Bu hafta idrak edeceğimiz Ramazan Bayramı, başımızda bir İslâm Devleti ve Halife olmaksızın idrak edeceğimiz 185. bayram olacak. Tam 185 bayramdır hukukî, iktisadî, askerî, içtimâî, ferdî, ruhî ve maddî bakımdan ümmet olmanın gerektirdiği tüm keyfiyetlerden uzak bir vaziyetteyiz. Hepsinden de fenası, bu vaziyeti kanıksadık, ızdırabını da duymuyor, günlük itiş kakış içinde gayeyi, vasıtayı birbirine karıştırıp sanki her şey tamammış gibi bir hayat sürüyoruz.
Veli sözü: “Bayram günü eğlence yerinde kaynaşan, hora tepen kalabalıkları yanındakine gösterip ‘gel seninle bir köşeye çekilip orucun hıncını çıkarmak istercesine eğlenen bu insanların haline ağlayalım; bak, içlerinde ibadetim kabûl edildi mi diye kaygılanan tek kişi var mı?’”
Biz de bu sözden mülhem, Bayram günü bir köşeye çekilelim ve İslâm âleminin kısa bir hâl muhasebesine girişelim...
İslâm Devleti
Devlet-i Aliyye yıkılıp yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu gün ve o günden bu güne geçen zaman zarfı, İslâm tarihinde bir ilkin de tecelli etmesine vesile olmuştur. Bu ilk şudur ki, İslâm tarihi boyunca ilk kez hüküm süren İslâm Devleti kalmamıştır. Geçmiş dönemlerin bin bir türlü zorluğuna rağmen böylesine bir zillet ile tanışmamış bulunan Müslümanlar, Devlet-i Aliyye yıkıldığı günden beri bu utanca muhataptır. Batılıların çizdiği hadler içinde günlük hâkimiyet koşuşturmaları peşinde savrulurken, bu utanç yükünün ızdırabı dahi pek çokları tarafından duyulmamaktadır.
Oysa ki İslâm Devleti ve pek tabiî ki İslâm hukuku olmaksızın İslâmî hayat tarzını yaşamak Müslümanca mümkün değildir.
Hilâfet Makamı
Hilâfet müessesesi her ne kadar dinî bir kurum olarak idrak ediliyorsa da, esasında siyasî bir kurumdur. Bu kurumun başlıca vazifesi de, İslâm nazarında tek millet olan küfür karşısında ümmeti siyasî, askerî, iktisadî planda tek bir safta buluşturmaktır. Kısaca bir hatırlayalım...
İslâm’da insan, eşya ve hadiselere teshir etmek adına Allah’ın halifesi olarak yaratıldı. Müslümanlar, Allah’ın “Hâkim” ismi şerifinin de halifesi olmaları bakımından “hâkimiyet” davası gütmekle memurdurlar. Yine insan, eşya ve hadiselere daha etkin bir biçimde teshir edebilmek adına bir araya gelerek toplumları meydana getirdi. Topluluk hakikatinin olmazsa olmazsıysa elbette ki idare makamıdır. Müslümanlar’ın idaresini sağlayan kuruma Hilâfet, idare eden kimseyeyse Halife denir. “Halife” kelimesinin kaynağı ise Allah Resulü’nün ebedî âleme irtihalinden sonra yerine geçen başta Hazret-i Ebû Bekir olmak üzere tüm devlet reislerinin, O’nun “halefleri” olmalarıdır.
Hilâfet vazifesi evvelâ sırasıyla Hazret-i Ebubekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali tarafından ifa edilmiştir. Dört halife devrinin ardından hilâfet evvelâ Emevîlere, sonra Abbasîlere ve onlardan da Devlet-i Aliyye’ye geçmiş ve Türkiye Cumhuriyeti kuruluncaya değin varlığını sürdürmüştür.
