Sn. Mahkeme heyeti;
Polisteki ifadem, işkence, zor ve baskı altında alındığı için reddediyorum. Polis gözetiminde götürüldüğüm DGM Adli Tabibliğinin verdiği işkence raporunu mahkemenize sunuyorum. İşkencecilerden şikayetçiyim. Mahkeme suç duyurusunda bulunsun!
Mahkemenin işkencecilere seyirci kalmayacağı ve bu raporu nazar-ı dikkate alacağı şüphesizdir. Mahkemenin, hukuk adına bu olaya sahip çıkmasını bekliyorum. Çünkü işkenceye seyirci kalmak o suça ortak olmak gibidir. İşkenceye sessiz kalanlarda işkenceci sıfatını alır, işkenceci polisleri görsem tanırım ve birçoğunun isimlerini de biliyorum.
Maalesef Türkiye Cumhuriyeti Devleti, dünyanın en büyük işkenceci devletidir. Aslında, işkencecilere karşı hukuk adamları, savcılar, hâkimler de savunmasızdır. Çünkü işkence devlet politikası olarak uygulanmaktadır. Elbistan'da polisin evli kadınları kaçırıp tecavüz etmesi üzerine halkın ayaklandığı malûmunuzdur. Hanımlarımız, bacılarımız gözaltına alındığında sessiz kalan hakim ve savcıların yarın bir gün hanımlarına ve kızlarına polisler göz koyarsa acaba ne olacak? İki sene önce, bir meseleden dolayı kafası bozulan Necdet Menzir DGM'nin polis korumalarını çekmedi mi? Menfaatlerine dokunulduğu zaman polislerin adliye personelini tehdit ettiğini ve bazı hâkimlerin polis baskısından davalardan çekilmek zorunda bırakıldığını ve benzer olayları gazetelerden okuduk.
İşkence mevzuunun üzerinde ne kadar durulsa az olduğu kanaatindeyim. Çünkü, işkence altında alınan ifademin ve işkececi polislerin hazırladığı fezlekenin ve buna göre savcının hazırladığı iddianamenin sonucu burada bulunmaktayım. Davanın kalbi işkencedir...
Savcılar gözaltı süresi verirken işkence izni verdiğini pekâla biliyorlar. "Falanca kişiye 15 gün işkence yapabilirsin" diye izin belgesini imzalıyorlar, çünkü işkence hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde kaskatı bir vakadır. İşkence bir terördür. Mevki ve makamı ne olursa olsun işkenceye izin veren ya da seyirci kalan eli kanlı işkencecidir. Savcılar işkencecilerin fezlekesini aynen iddianameye geçerek bu suça direk iştirak ediyor. Öyle ki ifademi alan savcı işkenceciler gibi davranarak bana hile ve tuzak kurmaya kalkıştı. Yine bu savcı İslâm düşmanlığını o boyutlara vardırdı ki, bir bacımızın gözaltına alınmasına karşı geleceğine, tutuklanmasını talep etti. Fakat nöbetçi hakim, bacımızı serbest bırakarak din ve namus düşmanı işkencecilerin oyununu bozdu.
Hangi savcı gözaltı süresi izni verirken işkence izni verdiğini bilmediğini iddia edebilir. Herhangi bir savcı çıksın benim işkenceden haberim yok desin. Değil savcılar, bütün DGM personeli işkence yapıldığını biliyor. Fakat seslerini çıkarmıyorlar. Savcılar ve diğer sorumlular, işkencecilere izin vererek kazandıkları kanlı paraları acaba çoluk çocuklarına nasıl yediriyorlar? Acaba çoluk çocuklarına, kendi verdikleri gözaltı izninde sanıkların çırılçıplak soyulduğunu, cop sokma dahil her türlü işkence yapıldığını anlatabiliyorlar mı? Eğer anlatamıyorlarsa, bir insan çoluk çocuğunun yüzüne bakamayacağı bir işi yapıyorsa ahlaksız değil midir? Acaba işkenceye izin yeren savcılar, hanımlarına, kendilerinin verdiği izinle İşkence Şubesi’nde vatandaşların hayalarının sıkıldığını ve burkulduğunu anlatabiliyorlar mı? Savcılar DGM'de işkencecilerle tokalaştıktan sonra karılarını nasıl kucaklayabiliyorlar veya çocuklarını o ellerle nasıl okşayabiliyorlar?
