Ortalıkta bir heyula dolaşıyor. Adına “İslâmî tefekkür” deniyor. Nasıl bir tefekkürdür bu? Nereden neşet etmiş, hangi yolları geçmiş, kimlerle öne çıkmış, nerede geriye düşmüş? Tüm bunların cevabını veremeden genel bir ifade hâlinde “İslami tefekkür” diyoruz. 

Üstad Necib Fazıl, “fikir geleneği olmayan bir toplum olduğumuzu” tenkid ederken ve ülkemizin bir mütefekkirin yetişmemesi için bütün şartlara haiz olduğunu söylerken ne demek istemiştir mesela?
Günümüzde “İslami Tefekkür” deyince Müslüman bir aydının “düşünceleri”ni kastediyorsak, mesela adam “İslami sosyalizm” gibi bir garabeti tefekkür olarak ortaya atarsa yahut İslam’ı faşizme veya kapitalizme eklemleme çabasında bir tefekkür ortaya koyarsa, bunlara da “İslami tefekkür” mü diyeceğiz?

İslam Tefekkürü veya İslami Tefekkür dediğimiz şey, İslam üzerine “düşünme” eylemi midir, yoksa İslam’ın, yani “Mutlak Fikir”in eşya ve hadiseler üzerindeki tasarrufunu keşif ve zamanın ihtiyacı nisbetinde değişen anlayışa nazaran, Necip Fazıl’ın kavramlaştırmasıyla, İslam’a nisbetle “anlayışı yenilemek” midir? Yani, Salih Mirzabeyoğlu’nun kavramlaştırması ile söylersek: “İslama Muhatab Anlayış”ı ortaya koymak mıdır?

Türkiye’de İslami tefekkürü bir “ideal” veya “dünya görüşü” çerçevesinde anlamanın ülkemiz aydınları için ne kadar zor olduğunu Necip Fazıl yaşadı ve gördü, Necip Fazıl’a nisbetini “İBDA fikriyatı” ile ortaya koyan Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu yaşadı ve gördü. Onların takipçisi olma iddiasındaki bizler yaşıyor ve görüyoruz. Fakat bu iki büyük mütefekkir, ülkemizde İslami tefekkürün “niçin” gerektiğini ve “nasıl” ortaya konulacağını eserleri ve hayatları ile gösterdiler. Fikir geleneğinin ne demek olduğunu, Sokrat ve Eflatun örneğini de vererek, Büyük Doğu-İbda ile meydan yerine diktiler.

Açık konuşalım, Necip Fazıl’ın vefatından sonra, “Necip Fazıl’ı aşmalıyız” diyenler Büyük Doğu’ya sahip mi çıkmışlardır, yoksa onu şairlerden bir şair diyerek “ademe mahkum” mu etmek istemişlerdir?
Herkes şu konuda hem fikirdir: Batı bir fikir geleneğine sahiptir. Hatta modern filozoflardan Alfred North Whitehead’un çarpıcı tesbitine göre Platon’dan sonraki bütün batı felsefesi onun eserine düşülmüş dipnotlardan başka bir şey değildir. Gelenek işte bu kadar güçlü ve köklüdür.

Peki, İslam tefekkürü? Tefekkür geleneğimiz? İslam tefekkürünün, insan ve toplum meselelerinin halli davasında söz sahibi olmasının temeli işte bu “fikir geleneği” meselesidir.
Şöyle örneklendirelim: 

İmamı Rabbani Hazretleri, döneminin en büyük ilim adamıydı. Bir mezhep kursa kimse itiraz edemezdi. Fakat o İmamı Azam’ı “aşmaktan” bahsetmemiş, Hanefi mezhebine tâbi olmuştu. Peki ya İmam Gazali Hazretleri? Örnekleri çoğaltabiliriz.

Cumhuriyet sonrasında, İslami tefekkür dediğimiz şeyin ilk tohumunu eken, bunun kavgasını veren, hem eser veren hem aksiyonunu ortaya koyan, bunu bir dünya görüşü halinde örgüleştiren Necip Fazıl’ı “aşmak”tan bahsedenlerin düştükleri yanlış tam da buradadır. Ortaya konulan bu “ilk kıvılcım”a tutunarak, ona “nisbetini” kurarak “gelenekleştirmek” gibi bir zorluğu terkedip, “aşma” kolaylığına kaçmak.

