuumuzla alakalı gördüğüm için, aynı kitaptan (Herşey Seninle Başlar) vererek yazımı noktalamak istiyorum:
 
Bir Kitap Okudum
Hayatım Gelişti!
Bu (Bir) kitaptan en yüksek düzeyde faydayı sağlamak için ne yapmalısınız?
Kitabın iç bütünlüğünü anlamak ve parçalar ile bütün arasındaki ilişkiyi kurmak için başlandıktan sonra uzun aralar vermeden kısa sürede okunup bitirilmesi önerilir.
Bu kitabı en az iki defa okumanız önerilir. “Konsantre” fikirler sunulduğundan anlamanın ötesinde sindirmek için iki kez okumak gerekiyor. En azından ilk okumanızda altını çizdiğiniz yerleri ikinci kez dönüp okuyun. Bir kitabın altını üstünü çizerek okumanın iki yararı vardır. Birincisi daha sonraki okumalarınızda, işaretlerinizden birkaç yıl önceki zihin düzeyinizi ve eğilimlerinizi anlarsınız. İkincisi, tekrar ederken, sadece altı çizili yerleri okursunuz.
Kitabı “kullanarak” okumanız önerilir.
 Kitabı aktif bir şekilde okumalısınız. Sorulan soruları yazılı olarak cevaplamanız önerilir. Kendinize küçük bir “kişisel gelişim günlüğü” açabilirsiniz. Stressiz, algılarınızın açık olduğu, dingin bir zihin durumunda okumanız önerilir. Hafta sonu sakinliğini tercih edebilirsiniz. Zihinsel stresten kurtulmak için, bir kaç saat uyuduktan sonra okuyabilirsiniz. En çok başarılı olmasının istediğiniz üç kişiye bu kitabı okutmanız önerilir. Oluşturacağınız bu pozitif yaşam çevresi sizi de büyütecektir. Son olarak biz de şunu ilave edelim: Kendine dürüst davranmanın verdiği hazzı anlatan ve özgüvenin bir ilkesi olan Şeyh Sâdî’nin şu sözünü verelim:
“Doğru söyleyip de hapiste kalman, yalanla kurtulmandan daha iyidir!”

Baran Dergisi 48. Sayı