İşkencenin gölgesi DGM'lerin üzerine düşmüştür. Hem de kanlı bir şekilde... Kanla kazanılan para kimsenin boğazından aşağıya gitmez. İşkence suçunu bilip de sessiz kalan hatta zimnen onaylanan herkes ortaktır...
Mahkeme Heyeti,
Taraf dergisinin 18. sayısındaki işkenceci polisler aleyhindeki yazılardan dolayı sorumlu yazı işleri müdürü olarak bana ceza veren mahkemenin kararı Yargıtay’ca bozularak bu hukuksuzluk önlenmiştir. Yargıtay’ın bozma gerekçesinde "işkence polisin asli görevlerinden midir ki işkence yapanlara hakaret polise hakaret sayılsın" denmektedir. Tarafı toplatmak ve ceza vermek için birbiriyle yarışan savcılara ve hâkimlere ithaf olunur. İşkence ve işkencecilerle mücadelede hukuk adına güzel bir örnek olan böyle davranışların çoğalmasını istemek her haysiyetli insanın hakkıdır...
Hakkımdaki ithamları reddediyorum. İddia edilen, "Yasadışı İBDA-C örgütü" ile hiçbir ilişkim yoktur. Ben gazeteci ve yazarım. Polis, işkence altında bana dikte ettiği hususları ayrıca el yazımla da yazdırdı. Bu el yazısı ifademi de reddediyorum. Bu polisin bir tuzağıdır.
Ben Taraf dergisinin eski sahibi ve yazı işleri müdürüyüm. Değişik gazete ve dergilerde yazılarım ve röportajlarım ve demeçlerim yayınlanmıştır. Gazetecilik ve yazarlık faaliyetinde bulunan biriyim.
Devlet yayıncılık yapmama önce müsaade ediyor, fakat daha sonra Taraf dergisine baskı yapıyor; çalışanlarını gözaltına alıyor, işkenceye tabi tutuyor. Tutuklu bulunan Taraf dergisinin genel yayın yönetmeni Ali Osman Zor ve yayın kurulu üyesi M. Fatih Aydın buna misaldir. Devlet önce yayıncılık yapmama müsaade ediyor, sonra ise evimi ve dergi bürosunu basarak bana tuzak kuruyor;
Devlet, savcıların açtığı davalar ve toplatmalarla yayınını durduramadığı Taraf dergisinin idarehanesini basmaya, bilgisayarına el koymaya ve birçok elemanını gözaltına almasına rağmen derginin yayınına mani olamamıştır. Bunun üzerine 13 Şubat 1995 tarihinde, evimden gözaltına alınıp, "örgütsel faaliyet" hesabına tutuklanmamı sağlamıştır: Devlet, toplatmalar ve davalarla yayınını durduramadığı düzen muhalifi yayınlara karşı maalesef böyle illegal yöntemler kullanmaktadır. Özgür Ülke gazetesinin faili belli bir şekilde devlet tarafından bombalanmasının hatırası hafızalardadır. Hatta Taraf dergisine gelen polisler, "sizi de bombalarlar" diye açıkça tehdit savurmaktan çekinmemişlerdir. Aslında devlet böyle yaparak kendi kurduğu mahkemelere bile güvenmediğini göstermektedir. Devlet, işkence, gözaltında kaybedip kimsesizler mezarlığında gömme, bombalama, köy yakma gibi yöntemlerle hukuk, devre dışı bırakmaktadır.
