Her büyük kültür, bilimden tekniğe, estetikten endüstriye kadar siyasî ve kültürel değerlerini geliştirirken dayandığı ve tüm faaliyetlerinin kökeninde yatan bir baş sembole, temel bir karakteristiğe sahiptir. “Şeyleri şey yapan” değerler manzumesinden bir kıymet olarak, Batı’yı Batı yapan en önemli değerlerden birisi de, “kendini bilme” ve kendi dışındaki dünyayı tanıma arayışı içinde kıvranırken, hem kendi “Ben”ine hem de eşya ve hâdiselerin teshirine getirdiği arayıcı-tarayıcı-sorgulayıcı bakıştır. Bir taraftan, sanki Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri’nin, “aramakla bulunmaz fakat tüm bulanlar arayanlardır” sözünden mülhem bir anlayışla, yiv yiv kendi içinde derinleşirken, diğer yandan da günâh çıkarma (itiraf kültürü) ve analitik düşünce metodunun ilzam ettiği biçimde, kendisini inkâr edesiye hesaba çeker ki; meseleye bu silsile içinde baktığımız zaman, Dekart’ın “şüphe ediyorsam düşünüyorum, düşünüyorsam varım” biçiminde formüle ettiği Kartezyenizm, Batı medeniyetinin üzerine oturduğu temel düşüncelerden biridir. Dekart, “ilk ve sağlam bilgim budur, diğer bütün bilgileri buradan çıkarabilirim” mantığından hareketle, ruhla düşüncenin aynılığı ve ruhla maddenin ayrılığı gibi ikili-analitik bir düşünce metodu geliştirir. Ancak Batı aklının eşya ve hâdiseye yanaşan şuuru, bu düalistik metodun maddî yanını olumlarken, ruhî yanını maddî olanın yedeğindeymiş gibi ele alır ki, maddenin ideaya galip geldiği böyle bir süreçte itiraf kültürü de giderek, kademe kademe yorumlarıyla ve üslûbun en kaba biçimiyle (“varlığı” kendinde bilen) kendine tapınma kültürüne dönüşür. Nihayetinde de “eşyanın bilgisi, bilen öznede değil bilinen nesnededir” gibi, varlığın bütüncül bir biçimde kavranmasını imkânsız kılan, eşyanın hükümlerini hakikat olarak algılayan materyalist bir algı düzeyinde karar kılar. Oysa, şuurun bu tarz tevâlilerinde, mânâlarda tecelliye gelecek olan sadece eşyanın hükümleridir, gerçekliği değil!.. Zira bu safha fiilleri müşahedenin ilk safhasıdır. Duyumcul-materyalist bir kafa yapısı, bu safhada eşyada Hakk’ın kendisine mahsus tecellilerini göremez; sadece eşyanın hükümlerini görür, bu hükümleri de gerçeklik olarak algılar.
İnsanlığı tümüyle yıkıma sürükleyecek bir medeniyetin temellerinin atıldığı modernleşme sürecinde, ekonomik iktidarı ele geçiren burjuvazinin siyasî iktidarı da kilisenin elinden almak üzere şuurlu bir biçimde kurguladığı oyunun adı laisizmdir ve laisizm bize belletildiği biçimiyle, “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” değil devletin din konusunda belirleyici bir konuma yerleşmesidir. Tanrı’nın dünyadan tahliye edildiği ve dinin içten içe kemirildiği bu süreçte, maddî olanı bilimin alanı içinde karşılayan zihniyet, ruhî olan karşısında sessizliğe bürünür ki, iktidarın kaynağı da demokrasiyle ilişkilendirilip doğrudan doğruya halka bağlanır. Bu safhadan sonra da “herkesin hakikati kendine” anlayışı modern kültürün hâkim karakteristiği hâline gelir. Aklın inanca ağır bastığı bu süreçte, ruhlarda hiçbir istinat noktası kalmayacak biçimde tüm mukaddes mefhumlar da aklın diline yahut laikleştirilmiş kavramlara tahvil edilir, içleri boşaltılıp anlamsızlaştırılır, sonra da tedavülden kaldırılır.