Hilâfet, dediğimiz gibi, Müslümanların reisi manasına gelen ve ümmetin din de dahil her sahada liderliğini yapan siyasî bir kurumdur. İslâmiyet’in himayesi ve i’lâsı, şer’î hükümlerin ve cezaların icra ve ikâmesi, askerin techizi, öşür ve zekâtın toplanması ve emsâlimuâmelât için ümmet üzerine imam tayini Müslümanlar üzerine farzdır. Halife şer’î hükümlerle idare ve hareket etmekle mukayyettir. Bizzat kendi arzusuna göre hareket edemez ve şeriata muhalif bulunamaz. Bu itibarla da halife, hukuk nizamı ile kayıtlıdır. İslâm âlimleri, ilim, adâlet, kifâyet, rey’ ve ilmin sıhhati için a’za ve havassa âit selâmet olmak üzere dört şartın bulunmasını icmâen şart kılmışlardır. İslâm diyaneti ve siyasetinde Hâkim, ancak Cenab-ı Hak’tır. Hilâfet makamı İlâhî ahkâmı tatbik ve halkı iyi idare ile muvazzaftır.
Bu tanıma göre de hilâfet makamı, İslâm’ın şartlarını yerine getirmekle mükellef olan siyâsî bir kurumdur. Allah Resulü’nün küfrü tek millet olarak tanımlamasına mukabil, gerek Allah’ın hâkimiyetini yaymak için küfre toslayıcı olabilmesi, gerekse küfrün taarruz ve tecavüzlerine karşı ümmet-i Muhammed’i himaye edebilmesi açısından Müslümanlar için olmazsa olmaz bir kurumdur.
Devlet-i Aliyye’nin topraklarında bulunan zenginliğin, hilâfet makamının kudreti hasebiyle sömürgeciler tarafından paylaşılamaması, Birinci Dünya Savaşı’nı meydana getiren temel faktördür. Dünyanın en bereketli enerji ve zenginlik kaynakları İslâm coğrafyasında yer almaktadır. Bu coğrafyayı meydana getiren Müslüman devletler de hilâfet kurumunun mâliki olan Osmanlı Devleti’ne bağlıdırlar. Hâl böyle olunca, başta İngiltere olmak üzere sömürgecilerin İslâm coğrafyasında emellerini gerçekleştirebilmelerinin yolu hilâfet kurumunu ortadan kaldırmaktan geçmekteydi.
Devlet-i Aliyye’nin Birinci Dünya Harbi’nden yenik çıkmasının ardından, TBMM ile sömürgecilerin Lozan Barış Konferansı’da konuştukları ve anlaştıkları en önemli husus, Hilâfetin İlgasıdır. Lozan Barış Anlaşması’nın bahsettiğimiz bu temel maddesiyle, İngilizler, tarihleri boyunca cebhelerde kazanmayı hayal bile edemeyecekleri bir zafere imza atmıştırlar.
Lozan Barış Anlaşmasıyla İngilizler kazanmışlardır da, ya Müslümanlar? Hilâfet Makamı düştü düşeli İslâm Coğrafyası baştan başa işgâl altındadır. Endonezya’dan Fas’a, Kırım’dan Somali’ye kadar bütün bir İslâm Dünyası oluk oluk kanamakta.
Bugün ümmetin yaşadığı sıkıntıların kaynağında siyasî otoritenin-hilâfet kurumunun olmayışı vardır. İngilizlerin 21. yüzyıl siyaseti böl, parçala, yönet idi. Bu stratejilerini öyle büyük bir başarıyla tatbik ettiler ki; İslâm Dünyasını paramparça ettikleri gibi, gerçek mânâsıyla bir İslâm Devleti’nin varlığına da müsaade etmediler. Hattâ bir süre sonra iş çığırından öyle çıktı ki -bugünde bakıldığında rahatlıkla görülebileceği üzere- Müslüman topluluklar içinde biten dönme, kripto, hain ve gönüllü uşaklar bünyeye tıpkı kanser gibi sirayet ederek onların gardiyanlığına soyundular ve Müslümanların aklî ve ruhî melekelerini iğdiş ettiler.
Bugün sanki Papalık müessesesi gibi lanse edilen ve tanımlanan hilafet müessesesinin yokluğu dolayısıyla Müslümanların içinde bulundukları vaziyet yeterince açık değil mi? Evet, 185. kez halifesiz bir bayram daha idrak ediyoruz ve zannediyoruz ki, Allah’ın emirlerinden yalnız biri olan, ve tabiî olarak tutulması gereken oruç kâfi gelecek!
