Hemen tüm canlılarda omurganın yılankavi olması kanaatimce çok ilginç. Diğer taraftan, yeraltı dünyasının sembolünün yılan olmasından hareketle de, Hak mânâsının yanı sıra, Allah’ın hayat sıfatının tecellisine yataklık eden toprağın insanların beslenmesine ve de hastaların şifa bulmasına vesile olması dikkate alındığında, bitki veya ağaçların yetişmesine imkân veren bir keyfiyeti (hayat!) haiz olması da çok ilginç.
Eskiçağ insanlarının yılanı kutsal saymalarının bir nedeni de yeraltındaki ölü atalarının ruhlarıyla ilişki kurduğuna ya da onlarla bağlantıda olduğuna olan inançlarıydı. Niğde-Bahçeli yöresindeki kazılarda bulunan Geç Neolitik Çağa ait yılan ve beraberindeki tanrı ve ana tanrıça işlemeli vazolar, o dönemler için yılanın kutsal bir varlık olduğunun göstergesi olarak okunmuştur.
M.Ö. 3000 yıllarına ait olduğu tahmin edilen Gılgamış destanında da yılan başroldedir. Dostunun ölümüyle şaşkına dönen Gılgamış, hayatın ve ölümün (“kendini bilmek” veya “Ben Kimim?”) sırrını bilmek veya bulmak ister. Utnapiştim(1) ona tufan hadisesini anlatır ve gençliği geri getirecek bitkiyi (tedaisi, sarmaşık, “kadüse”, nurbat, rüya, “ledün ilmi”, nebat, yeşillik, “İslâm”, namaz, secde, miraç!) nerede bulacağını söyler, öğretir. Gılgamış sonunda otu bulur. Ancak yıkanmak üzere suya girdiğinde yılan gelip otu yer. Gılgamış sudan çıktığında geriye sadece otu yiyen yılanın bıraktığı derisi kalmıştır. Bu nedenle Mezopotamyalılar sık sık deri değiştiren yılanı hayatın güç kaynağı olarak kabul etmişlerdir. Nitekim yılan, deri değiştirerek kendisini yenileyen bir özelliğe sahiptir. Tedaisi, “iman tazeleme” mânâsına “tövbe-i nasuh” veya “kendinden zuhur” esprisi! Bu mevzu, İslâm’da küfür olarak kabul edilen, fakat meselâ Hint mistisizminde tenasüh olarak bilinen reenkarnasyon-yeniden bedenlenme hadisesi ile ne derece ilişkilidir, araştırmaya değer. Diğer taraftan, meselâ Nuh Tufanı’nda, Cebrail Aleyhisselâm tarafından Mekke yakınlarında bir dağda saklanan Hacerü’l-esved ile bir ilişkisinin olup olmadığı da araştırmaya değer bir mevzudur.
Eski Mısırlılarda yılan genelde ilahî gücü ve saltanatı (meselâ; iman, ruh, hilafet!) sembolize eder. Ancak, buna karşın karanlığın ve kötülüğün habercisi (meselâ; küfür, nefs, diktatör!) olarak da görülmüştür. Birbirini tekzib eden bu durum, “beden” (İBDA), dolayısıyla da “Elif” (kıyam, “insan”) veya “horoz” (denge, ahenk, muvazene, “küllî ruh”) ekseninde iyi, doğru ve güzele bakan ruh ile kötü, yanlış ve çirkine bakan nefs zıtlığına bir işaret olarak kabul edilebilir. Kadüsedeki asanın (Elif, Bir, “Horoz”) etrafında sarmaşık veya helozon şeklinde dolanan iki yılan (hayat) esprisi!
Tek tanrılı dinlerdeki genel inanışa göre yılan olumsuzluk amili kötü bir yaratıktır. İnsanları yasakları çiğnemeye davet eden bir aldatıcıdır. Eski Ahit’te şeytan yılan olarak vasfedilir ve Adem ile Havva’nın cennetten kovulmasına neden olmuştur.
X. yüzyıldan itibaren İslamlaşmaya başlayan Türkler, ortaya koydukları sanat ürünlerinde Orta Asya’dan getirdikleri konuları, stil ve sembolleri yaşatmaya devam etmişlerdir. Ejderler eski inanışlar doğrultusunda kale, han saray gibi yapılardan içeriye kötülük, düşman ve hastalık girmesini önleyici bir tılsım olarak kullanılmışlardır.