Mahkeme heyeti;
Gözaltına alınmamla birlikte derginin idarehanesi olarak kullanılan bürosu basılıyor, derginin bilgisayarına ve dergi evrakına "örgütsel doküman" olarak el konuluyor. Ve bunu Taraf dergisine olan hınçlarından dolayı yaptıklarını Terörle Mücadele Şubesinde açıkça söylüyorlar. Şimdi ben kimi kime şikayet edeyim? Hukukun olmadığı bir ülkede hakkımı nasıl arayayım?
Taraf dergisinin sahibi ve sorumlu yazıişleri müdürü olmamdan dolayı polis bana komplo hazırladı; Polisin hazırladığı bu iğrenç komplo sonucu buraya getirildim. Bir ramazan günü iftar vakti, çoluk çocuğumla birlikte orucumu açarken Terörle Mücadele Timleri evimi bastı ve beni gözaltına aldı. Evimde yapılan aramada hiçbir suç unsuru bulunmadı. Fakat buna rağmen bütün yazı çalışmalarıma ve gazetecilik arşivime el koydular. Öyle ki, Taraf dergisinin sahibi ve yazıişleri müdürünün evinde suç unsuru diye bula bula Taraf dergilerini buldular.
Şubeye ziyarete gelen gözaltındaki bir kişinin ağabeyine, Terörle Mücadele Şubesi İrtica Masası Tim 8’in amiri Mahir Seçer aynen şöyle demekten çekinmemiş: "Taraf dergisinin bilgisayarlarını almamızın kanunsuz olduğunu biliyoruz. Ama Taraf dergisine darbe olsun diye aldık. Kazım Albayrak'ın da herhangi bir kanunsuz işle ilgisi olmadığını biliyoruz. Ama ona: darbe olsun diye aldık ve bu işlere karıştırıyoruz." Bu sözleri nakleden kişi, CHP'nin Eyüp ilçesi yönetim kurulu üyesi, yani dünya görüşümüzün karşısında biri.
Mahkeme heyetinin bu gaspçılığa mani olup Taraf dergisinin bilgisayarını ve diğer evrakının geri vermesini istiyorum.
Mahkeme Heyeti;
Taraf dergisinin sorumlu yazıişleri müdürü olmamdan dolayı hakkımda kesinleşmiş 22 aylık toplam hapis cezası ve beşyüz küsur milyon para cezası olmasına rağmen gözaltına alınır alınmaz derhal cezaevine sevk edilmedim ve kanunsuz olarak 12 gün Terörle Mücadele şubesinde tutuldum, işkence gördüm. Halen derginin sorumlu yazıişleri müdürlüğünden dolayı birçok mahkemem devam etmektedir.
Öyle ki, örgüt üyesi ithamı ile getirildiğim DGM'de yazı işleri müdürlüğünden dolayı 5 yerde ifade verdim, mahkemelere çıkarıldım. Gazeteci ve yazı işleri müdürü kimliğim bu kadar açık olmasına rağmen illegal örgüt ithamıyla karşınıza çıkmam polisin mesnetsiz bir iftirasıdır. Taraf dergisine ve bana duyduğu düşmanlığın bir sonucudur. Polis legal yayın organlarına dahi tahammül edememektedir.
Merkezi New York'ta bulunan Basın Üyelerini Koruma Cemiyeti (CPJ,) Taraf dergisiyle ilgili Başbakan Çiller'e gönderdiği mektupta Tarafa yapılan baskıları kınamıştır. Tarafla ilgili bu mektubun fotokopisini mahkemenize sunuyorum.
Bu mektubun ardından ABD Dışişleri Bakanlığının hazırladığı İnsan Hakları raporuna göre, aralarında komünist rejimlerin, savaşan ülkelerin, feodal monarşilerinde bulunduğu YÜZDEN FAZLA ÜLKE İÇİNDE EN AĞIR, EN KARANLIK SİCİL TC'NİN SİCİLİ. Bütün ülkeler arasında en uzun rapor 39 sayfa ile yine TC için yazıldı. Raporda aynen şunlar söyleniyor:
“Türkiye’de insan haklarının durumu dikkat çekici biçimde kötüleşmiştir. Devlet güçleri yoğun kuvvet kullanımı, işkence ve sivillere karşı şiddet uygulamasını sürdürüyor.