İslâm Hukuku
Dünün barbarı Batılılara karşı kaybedilen bir savaş sonrasında, Birinci Dünya Savaşı sonrasında ne yazık ki Batı hukuku ve ölçütleri muasır medeniyet seviyesi ve ideal hukuk olarak kabul edilmiş ve tavandaki azınlık küfür zümresi tarafından tabana dayatılmıştır. Peki, küfür hukuku içinde İslâm yaşanabilir mi? Allah’ın emir ve yasaklarından başkasını emir ve yasak kabul etmekten doğan afeti idrak etmek için bugün içinde bulunduğumuz vaziyetten daha beter bir hâl olabilir mi?
İktisadî Manzara
Her mesele iç içe, tek düğüm. Biri çözülmeden diğeri, diğeri çözülmeden öteki çözülmüyor. Dolayısıyla iktisadî manzaramız da diğer manzaralarımızdan farklı değil. Dünyanın bütün zenginlik kaynakları hâlen Müslümanların yaşadığı topraklarda olmasına rağmen, iktidarı elinde tutan kâfirler tarafından küfür safına tevdi edilmiş vaziyette. Yalnız devlet planında mı? Cemiyet planından fert planına kadar iktisadî bakımdan “Er-Rezzak” olan Allah’a kul olacağımız yerde, rızık vasıtalarına kulluk etmek. Küfür bu şekilde kulluk etse olur da, Müslüman bu şekilde kulluk etse olur mu, ya da bu şekilde kulluk eden Müslüman olur mu?
İçtimâî Manzara
Ahlâktır ki bir cemiyetin manzarasını başlı başına ifâde eder. Üstad Necib Fazıl’ın “İdeolocya Örgüsü” adlı eserinde işaretlediği ahlâk yaralarımızdan dalkavukluk, iltimas, hırsızlık, rüşvet, fuhuş, içki, cinayet, kumar, hile, riya, yalan, nefret, inkâr, şüphe, istihza(alay), ciddiyetsizlik ve nizamsızlık tüm cemiyetimizi sarmış durumda.
Devlet, reis, hukuk ve ahlâk yokken fikirden de bahsedilemez herhâlde değil mi?
Üçüncü sayfa haberlerinde ahlâk manzaramız açıkça teşhir edildiğine göre çok da söylenecek söz yok...
Ferdî Manzara
İşte tüm bu manzaraya muhatab olan fert... Düğüm ilmik ilmik çözülmeden ferdin işi de zor; lâkin ya bu manzaranın insanın vicdanına yüklediği ızdırab... Bu ızdırab layıkıyla hissediliyor mu? Hissediliyor olsa böyle olmazdı.
Lâfı fazla da uzatmaya lüzum yok; cevabı malum tek suâl yeter: Nefsine hoş geleni din edinen Yahudi kavmi miydi, Allah Resulü’nün övgülere mazhar olan ümmeti mi?
Neticede
Neticede, şimdi yeniden bir bayram daha idrak ediyoruz, 185. bayram. Oruçlarımızı da tuttuk, elhamdülillah... Peki bitti mi?
İslâm Devleti, halife, şeriat, ümmet, ahlâk ve daha nice maddî ve ruhî yokluk içinde bir bayram daha idrak ediyoruz. Farkında mıyız, ızdırabını duyuyor muyuz, ızdırabını duymanın gereğini yerine getiriyor muyuz? Müslümanların gırtlağına kadar kana battığı, aç, susuz, dağınık, mağlub, mazlum, hakir, zavallı vaziyette oldukları bir bayram daha... Sevinelim mi, üzülelim mi, utanalım mı?..
Allah’tan ümit kesilmez, lâkin duayı da icrada aramak icab eder.
Üstad Necib Fazıl’ın duasında geçtiği üzere; “Allahım!.. Bizi hem af, hem adam et!..”
Baran Dergisi 444. Sayı