XVI. Louis Fransa’sına, açlıktan ölen birinin cenazesi vesilesiyle tarihî bir not düşen Fransız tarihçisine göre, “açlıktan ölen ve tabuta sokulup acele acele götürülen adam eski Fransa, tabut da krallığın sandukasıdır” (N.F.K., Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar). Umulur ki 20. yüzyıl tarihçisi de 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla, duvarın altında asıl kalanın, belli bir modernleşme anlayışının hayata geçiriliş biçimi olan sosyalizm değil, tüm modernleşme biçimlerine ruhunu veren modernizm olduğu notunu düşmüştür. Zira derinlerde ve sessizce gelişen hâdiselerin de gösterdiği gibi, dine meydan okumak üzere kurulmuş laik-seküler sistemin temelleri, bir dizi iniş ve çıkıştan sonra dağılmaya başlamıştır. “Biz”e söylenmiyor olsa da durum zannedilenden çok daha vahim olabilir. Zira sorun sistem sorunudur ve yapısal nedenlerden kaynaklanmaktadır. Dünyaya karşı, hâlâ çok sağlam olduğu intibaını vermek gibi beyhude bir gayret içinde bulunsa da, artık dünyayı kavramaktan, değiştirmekten, dönüştürmekten çok uzak, çökmekte olan bir sistemdir söz konusu olan. Artık, bir zamanların İngiltere’si ya da halefi Amerika gibi tek başına kapitalizm-modernizm birlikteliğinin bayraktarlığını yapabilecek hegemon bir güç de yok ortada. Japonya ve Çin gibi gücü olanlara da, ya Avrupalı olmadığı ya da askerî gücü yetersiz olduğu için iyi bir gözle bakılmıyor. Diğer taraftan, lider ülke konumundaki bir devletin güç paylaşımı, zaten başlı başına bir zafiyet belirtisi. Tüm bunlar bir araya gelince medyada, teknolojide, iletişimde yeni imkânlar kitleleri farklı biçimde hareketlendirince çaresiz bir biçimde, ehvenişer kabilinden küreselleşmeye razı olmak zarureti doğdu. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı; küreselleşme yerelliği de beraberinde getirdi, nimetlerden çok külfetler küreselleşti. Dolayısıyla Suriyeli, Iraklı mülteciler göç yolu boyunca, sanki kendi trajedileriyle birlikte modernizmin tabutunu da taşıyor gibidirler.
Netice itibariyle, evrensel olan artık Batı’nın tanımladığı ya da Batılı değerlerden hareketle tanımlanan değil. Nitekim koyu bunalım dönemlerinde yaşanan ümitsizliğin, çaresizliğin hazin itirafı hâlinde; ifrat hâlde bir modernizm ve radikalizmlerin birbirini beslemesiyle doğan iptidai olanı taklit, yozlaşma, 11 Eylül sonrası yaşanan korku ve kaygı, mimariden resme kadar tüm kültürel ürünlerine sinmiş durumda. Modern kültür yeni yollar, yeni metodlar, yeni üslûplar arayışı içinde olsa da, bunlar hür dehanın ibdaları yerine, ölçüp biçme çılgınlığına tutulmuş, tüm dengesini yitirmiş basit ve devşirme bir ruhun ürünleri. Bu hâliyle sanki ümidini yitirmenin ilgisizliği içinde çekip giderken, yerini yeni bir sisteme bıraktığının haberini verir gibidir.
Batı medeniyeti, J.A. Schumpeter’in “yaratıcı yıkım süreci” olarak isimlendirdiği uzun bir ömür sürdükten sonra, çözülme ve dağılma aşamasına geldi. Fakat kendi batarken insanlığın büyük bir kısmını da dibe çekiyor. İkiyüzlülük-illegalite Batı’nın devlet politikası hâline geldi. Demokrasinin beşiği olmakla övünen Batı Avrupa ve Amerika, demokrasinin bir kandırmaca olduğunu itiraf edercesine, meşruiyet perdesinin arkasına gizlenerek her türlü hukuksuzluğu yapmakta bir beis görmüyor… Ne yazık ki, insanlık dibe vurdu ve insanlığın tragedyası lider konumundaki şaşkın, belirleyici olmaktan uzak, politika üretmekten âciz operet figürlerince oynanıyor. Hâsılı, “küfür tek millet” ve “haramiler uşaklarıyla pusuda”. Aklını kullanmadan konuşma kategorisinde sınır tanımayan lideriyle “ana takoz” ve yandaşı paralel tıkaçlara rağmen, tek haysiyetli ses Türkiye!