Polis ve güvenlik güçleri, avukat görüşüne kapalı gözaltı ve sorgular sırasında sık sık işkence uyguladı, ve güvenlik güçleri sivillere karşı yoğun şiddet kullanmayı sürdürdü.
İnsan hakları gözlemcileri, GAZETECİLER, hukukçular ve öğretim üyeleri, birçok devlet kurumu tarafından, kamuya açıkladıkları görüşlerinden dolayı rahatsız edildiler, aşağılandılar, suçlandılar hapsedildiler.
Rapora göre, Türkiye'de yaygın olarak kullanılan işkence yöntemleri söyle sıralanıyor. Basınçlı soğuk suyla yıkama, vücuda elektrik verme, falaka, göz bağlama, cinsel organa vurma, çıplak bırakma, sistematik dayak, copla ya da silah kabzasıyla önden ve arkadan tecavüz..."
Mahkeme Heyeti
Victor Hugo'nun Notrdamme Kamburu'nu okumuşsunuzdur, ya da filmini seyretmişsinizdir. Bu eserde, Engizisyon Mahkemesi’ndeki bir duruşma anlatılır: Mahkeme Heyeti, suçunu itiraf ettirmek için sanığın işkenceye alınmasına karar verir. Ve hemen işkencehane olarak kullanılan mahkeme salonunun altındaki mahzende sanık işkenceye alınır. Mahkeme heyeti, elleri arkalarında, mahzene açılan bir mazgaldan işkenceyi hep birlikte izler. Sanık büyük bir tekerleğe bağlanıp kollarından ve bacaklarından gerdirilir ve sonunda kemik sesleri arasında sanığa suçu itiraf ettirilir. Ve mahkeme de kararını verir. Bence bugünkü hukuk sistemi bu engizisyondan daha ağır ve geridir. Çünkü orada işkence mahkeme kararıyla yapılıyordu. Yani işkence kanuna uygundu. "Nasıl kanun" olduğu ayrı mesele. Fakat bizde, kanunlarda işkence yasaktır yazıyor; fakat işkence herkesin bildiği kaskatı bir vakadır. Bunu herkes gibi adliyedeki hukuk mensupları da biliyor. Şunu belirtiyorum ki, ya işkence kaldırılsın, ya da kanun emriyle yapılsın.
Türkiye dünyada işkencede birincidir. Bunun sebebi seyirci kalanlardır. Bu hususta DGM'ler de tarihe geçecek.
İşkencecilere, işkenceye göz yumanlara ve zalimlere karşı kalemimle en sert şekilde mücadele etmek Müslümanlık borcumdur. Fikir ve yazılarımdan dolayı bu hususta ceza almama rağmen fikir suçlusu olmaya devam edeceğim.
Mahkeme Heyeti,
Belirttiğim gibi evimde yapılan aramada herhangi bir suç unsuru bulunmamıştır. Arama tutanağında bu husus belirtilmiştir. İddianamede "Kazım Albayrak'ın evinde bulunan dokümanlar" başlığı altında geçen "silahlar" ifadesi tamamen yanlıştır. Arama tutanaklarında bile olmayan birşeyin bu şekilde ifadelendirilmesi ya savcının cahilliğinden ya da artniyetinden kaynaklanmaktadır. Evimde çıkan ve "doküman" denilen şeyler ise yayınlanmak üzere hazırladığım ve henüz yayınlanmamış yazı çalışmalarım ve derginin evrakıdır. Zaten el yazılarım incelenirse bunların taslak halinde fikir yazıları olduğu anlaşılır. Savcının bunları iddianameye alması ve henüz düşünce halindeki yazı notlarımı "doküman" olarak sunması tek kelimeyle traji komiktir. Polis, dergi evrakına "örgütsel doküman" demektedir, savcı da kraldan çok kralcı kesilerek bunları aynen hatta abartarak iddianameye almıştır. Yazılarımdan, hem de taslak halindeki yazılarımdan kasıtlı seçmeler yaparak, sadece belli bölümlerini iddianameye alarak güya beni zan altında bırakmak istemiştir. Bütün bunlar, beni suçlayıcı herhangi bir delil bulamayınca polis ve savcının düştüğü komikliklerdir.
