Mutlak Fikir’den hareketle temellendirilmiş, her örgüsü tezatsız, anlamlı ve tutarlı bir “Bütün Fikir” yoksa, karşınızda bütün bir dünya ve bu dünyaya muhatap bütün bir insan da yoktur.
Bütüne duyulan açlık, bütünü arama ihtiyacı, bir şeylerin eksikliğini kavramaktan, tam ve tamam olmadığının farkına varmaktan kaynaklanır. Ancak, tam ve tamam olmak statik bir ruh halinin ifadesi değildir; hâlden hâle geçişi ve bildikçe bilinecek olana doğru gidişi ifade eder. İnsan aklının ürünü formlarla kuşatılamayacak kadar karmaşık ve sürekli akış içindeki hayatın talebi de bu yöndedir. İnsanın ruhî gelişimi, kendini bilmesi, kendini bildiği nisbette de Rabb’ini bilmesi; hiçbir zaman tam mânâsıyla ulaşılamayan, ulaştım dediğin anda yerini yenisine bırakarak hep ötelere kaçan bir idealdir. Dolayısıyla hep ötenin ötesinde, ötenin de ötesinde, sonsuz kere ötenin ötesinde olana duyulan açlık, uyum hissi tek seferde ve sonsuza dek elde edilebilecek bir şey değildir: İmkânlar âleminin belâlarından kurtulmayı, yakıtı hakikat ve marifet olan aşk ateşinde yanmayı gerektirir. “Aşk”, der Aristo, “bütüne duyulan arzu ve bütün arayışına verilen bir addan başka bir şey değildir.” Yani, Freud’un dediği gibi doyumun temel kaynağı olan cinsel bir hazdan ibaret değildir aşk... Sürekli birbirini yenileyerek ve yeniden keşf ederek edinilen ruhî bir tecrübedir. Birer “kılavuz yıldız” misâli yeryüzüne serpiştirilmiş mânâlı yüzlerden bir kılavuzunuz yoksa, bir daha, hiç çıkamamacasına dipsiz bir kuyuya düşmek kadar tehlikeli bir duygudur.
Nitekim, kesintisiz bir aşk ve vecd hâli içinde, geçmiş ve gelecek duygusunu yitirmiş olarak, sürekli bir hayret ve hayranlık hissiyle “hâl an”da yaşayan dehanın yaşadığı hayat, böyle bir hayattır. Kendi ruh dünyalarına kapanıp “hâl an”da yitip gitme istidadı, her türlü yaratıcılığın olmazsa olmaz şartıdır. Deha, ancak bu sayede kaba saba insanlarla aynı hayatı paylaşmaktan kurtulur, daha çok kendisi olur, gerçek benliğini, sahici kimliğini bulur; başkalarının asla ulaşamayacağı derin düşüncelere ancak bu sayede ulaşır. Bir başınalık, imkânlar âleminin belâlardan kurtulup kendi ruh dünyasında yaşamak en huzurlu ve en mutlu olduğu anlardır. Kanmak nedir bilmeyen duygulu bir ruha sahip insan için bu anlar; fikirlerin, imge ve simgelerin en saf haliyle ortaya çıktığı, muhteşem olanın tüm ihtişamı içinde kavrandığı anlardır. Kalemini sanki esrarlı bir güç ele geçirmiş, kendi benliği o ruhun emrinde bir araç olmuştur. Suretler aracılığıyla cevherleri kendi hakikatine taşır, zıtları birleştirir ve ortaya bir eser koyar. Ortaya koyduğu her eser, hayatı boyunca, tek başına yürüyeceği uzun yolculuğunda verdiği bir yorgunluk molası gibidir. Dış âlemle bütünleşen bir zihnin madde halinde dışavurumu, iç âlemindeki tekâmülün dış dünyadaki tezahürüdür. Ancak, âlemin bir parçası haline gelmek, zıtları birleştirmek bir kültür, çaba ve lütuf işidir. André Gide’in deyişiyle, “imkânlara sahip olma duygusudur.” Böyle olmasaydı, büyük bir deha ile alelâde bir zihin arasında da pek bir fark kalmazdı. Zira, “halkın aklı gözündedir,” eşyanın sadece hükümlerini görür. “Keşif ehli” ise eşyada Hakk’tan başkasını görmez. Dolayısıyla, bütüne arzu duyan ve ruhî açlık çeken insanın da büyük bir ihtilâl-inkılâb vücuda getirmek, “yeni-mânevî bir ideal” formüle etmek istidadında yaratılmış “Büyük Ruhlar”ı arayıp bulmak gibi bir cehd içinde olması gerekir ki, mevzu muhatabını bulsun, maksat hasıl olsun. Zira, A.Tarkovski’nin de işaret ettiği gibi, “ruhun mükemmelliğini aramayan hiçbir insan değerli değildir; bir tarla faresi ya da bir tilki kadar önemsizdir.”