Ortadoğu’da kurulan oyun büyük ve plân şeytanî! Oyunu kuran üst akıl, savaşı tüm İslâm coğrafyasına taşıma, hem Ortadoğu’yu hem İslâm dinini yeniden düzenlemenin peşinde. Türkiye kuşatma ve ateş altında. Birileri illâ Suriye’ye girmemizi, Rusya’yla savaşmamızı istiyor. Savaşın çıkması kadar çıkmamasını da destekleyen sebepler var. Zira “sebep neticeye, neticenin kendisinden daha yakındır” (S. Mirzabeyoğlu-Kültür Davamız). Bunun bilincinde olmadığınız zaman gerçekleşmesine imkânsız gözüyle baktığınız sıra dışı hâdiseleri ıskalar, hiçbir tedbir almazsınız. Oysa bu tür hâdiseler zaten sırf beklenmedik oldukları için gerçekleşirler. Dahası bunları kestiremediğiniz zaman, tarihin seyrini de kestiremezsiniz…
“Ocak” tam olarak ne zaman kızışır bilinmez ama aslında savaş çoktan başladı. Amerika, başkanlık seçimleri nedeniyle, Avrupa ve NATO ise Amerika’dan bir işaret almadıkları için henüz doğrudan doğruya savaşa müdahil değil, beklemedeler. Amerika’nın anlaşmalı bir biçimde Suriye’ye taşıdığı Rusya ve kantonal bir yapı oluşturma sevdasındaki Kürt figürleri vasıtasıyla, işi şimdilik rölantide götürüyorlar.
Amerika, Rusya ile “al takke ver külâh” hesabı birlikte hareket ediyor gibi dursa da, kendi tecrübelerinden de biliyor ki, Rusya buradan çıkamaz; çıkmak istese de tıpkı Afganistan’da yaptığı gibi, kendisi buna izin vermez. Bu oyunu kuran üst akıl, Türkiye’yi tümüyle kuşatıp İslâm dünyasından tecrit etme, bu işi de Kürt örgütleri ve Rusya eliyle gerçekleştirme peşinde. Kurgu, kendi savaşında başkalarını savaştırmak, Ortadoğu’yu ve İslâm dinini yeniden düzenlemek üzerine kurulu. Akılları sıra tüm bunlar olurken Türkiye ve Rusya’yı da hizaya getirip terbiye edecekler. Başta iyi bir fikir gibi dursa da, hesapta olmayan mallar pazara gelebilir; onun için sürprizlere hazırlıklı olmalılar.
Nitekim İslâm ülkeleri, olan bitenin idrakinde olmalı ki, oldum olası, Türkiye’ye hep mesafeli olan Suudi Arabistan ve Katar, artık Türkiye ile birlikte hareket ediyorlar. Ayrıca medyada, yirmi İslâm ülkesinin ortak askerî tatbikat yapacağına dair haberler dolaşıyor. Dolayısıyla Türkiye, tüm enerjisini, “birileri”ni haklılığına ikna etmek gibi beyhude bir çaba içinde tüketmek yerine, kendi insanının ve İslâm dünyasının dik durmasını temin edecek bir politika üretme yolunda kullanmalı. Zira bir insan ya da devlet bir şeyi anlamamayı; “sen ne söylersen söyle ben bildiğimi sallarım” (S. Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji) anlayışı üzerine kurmuşsa siz tezlerinizde ne kadar haklı olursanız olun muhatabınıza hiçbir şey anlatamazsınız!
Netice itibariyle Batı medeniyeti, insanlığı tümüyle yıkıma sürükleyecek insan tipini yetiştirdi. Yetiştirdiği insan modeli de insanlığı getirip uçurumun kenarına bıraktı: Eseriyle ne kadar övünse azdır! Hem Türkiye’yi hem İslâm coğrafyasını zor günler bekliyor. Ümitvar olmalı, dik durmalıyız. Fiillerde aslolan sağlam bir yaratılışa dayanan imandır. Müslüman’ın kemâl ve istidadı nisbetinde sıkıntısı da büyüktür. Bu imtihandan yüz akıyla çıkabilmeliyiz ki, kurtuluşa erelim.
Aylık Dergisi 138. Sayı, Mart 2016