İddianamede evimde ele geçirildiği iddia edilen 1 ila 144 arası numaralandırılmış el yazısı dokümanları görmek istiyorum. Mahkeme heyetinin bu yazılı kağıtları tarafıma vermesini istiyorum.
Mahkeme Heyeti.
Tutuklanırken DGM Savcılığında karşılaştığım hukuksuzlukları dile getireceğim. Basında da yayımlanan anılarımda anlattığım gibi, beni tutuklayan ve iddianameyi hazırlayan Savcı ile aramda geçenleri aynen veriyorum. Savcının hukuk haysiyetine misal olan şu hadiseyi nakledeyim: Savcı bana soruyor, "1 ila 30 numara arasındaki evrakı kabul ediyor musun?" Ben de cevaplıyorum, "Nerede bu evrak, göreyim de ona göre cevap vereyim?" Savcı diretiyor, "Canım kabul ediyor musun, etmiyor musun?" Ben de haklı olarak diretiyorum, "hakkımdaki iddiayı bilmeden nasıl cevaplayayım?” Yine aynı pişkinlikle karşılık veriyor, "o zaman kabul etmiyorum de!" diyor. Bu şeytanlığa karşı tepem attı: "Ne olduğunu bilmediğim bir şeyi kabul edip etmediğimi soruyorsun. Kabul ediyorum desem, belki bana ait olmayan ve beni haksız yere suçlayan evrakı kabul etmiş olacağım. Kabul etmiyorum desem, belki bana ait bir el yazısıdır. Bu sefer kriminoloji laboratuarında el yazım olduğu ortaya çıkacak ve ben yalancı durumuna düşeceğim. Açıkça bana, iki ölümden birini seç diyorsun. Bir savcı olarak kendine böyle bir şantajı yakıştırabiliyorsan, benim diyecek bir sözüm yok. Bu nasıl hukuk haysiyeti?" diye öfkeyle cevap verdim.
Savcı mecbur kalınca işkencecilerden birini çağırıyor ve söz konusu evrakı istiyor ve mesele kolayca halloluyor.
"Beraat-i zimmet asıldır" diye hukukta bir kural var. Yani, sanık, suçlu olduğu ispatlanıncaya kadar suçsuzdur. Bu kuralı hiçe sayan adliyedeki hukuk (!) adamları(!)'dır. Buna bir misal: hakkımı arayıcı tavırlarım ve işkence altında alınan ifadeleri reddetmem üzerine savcı, bu kuralı hiçe sayan şu soruyu soruyor: "Eee! Seni niye buraya getirdiler öyleyse!" Yani şunu demek istiyor: "Polis seni yakalayıp buraya getirdiğine göre sen suçlusun!"
Bunların hukuk namusu bu kadar, hukuk, en başta onu va'zeden ve uygulayanlar için bir namus belirtir. Bunlar ise, kendi namuslarını önce kendileri çiğneyen ondan sonra da başkalarından buna uyulmasını bekleyen -hukukun ırzına geçen- hukukçular(!)…
Mahkeme Heyeti.
Şüpheden sanık yararlanır. Çok iyi bildiğiniz gibi bu bir hukuk kuralıdır.
Mahkemenizden bu hukuk kuralının uygulanmasını bekliyorum.
Hukukun objektifliği kuralı da çiğnenmektedir. Gözaltına alman kişiye suçlu gözüyle bakılmaktadır. İspat, iddia makamına düşmesine rağmen burada suçsuz olduğumu ispat zorunda bırakılmaktayım.