Tevrat’ta, “Sayılar Kitabı”nda çöldeki uzun yolculukları sırasında İbraniler’in Musa’ya güvenmemeleri ve Yehova’ya iman etmemelerinin cezasını zehirli yılanlar tarafından sokulmakla ödediklerinden ve birçoğunun öldüğünden söz edilir. Bunun üzerine Musa “tunçtan yılan” yapar ve bu yılana bakan herkes iyileşir. İyileştirici bir tanrı simgesi olan sopaya dolanmış yılan, Doğu ve Akdeniz Antik Çağ’ında çok sık rastlanan bir tasvirdir.
Eski Türkler arasında yılan sağlık ve mutluluk sembolü olarak görülmüştür. Meselâ sağlık kuruluşlarının kapılarında çifte yılan sembolü vardır. Anadolu’daki Selçuklu Hastaneleri buna örnektir.
Yılanlar ve sürüngenler birçok kültürde rastladığımız ortak sembollerdir. İzleri Apaçiler, Navaholar, Nijeryalı Brassmenler, Hintli Nagalar ve İngiliz Stonehedge kalıntılarına kadar uzanır. Kızılderililer’e göre de yılan deri değiştirerek doğum, yaşam ve ölüm arasındaki metamorfozu sembolize eder.
Yılan çok eski çağlardan beri korkulan, merak edilen ve saygı duyulan bir canlı olmuştur. Hayatın “tehlikeli bir oyun” olduğu deyimine yataklık ettiği dahi düşünülebilir. Yılanın kutsal olduğu inancı birçok söylenceye kaynak oluşturmuştur. Yılan elleri ve ayakları olmamasına rağmen bütün vücuduyla çok hızlı hareket edebilir, birden ortaya çıkıp birden gözden kaybolabilir, toprağın altında, üstünde ve hatta suda bile yaşayabilir. Havada uçabileni dahi vardır. Meselâ Semender! Muhyiddin-i Arabî Hazretleri, semender gören kişinin ledün ilmine vakıf olacağından söz eder. Demek ki yılan, havada, karada, denizde her daim varlığını hissettiren bir varlıktır. Hayat!.. “Su hayattır!” deyimine yataklık eden olarak, Mutlak Ölçü ile sabit olduğu üzere, “Hayat suya işledi ve her şey sudan yaratıldı!” Tedaisi, “nutfe”, “tenasül”, “horoz”, “malik”, melik”, “hükümdar”, “halife”, “insan”!..
Yılan öldürücüdür ve eski çağlarda yılan zehiri az miktarda verilerek panzehir olarak kullanılmıştır. Zehir ve panzehiri mündemiç yılan! Kalb hakikatinde bitişik ruh ve nefs, tıpkı yılan gibi, zehir ve panzehiri de mündemiçtir. Nefs, zehirdir. Ruh ise onun panzehiri. Sıhhat bulmak için nefsin zehrini şifaya tahvil etmek gerekir. Üstad Necip Fazıl’ın bir şiiri: “Zehirle pişmişaşı yemeye kimler gelir?” / Dilsizce, yalnız Allah demeye kimler gelir?”(1972). Zehri şifaya tahvil eden “Ben Kimim?” istifhamı üzerinden İBDA Mimarı’nın ta kendisidir. Hem de dilsizce Allah diyerek! İBDA, nefsin karşısında ruhu temsil eder. Bu durum, “İstikbâl İslâmındır” mânâsıyla da doğrudan ilişkilidir. Çünkü sözkonusu olan mânâ, Allah’ın takdirindedir ve bu mânâya namzet olan insan, Hazret-i Mehdi Aleyhisselâm’ın misyonuyla da doğrudan ilişkilidir. Hadîs ile sabit olduğu üzere, meâlen, “Mehdi Aleyhisselâm ibadeti ile değil de, sabrıyla imtihan edilecektir.” İBDA Mimarı’nın çile dolu hayatı hepimizin malumudur. Telegram ile taçlandırılan (Çile tacı!) tüm yaşanmışlıklara rağmen, Allah’a hiçbir zaman hâlinden şikayet etmediğini ve tüm yaşadıklarını nefsinden bildiğini dile getirmiştir. Dilsizce Allah demenin ne demek olduğunu göstermiştir.
Yılanın derisini değiştirmesi onun ölümsüzlük ile özdeşleştirilmesine sebeb olmuştur. Bazı kültürlerde yılanların bu özelliğine sahib olabilmek için, meselâ büyücüler yılan yemeyi alışkanlık haline getirmişlerdir. Günümüz dünyasında da, meselâ Çin mutfağının değişmez yılan menüsünün arka planında büyücülük kültürü olduğu pekâlâ söylenebilir.