Mevzu bütüncüllük, bütüne duyulan arzu olunca, mesele de ister istemez gelip, İbda Mimarı’nın Mutlak Fikir’den hareketle temellendirdiği ve sistem bazında örgüleştirdiği “Bütün Fikrin Gerekliliği” meselesine dayanıyor, dayanmak da zorunda: Çünkü, İslâm’a muhatap anlayışı yeniden temin ve tesis etmenin sistemi olan bu “çok katlı yapı”ya meselenin istediği seviyede yaklaşabildiğimizi söyleyebilmek hayli güç. Üretemeyen, sadece aktaran bir literati konumundayız. İslâm’ın evrensel mesajını Batılı formlar içinde değiştirerek yeniden üretmek bize yetiyor. Zihnî referanslarımız ve hayâl gücümüz kıt; dayandığımız entelektüel zemin ise fazlasıyla sığ. Asalet ve zarafetin birlikteliği muhteşemdir. Lâkin bu estetik hâli yansıtabilme, zihnî bir heyecan duyma ve bunu yaşayabilmenin şartlarına mâlik değiliz. Nesneleştirme ve nesnelleştirmelerimizde bize tam bir tanıma sağlayacak, özne-nesne bütünlüğünü temin edecek bu “çok katlı yapı”dan İslâmî bir “zevk” damıtamıyoruz. Bu da başta “Bütün Fikrin Gerekliliği” olmak üzere İbda Dil ve Diyalektiği’ne ait, sürekli kullandığımız kavramlar hakkında aslında ne kadar az şey bildiğimizi gösteriyor. Konuşmalarımızda, yazılarımızda sık sık “Bütün Fikrin Gerekliliği”ne referansta bulunmamıza rağmen, etrafımızdaki milyarca detayı İbda Dil ve Diyalektiği bağlamında bir zemine oturtup, bu zemin üzerinde temellendiremiyoruz.Tesbit ve teşhislerimizde, “Bir şeyin aynı, aynı olduğu şeyden başkadır” düsturunu sadece bir klişe gibi kullanıyor, bir “şey”le o şey’in fonksiyonunu ve fonksiyonun farklı özellikleri olabileceği gerçeğini karıştırıyoruz. Her konuyu basite indirgeyerek ele aldığımız için, meselelerin çözümüne konseptual bir yaklaşım geliştiremiyor; elimizdeki malzemeyi yoğurup, biçimlendirip yeni bir dile dönüştüremiyoruz. Üstelik bu ve benzeri olumsuzluklar sadece bize has bir eksiklik değil... “Başkalarının bilmediklerini biliyor olmanın trajik asaleti” içindeki akademik çevrelerin trajedisi de bu: Mutlak gerçekliğin değil, sadece kendi devamlılıklarının peşinde oldukları için, yaptıkları işi anlatmak ve buna bir analiz statüsü kazandırmak onlara yetiyor. Meseleye dair tüm detayları bilmelerine rağmen, asıl bilinmesi gerekeni bilmekten, işin özünü kavramaktan acizler. Bu durumda da akademik tonda laf üretmek, sığ zeminlerde yapılan polemikler yahut en koyu hamaset ister istemez bir retorik haline geliyor. Geriye dönük öngörü diyebileceğimiz bir yaklaşımla, birbiriyle alâkalı ya da alâkasız bir sürü şeyi bir araya getirip, buna uygun bir hikaye uyduruyor, model oluşturuyorlar. Ellerinde doğru hükme varma becerisini temin edecek bir bilgi yok. Dolayısıyla doğru hükmü yanlıştan ayırmanın şartlarına da mâlik değiller. Ne yazık ki, doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olamayacağının, bunlardan birincisinden mahrum olmanın ikincisinde de yetersizlik anlamına geldiğinin idrakinde değiller.