Sağmalcılar Cezaevi’nde iken çektirdiğim bir fotoğrafta görülen duvardaki yazının delil diye dava dosyasında bulunması ve hatta nöbetçi hâkimin buna karine gözüyle bakması ve bana sorması da DGM'lerdeki sübjektifliği gösterir. Devletin cezaevinde çekilmiş bir fotoğraf neyi gösterir ki? Bunun dosyaya delil diye konmasını ve savcı ve hâkimlerin de bunu bana sormasını hukuksuzluk örneği olarak görüyorum.
Polis, ilgili ilgisiz şeyleri fezlekeye doldurarak, sayfalarca kâğıt tomarlarından meydana gelen şişkin dava dosyası hazırlamaktadır. Bu şişirilmiş dava dosyalarıyla mahkemeler etkilenmek istenmektedir. Maalesef dosyaların ve klasörlerin kabarıklığına, hukuku unutmuş hukuk adamlarınca delil gözüyle bakılmaktadır. Delil durumunu, dava dosyalarının şişkinliğiyle tartan adaletin terazisi elbette bozuktur. Böyle bir terazi adalet değil, husumet dağıtır. Toplumumuzun adalet mekanizmasına düşmanlığının artması boşuna değildir.
Suçların şahsiliği prensibi de çiğnenmektedir. Değişik yerlerden toplanmış, gerek BD-İBDA fikriyatını benimseyen, gerek benimsemeyen insanları polis ve asker zoruyla biraraya getirip, "siz örgütsünüz" demek cinayete eştir. Tanımadığım insanlarla zorla biraraya getirilmem ve birbirini tanıyor gibi gösterilmem bana kurulan bir komplodur ve aylarca süren mahkemelerde de polisin iftiralarının çürüklüğünü ispatlamak zorunda bırakılmaktayım.
Tersine dönmüş bu hukuk anlayışına mahkemenizin seyirci kalmamasını bekliyorum.
Bir DGM savcısının şu samimi itirafını burada üzülerek nakledeyim: "işkenceciler bizi yönlendiriyor" ... Böyle diyor aciz savcı. Öyle ki bazı savcı ve hâkimler işi, "ne yapalım başka çare yok. Konuşturmak için işkence yapılıyor" demek yüzsüzlüğüne vardırmıştır. Ve işkence iddialarına gayet lakayt tavır almaktalar. Sayın Mahkeme Heyeti'nden, işkencecilerin yönlendirmesine göre değil, hukukun ilkeleri ve delil ve şahit durumuna göre davranmasını beklemek en tabiî hakkımdır.
"Beraat-i zimmet asıldır (aksi ispatlanana kadar herkes suçsuzdur)" şeklindeki hukuk ilkesi belli iken savcı utanmadan, "polis seni buraya boşuna mı getirdi?" ya da, "poliste kabul ediyorsunuz, burada inkâr ediyorsunuz" diye hukuk ahlakına sığmayacak laflar edebilmektedir.
İddianameyi dikkatle incelersek, savcının İBDA'yı bile bilmediği açıkça görülüyor. Kültür yoksunu savcı İBDA ile İBDA-C arasındaki farkı da anlamaktan aciz, iddianamenin 3. sayfasında savcı şöyle diyor: "İBDA-C Arapça bir kelime olup, yaratma, yeniden meydana getirme anlamına gelir." Savcı burada İBDA'nın lügatlerdeki karşılığını kasıtlı olarak İBDA-C diye vermiş. Savcının artniyetinin açık bir ispatıdır bu.
Mahkeme Heyeti.