Böylece tarih boyunca yılana atfedilen özellikler yani ölümsüzlük, sağlık, hekimlik, maddi güç ve hız, ölü ruhların taşıyıcılığı ve yer altı dünyası olarak sıralanabilir.
Yılan eski Yunan kültürü veya mitolojisinde Asklepios’a bağlı bir hayvandır. Tedbir ve ileri görüşlülük sembolüdür. Yani şimdiki hâl (an) ve gelecekle (istikbâl) ilgilidir. İBDA külliyatından biliyoruz ki, “Bütün zaman anda topludur” ve “İstikbâl İslâmındır”… Tedaisi, “hayat devam ediyor; hayat bir bütündür”, (“hayat”, “yılan”, “kara yılan”, “Salih”), daha doğrusu Üstad Necip Fazıl’ın çocuk şiirinde söylediği veçhile, “Çocukların kalbinde işler zaman rakkası…” esprisi üzerinden “çocuk hikmeti”!.. Asklepios kültüne göre hekimler yılan gibi “dilsiz” (İBDA Mimarı tarafından Büyük Doğu’nun “peşin fikir” olarak kabul görmesi!) olacak ve hastalarının (hasta-haste “isteme” manasından mülhem, isteklilerin, yani fikre talib olanların sırlarını saklamak demektir ki bu, “kendinden zuhur” esprisine de denk gelir. Diğer taraftan, kader sırrına erenlerin adetullah çerçevesinde hayat sürmeleri ve en büyük kerametin istikamet olması esprisi!) sırlarını kimseye söylemeyeceklerdir; yani Hipokratın yemininden çok önce hekimlerin hasta sırlarını saklaması konusu Antik Yunan’da sembolik olarak yer bulmaktadır.(2)
Kadüse, iki kanatlı bir asanın etrafında spiral bir şekilde sarılı iki yılandan ibarettir. Asanın baş kısmı yuvarlak, daha doğrusu oval (akaşa) şeklinde olup, çam ağacındaki kozalak meyvesini andırır.
Kadüse’nin fizikî görüntüsü itibariyle bizdeki tedaisi, Vida’dır. Vida, ilkin insan embriyolojisindeki DNA’yı (tedaisi, varlığın ufku olan insanın ufkunun sonsuzluk olması!) hatırlatmaktadır. İBDA fiktiyatında ise vida, nurbat, sarmaşık, bitki, rüyâ ve ledün ilmi ile ilişkilendirilir. Bütün bunların yeşil renkle olan ilişkisi barizdir. İslâmın renginin yeşil olması bir yana, hadîs ile sabit olduğu üzere, “Namaz müminin miracıdır” ve aynı zamanda “Namaz dinin direğidir.” “Dinin direği” ve aynı zamanda “müminin miracı” olan namaz, İslâmda farz olan tüm ibadet şekillerini (Hac, Zekât, Oruç vs.) bünyesinde topladığı gibi, varlıktaki tüm hareket şekillerini de kendi bünyesinde temsil etmektedir. Meselâ insanın hareketi olan düz-mustakim yani ayakta hareket namazda kıyam, hayvanın hareketi olan ufkî hareket namazda rükû, bitkinin hareketi olan tersine-menkus hareket ise namazda secde hareketi ile temsil edilir. Bu arada varlıklar aleminin dördüncüsü olan madenlerin (madde) kendi nefsinde, daha doğrusu zâhirde herhangi bir hareketinin olmadığını da söyleyelim. Buna karşın madde, ufkunun mercan olmasından da anlaşılacağı üzere, bâtında hareketli bir “canlı”dır, ayrı mesele! Buradan esas söylemek istediğimiz şey ise şu: “Müminin miracı” olan namazda Allah’a en yakın hâl secde hâlidir. Secdenin bitki ile, bitkinin rüya ve ledûn ilmi ile ilişkisi ve bütün bunların da İslâm ile olan ilişkisi bir yana, secdenin Allah’a en yakın olma hâline işaret ediyor olmasından hareketle de, miraç, dolayısıyla da sidret-ül münteha ve oradan aşk ile Allah ile buluşma ve konuşma mucizesine kadar sarkan durumlarla karşılaşırız.
Secdenin bitkinin hareketi olduğu, bitkinin yeşil rengi temsil ettiği, yeşil rengin İslâmın rengi olduğu, İslam dininin direğinin namaz olduğu ve namazın müminin miracı olduğu hakikati ile mevzuya yaklaşıldığında, kadüsenin hakikatinin İslâmda olduğunu hemencecik anlarız. Aslında Hazret-i İdris Aleyhisselâm ile doğrudan ilişkili olması hasebiyle de kadüsenin İslâmın malı olduğunu anlamakta hiç zorlanmayız. Kadüse, “Arş Horozu”ndan mülhem bir sembol olabilir!