Oysa, “gerçekleşmeden önce her şey mümkün olma özelliğiyle vardır.” Dolayısıyla da delil yokluğu, yokluğa delil değildir. Lâkin, bilinmeyeni var olmayanla karıştırmaya odaklı zihinler, kendi zırvalarına fazlaca inanmaya meyyâl entelektüeller, bu çift yönlü hatanın idrakinde olmadıkları için, yukarıdan aşağıya giydirdikleri politikalar ve mekanizmalarla topluma büyük zarar veriyor, hiçbir bedel de ödemiyorlar. Halbuki nisbet olarak, bize imkânsız gibi görünen bir hadisenin gerçekleşmesi, imkân dahilinde gördüğümüz olayın gerçekleşmemesine denktir. Bu önemli nüansı göz ardı ettiğiniz zaman, bugün bilimsel gerçeklik olarak dayattığınız şeyleri yarın inkar etmek, bugün ak dediğinize yarın kara demek zorunda kalırsınız. Nitekim öyle de oluyor... Dünyamızda o kadar çok sorun var ve her şey o kadar ters işliyor ki, sürekli bir şeyleri düzeltmek zorunluluğu doğuyor. Bu durumda da insan sormadan edemiyor: Mekanik olmayanı anlamayan, soru ve cevapları makine parçaları gibi birbirine ekleyen bu şuurun , acaba kendisi mi şuurdan yoksun? Muhtemeldir ki öyle. Çünkü, İbda Mimarı’nın da işaret ettiği gibi, “şuurun kendisini eleştirmesi de eleştirdiği süzgeçten geçiyor.” Oysa, hakikat insanın sokakta bulup cebine sokabileceği bir şey değil, içine düştüğü “sahilsiz bir umman”dır. Şayet aradığınızın ne olduğunu bilmiyorsanız, bulduğunuzun da ne olduğunu bilemez, verili hakikati aramak yerine onu kendiniz üretmeye yeltenirsiniz ki, abesle iştigâldir. Dahası yamalı bohça misâli, farklı değişkenleri bir araya getirip, bunların birbirini denetleyeceği, düzelteceği, tamamlayacağı, zenginleştireceği varsayımından hareketle bütüncüllüğü temine çalışmak; bunun da eşya ve hadiselerin teşhirinde tam bir tanıma sağlayacağı düşüncesi, büyük bir yanılgıdır. Böyle bir arayış, ancak bunları aşan ve kapsayan Mutlak Fikir’le tutarlı bir bütün teşkil edecek biçimde örgüleştirilirse meşruiyet kazanabilir. Yoksa, duyular yoluyla yahut aklın kılavuzluğunda ya da sezgi yoluyla ulaşılan kavramlar birbiriyle özdeşleştirilip, bütüncüllüğü temin edecek bir yapı olarak sunulamazlar. Sunulsalar bile, bu yapı bizi gerçekliğin farklı vechelerinden sadece bir yüzüyle temasa getirir, tam bir tanıma sağlamaz.
Bizler mânâ ve öneminin ister idrakinde olalım ister olmayalım, hiç fark etmez. Her asrın fikrî temelini oluşturan, tüm entelektüel faaliyetlerin nihaî amacı olan ve düşünce dünyasının sahih merkezi mesabesinde müdir bir fikir vardır. Ve bu fikir sâridir. Çok farklı ve çeşitli kisveler altında ortaya çıkar, temas ettiği, içinden geçtiği şeyleri kendi hakikatine taşır ve onlara kültürel bir form kazandırır. Lâkin, kültürel hayatın kendisinin formlar üretmesi ya da verili formlar üzerinden yürüyebilmesi için, insanın da imkânlar âleminin belâlarından kurtulup ruhî bir gelişim göstermesi, hayatın da kültür seviyesine yükselmesi gerekir: Mücerred kavramları ancak bu şekilde zihnimize yerleştirir ve öğreniriz, bu da bizi dünyanın karmaşıklığından, düzensizliğinden korur. “Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti” ölçüsünün tedai ettikleri sadedinde söylersek; “var olanın görünebilmesi için varlığın açılması gerekir.” Eğer karşımızda duran objeyi isimlendirebilirsek, önce “okumuş” sonra da “kendimize mal etmiş” oluruz. İç âlemimiz de bir tertibe, düzene girmiş olur. Nitekim, sanat ve bilime dair faaliyetlerimizdeki temel saik de böyle bir şeydir; etrafımızdaki milyarlarca detayı bir bağlama oturtur, bir çerçeveye yerleştirir ve bir zeminde temellendiririz. Ancak tüm bunları yapabilmek düşünmeyi ve anlamayı gerektirir. Bu da nihayetinde bir irade ve istidat işidir. Böyle bir çabanız yoksa, kuru bir mantıkla meselelerin üstünden atlar, en ulvî mânâlara en suflî anlamsızlıkların ortalamasıyla ulaşmaya çalışırsınız. Bugün belirgin hâle gelen kültürel formların nasıl dönüştüğünü, aslında bu dönüşümün tohumlarının mazinin bereketli toprakları üzerine yıllar önce atılmış olduğunu göremezsiniz. Dolayısıyla, Mutlak Fikir’den hareketle temellendirilmiş, her örgüsü tezatsız, anlamlı ve tutarlı bir “Bütün Fikir” yoksa, karşınızda bütün bir dünya ve bu dünyaya muhatap bütün bir insan da yoktur. Birlik duygusu, birlikte büyük bir davaya bağlanma ve ona katkıda bulunma şuuru da yitirilmiş demektir.
Aylık Dergisi 161. Sayı, Şubat 2018