Gazeteci ve yazar olduğum için "İBDA nedir? İBDA-C nedir? Kendinden zuhur nedir?" gibi mevzulara girmek istiyorum. Bütün lügatlerde geçtiği gibi İBDA, benzersiz, emsalsiz, yeni birşey meydana getirme manalarına gelir. İBDA'nın Mimarı Sayın Salih Mirzabeyoğlu ise İBDA DİYALEKTİĞİ adlı eserinin 17. sayfasında şöyle diyor: "İBDA, Allah ve Resûlü davasında, “DOĞRU YOL-KURTULUŞ YOLU”nun bir alemi, bir remzi!" İBDA fikriyatının Mimarı, fikir ve sanat adamı Salih Mirzabeyoğlu'dur. İBDA, Büyük Doğu'nun yürüyen halidir. Büyük Doğu (Kısaltıltılışı BD) fikir sistemi, ise rahmetli Üstadımız Necip Fazıl'ın ortaya koyduğu "İslama Muhatap Anlayış"tır. BD-İBDA fikriyatının serbestçe satılan ve defalarca basılmış 150 cilt eseri vardır. Bunları ben de severek okudum ve benimsedim. BD-İBDA dünya görüşüne bağlı yüzbinlerce insan var. Bu insanlar tabiî olarak dergi, dernek, vakıf, parti ve cemaatlerle biraraya geliyorlar ve "kendinden zuhur" esprisi içinde birbirinden bağımsız bir şekilde ayrı ayrı faaliyette bulunuyorlar.
BD-İBDA dünya görüşü, Anadolu topraklarından fışkırmış Müslüman halkımızın hislerinin tercümanı bir görüş ve inanıştır. BD-İBDA geleceğin fikridir. Anadolunun sesi İslâmi bir dünya görüşüdür. Meşruiyetini bu topraklar için kanını akıtmış şehidlerimizden, Fatih'ten, Yavuz'dan almaktadır. Hristiyan-Yahudi Batı emperyalizmine ülkemizi peşkeş çeken işgalci zihniyete dur, diyen bir fikriyattır. Kökü dışarıda, batı beslemesi fikirler gibi değildir. Anadolu'dan fışkırmış ve kendinden zuhur halinde gençliğin ve halkımızın sahip çıktığı bir fikriyattır. Batıdan ithal edilen fikirler gibi olmayıp, Anadolu insanının bağrından çıkmış orjinal bir fikir ve modeldir.
Mahkemenin İBDA ve İBDA-C yi anlamadan bu dava hakkında bir hüküm vermesi mümkün değildir. İddianameyi hazırlayan savcı ne kadar İBDA cahili olduğunu göstermiştir. İnsan cahili olduğunun düşmanıdır. BD-İBDA külliyatının eserlerinden getirebildiğim kadarını mahkemenize takdim ediyorum. Basına terörist diye teşhir edilirken bu kitaplar suç unsuru diye masayı süslemekteydi. İşkenceci polisin suç unsuru dediği, BD-İBDA dünya görüşünün eserlerinden bazılarını incelemenize sunuyorum.
Fikir ve sanat adamı İBDA Mimarı, Salih Mirzabeyoğlu'nun size takdim ettiğim Hukuk Ebediyatı adlı eserinden bir pasaj okuyacağım:
"Hukuk, olması gereken olarak ahlakın pıhtılaşması ve zorlayıcı müeyyideler halinde kendi müesseseleriyle tecelli eden bir nizamdır... (...) Ahlâk ise bizi insanı anlamaya zorlar ve bütün değerler için anlaşma temeli verir... Ahlâk, ruhun merkezi fakültesidir... (...) Hukuku besleyen ahlâk... Ahlâksız bir cemiyette hukuk, kuru bir sözden ibaret..."
Mahkeme Heyeti
İBDA fikriyatına bağlı bir kişinin yaptığı bir hareketten dolayı umumî olarak İBDA zümresi suçlanamaz. Yani "Yaşadışı İBDA-C terör örgütü" diye genel bir suçlama sakat ve mantıksızdır. Hukuka uymaz. Kanunsuz hareketten yapan sorumludur. Suçların şahsiliği prensibi bunu gerektirir. Her cemaatte de bu böyledir. Yani bir kişinin işlediği bir suçtan dolayı bütün cemaat suçlanamaz. Zaten BD-İBDA fikriyatında kendinden zuhur vardır. Yani bir İBDA'cı, kendi kafasına göre hiçbir kimseyle organik bir bağ kurmadan istediği faaliyette bulunur. Bu faaliyeti kanunlara uygun da olabilir, aykırı da olabilir. Herkes kendi yaptığından sorumludur. Örgüt ithamı tutarsız ve dayanıksızdır.