Bütün mesele “dünya görüşü”nde düğümleniyor elbette. Eşya ve hadiselere anlam vereceğin, insan ve toplum meselelerinin halline dair bir reçetenin, bir dilin ve anlam haritan yoksa, “şuur süzgeci ölçülerine” sahip değilsen, hangi İslami tefekkürden bahsedebilirsin?

Celal Fedai’nin “Türkiye’nin Bir “Kulturkampf”ı Olabilecek Mi?” başlıklı oldukça dikkat çekici makalesinde İspanyol bir yazarın şu sözlerini aktarıyor:

“Türk inkılâbına esas olan ilham ve prensiplerin Paris ve Londra’dan gelmeye devam ettiği ölçüde, zamanın Türkleri her bakımdan Avrupalı olarak kalmaya hak kazanacaktır. Araplar, İranlılar, Mısırlılar ve hatta İspanyollar, yeniden İslamî tefekküre dönebilirler. Fakat Türkler asla!..” (Salvador de Madariaga, Avrupa’nın Portresi, 1952)

Bu, Cumhuriyetin kurucu iradesinin aslında Batı’ya neyi “vehmettirdiğinin” ifadesi olarak da okunabilir yahut “buna izin verilmemelidir” anlamında da okunabilir. Celal Fedai şöyle yorumluyor:

“Türkler bir daha İslamî tefekküre dönemesinler diye Türklere karşı yüz elli yıldan fazla bir zamandır müthiş bir kültür savaşı verilmektedir. Bu savaş, Tanzimat ve devam eden süreçler boyunca öncelikle Türklerin özgüvenlerini sarsmakla işe başlamıştır. Bu konuda o dönemin entelektüelleriyle bugünkü gibi hemhal olmuş Batı basını işlevini başarıyla yürütmüştür. Kültürel olarak özgüveni sarsılan Türklere karşı yürütülen kültür savaşı, yeni kurulan Cumhuriyet’in, bırakın İslamî tefekkürden uzaklaşmayı, İslamî yaşantıyı bile ortadan kaldıran girişimlerine sahne olacaktır. 1870’li yıllarda Almanya’nın birliğini sağlayan Bismarck’la özdeşleştirilen türden bir “kulturkampf” politikası yürüten Cumhuriyet entelijansiyası, öylesine başarılı olmuştur ki Madariaga o başarıya bakarak 1950’lerde yukarıdaki cümleleri sarf edebilmektedir: “Araplar, İranlılar, Mısırlılar ve hatta İspanyollar, yeniden İslamî tefekküre dönebilirler. Fakat Türkler asla!..”

Madariaga’nın bu tesbiti yaptığı tarih 1952. Bu yıllar Üstad Necip Fazıl’ın aktif olarak Büyük Doğu mücadelesini verdiği, Büyük Doğu fikriyatının temellerini attığı, yani İslami Tefekkür’ün “ilk kıvılcımını” tutuşturduğu yıllardır. Söndürülmesi için dört tarafından kuşatılmış olmasına rağmen, bu kıvılcım Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu tarafından “alevlendirilmiş” ve bugün Büyük Doğu-İbda fikir geleneğinin tezatsız mimarisi ortaya çıkmıştır. 

Türkiye’nin bir “kulturkampf”ı olacak mı? Kulturkampf: Kültür mücadelesi, savaşı… Sanıyorum bunun olabilmesi için tezatsız bir dünya görüşünün, dil ve anlayışına, “şuur süzgeci ölçülerine”, anlam haritasına ihtiyacımız var. Peki bu ihtiyacın farkında mıyız? Bu, İslami Tefekkür’den ve Fikir Geleneği’nden ne anladığımızla ilgili. Bu kavramları afakîlikten kurtarıp gerçekten anlarsak, “Kültür Davamız”ın da dünya görüşümüze bitişik olduğunu idrak etmiş olacağız. Geldiğimiz noktada Büyük Doğu-İbda’nın bir zorunluluk olarak kendini dayattığını ne zaman anlayacağız?


Baran Dergisi 611. Sayı