Hadîs meâli: “İlim, dini ilimler ve Tıbb ilmidir!”
Not: “Ölüm Odası”nda en önemli sembollerden biri vidadır. Nurbat, sarmaşık, bitki, rüyâ ve ledûn ilmi çerçevesinde esaslı bir değerlendirmeye mevzu olan vida, zahiri görüntüsü itibariyle spiral bir şekil ihtiva eder. Bu şeklin bizdeki tedaisi, bir yönüyle de kadüse’dir.. Kadüse sembolündeki her bir figürün bir tedai denizi olduğunu söylemek durumundayım. Ama bizim burada üzerinde durmak istediğimiz şey vida ile ilgilidir. Her şeyden evvel vida müstakil bir şey değildir. Vidanın anlam kazanması somun iledir. İçi delik somunun bizdeki tedaisi ise, “Abdülhâkîm Koltuğu”dur. Burada dikkat edilmesi gereken şey, vida ve somunun nerede nasıl ve niçin kullanılacağıdır. Vida ve somun kullanılarak, kültür ve medeniyete tekabül eden hemen her şey / her türlü eşya veya alet meydana getirilebilir. (Bütün ilimlere, zâhir ve bâtın ilimlere yataklık eden Büyük Doğu-İBDA!). Dahası, her an değişen ve gelişen eşya ve hadiselerin üstesinden gelinebilir. Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sisteminin mahiyetini anlamak için kadüsenin iyi incelenmesi gerekmektedir. Nasıl ki Davud Yıldızı İslâmın malıdır, aynı şekilde Kadüse de İdris Âleyhisselâm üzerinden İslâmın malıdır. Nitekim İBDA Mimarı, adlî tıbb mevzuu üzerinden kadüsenin aslında bir İslâm sembolü olduğunu bütün haşmetiyle “Ölüm Odası”nda işlemektedir. Bu mevzuda sıkça atıf yaptığı “İlim, dini ilimler ve Tıbb ilmidir!” hadîsini tekrar hatırlatmak gerekir. İçinde bulunduğumuz zaman diliminden bakıldığında asa’nın Elif, İslâm, Halife-İnsan ve Büyük Doğu-İBDA şeklinde okunması mümkün gözükmektedir. Asa’nın etrafındaki iki yılan, yılanın “hayat” mânâsından mülhem yerine göre ruh ve beden, yerine göre dünya ve ahiret, yerine göre bâki ve fâni, yerine göre ebedî ve ezelî, yerine göre Şeriat ve Tasavvuf, yerine göre ruh ve nefs, yerine göre Doğu ve Batı, yerine göre İslâm tasavvufu ve Batı tefekkürü, yerine göre duygu ve düşünce, yerine göre ruh ve fikir, yerine göre bâtın ve zâhir, yerine göre iç ve dış, yerine göre Büyük Doğu ve İBDA, kısacası, “İslâm zıt kutuplar arası muvazenenin üstün nizamıdır” hakikatinin bir yansıması olarak, “herşey zıddıyla kaimdir” hakikatini temsil eden olarak okunabilir.
Dipnotlar
1-Utnapiştim, Babilce Gılgamış Destanı’na göre Sümer şehir devleti Şuruppak’ın kralı. Karısıyla birlikte, ki karısının ismi destanda yer almaz, tanrı Enlil tarafından gönderilen ve tüm canlıları yok etmeyi amaçlayan büyük tufandan kurtulmuştur. Utnapiştim, Gılgamış (Gılgamesh; Gılga mes… Mesh; mesih, el sürmek, diriltmek; mesiha, gümüş, beden, “Anadolu”, “Türkiye”, “İBDA”, “Başyücelik Devleti”, “Yeni Dünya Düzeni”)… Destanı’nın 11. tabletinde tufanı anlatan, yaptığı gemi ile, ailesini ve bir kısım hayvanları tufandan kurtararak ve soylarının sona ermesini engelleyen kişidir. Eski Ahit’teki Nuh’un gemisi hikayesinin çıkış noktasının bu tablet olduğu söylenir. Tablette Utnapiştim Gilgamış’e ölümsüzlüğünün sebebini anlatmaktadır. Utnapiştim Gılgamış’e tufan hadisesini anlatır.
2-http://www.felsefetasi.org/tip-sembolu-kaduse/
Baran Dergisi 611. Sayı