Fakat bu mevzuları anlamaktan ve burnunun ucunu görmekten aciz polis, İBDA fikriyatını benimseyenleri toplayıp "örgüt" diye lanse etmektedir. Polisin yönlendirmesindeki basın da böyle yazmaktadır. Hukukun ilkelerine uyması gereken adliye mensuplarıda basının etkisinde kalmaktadır. Kafalarında, diğer örgütlere benzer bir örgüt canlandırmaktadırlar. Hâlbuki İBDA, yeni bir fikir olup, diğer örgütlere benzemez, kendisine mahsus bir orjinalitesi vardır.
"İBDA-C terör örgütüdür" diye kestirip atmak İBDA'yı anlamamaktır. İnsan, anlamadığı hakkında hüküm veremez.
Savcı iddianameye, İBDA hakkındaki bazı fikri yazılarımı kafasına göre seçme usulüyle alırken, İBDA külliyatında ve İBDA ile ilgili yazılarda sıkça geçen "kendinden zuhur" espirisini göz göre göre inkâr etmektedir. Bu tamamen kasıtlı ve artniyetli bir tutumdur. Aslında savcı İBDA'da kendinden zuhur olduğunu biliyor, fakat polisin mantığına uymadığı için bile bile inkar ediyor.
Ne polis, ne savcı daha İBDA ile İBDA-C farkını ayırdedemiyor. İBDA cahili bunlar. Birde İBDA-C davası hakkında iddianame hazırlıyor. İddianamede cahilliği sırıtıyor tabiî... 150 cilt eserden meydana gelen İslami bir dünya görüşüne "terör örgütü" demek polisin işine ve kolayına geliyor. Ama nereye kadar!
Mahkeme Heyeti
Şeriatçı kimliğim tutuklanmama sebeb oldu ise -ki, kanaatim budur- şeriata inanmaktan şeref duyduğumu açıkça haykırayım. Görülen o ki, polisi ve savcıyı rahatsız eden şeriatçı bir dünya görüşüne yani BD-İBDA fikriyatına inanmam ve yazılarımda bunu çekinmeden belirtmemdir. Fakat İBDA-C adlı bir örgütle bir ilişkim yoktur, laik-İslamcı kutuplaşmasının DGM'ler üzerinde etkisi vardır. Fakat bunun adı İslamla Mücadele olarak değil de, Terörle Mücadele olarak konmaktadır. İslami bir dünya görüşünün propagandasını yapmaktan dolayı sorumlu yazıişleri müdürü olarak yargılandım ve 2 ayrı davadan toplam 22 ay hapis cezası aldım. Taraf dergisinin sahibi ve yazıişleri müdürü olarak birçok basın davam devam ederken ve gazeteci-yazar kimliğim milyonların önünde açık iken terör suçlusu olarak buraya çıkarılmam devletin İslamla Mücadele Programının bir parçasıdır. Ben kalemimle İslami savunun bir yazarım. Yani fikir suçlusuyum. Kalemimle İslami savunmaya ve fikir suçlusu olmaya devam edeceğim. Düşüncelerimden dolayı kesinleşen cezalarım ve devam eden davalarım olmasına rağmen...
Mağdurum, tahliyemi ve beraatimi istiyorum.
(Kapatılan Taraf Dergisi sahibi ve Yazıişleri Müdürü Sayın Kâzım Albayrak’ın 9 Haziran 1995 tarihinde 4. DGM’deki İBDA davaları duruşmasında okuduğu savunma)
Akıncı Yolu 3. Sayı
1 Temmuz 1995