Kitabı zevkle ve heyecanla okudum. Meselelerin, hâdiselerin ve bunlarla ilgili hususların ideâl bir biçimde birleştirilmiş, doğru bir kompozisyona gidilmiş olduğunu, mevzuların ustalıkla, büyük bir yetkinlikle ve derin bir his yoğunluğu içinde, biz okuyuculara sunulduğunu görüp mutlu oldum.
Ön söz son sözdür. Son söz de ön söz. Son sözü ön söze takdim etmek, işin önünden sonunu görmek, mes’uliyet duygusu içinde feryâdı evvelden koparmak, tedbiri aldıktan sonra takdiri Allah’a bırakmak, neticeyi tevekkülle karşılamaktır ki, cidden mânevi bir olgunluk ve büyük bir kazançtır. Maddî ve manevî varlığındaki zıt unsurları en mükemmel biçimde birleştirmiş “mütevekkil-müslüman”a has asil bir davranıştır.
Demem o ki; İslâmlaşmadan insanlaşmak, ferdî ve beşeri zaaflardan kurtulup özgürlüğü ruhunun acısında duymak, ruhî mükemmeliyeti aramak, göreceli özgürlükten kurtulup “Mutlak Hürriyet”e erişmek, sîret sûret dengesini kurup, zihnî ve ruhî faâliyetleri atbaşı yürütmek muhaldir…
İslâmlaşmamış insan muhtemel bir şeydir; ihtimâller âleminin posasından ibârettir. Her şey olabilir, ammâ insan olamaz… İnsan görüntüsünde gezinen bir yaratık olarak kalır. Katı, merhametsiz ve sömürgecidir. Böyle bir dünyanın insanı, kendisini yaratılış gâyesine yükseltecek bir hürriyet alanı bulamaz. İnsanın tüm tâlihsizliği de burada; yaratılış gâyesine aykırı bir hayat sürmesinde yatar, başına gelen bütün felâketler de bu yüzden gelir.
Bu sebeple, hürriyete tâlip olan insan, iman ve aşk ahlâkına sahip olmalı, aşkı ve îmanı nisbetinde istiklâle kavuşacağını bilmeli, dileği sırf hayatı yaşamak değil, yaşanmaya değer hayatı bilfiil temsil etmek olmalıdır. En mühimi de anane ve adetlerinin, müessese ve teşkilâtlarının temeli Kur’an anlayışına dayanmalıdır.
Akıncılar ve akıncı teşkilâtı bu aşk ve îmana sahip önemli bir teşkilâttır. Sınır boylarında köylerimizi kasabalarımızı basan, malımıza ve canımıza kasteden, iffet perdesinin arkasına gizlenmiş hayâ mâdeni kızlarımızın, kadınlarımızın ırz ve namusuna göz diken, haddini bilmez serhat eşkıyâlarına haddini bildirmek için kurulmuş bir teşkilâttır.
Osmanlı İmparatorluğu târihinde XV. asır, Osmanlı akıncılar teşkilâtının en olgun devresi olmuştur. Bu devirde serhat kulu akıncı kuvvetlerinin sergilediği, asil ruhlara has fedâkârâne davranışlar, nice kahramanlık hareketleri serhat türkülerine konu olmuş, akıncılar târihinde şerefli izler bırakmıştır. Bu devirden itibaren de, her akıncı bölgesindeki akıncı beylerinin evlâtlarının serhat boylarındaki kuvvetlere kumanda etmesi âdet haline gelmiştir.
Buraya kadar, akıncılar ve akıncılar teşkilâtı ile ilgili yazdıklarıma vesîle olan temel saik, aziz dostum Kâzım’ın yeni çıkan, Türkiye’de İslâmî hareketin temellerini detaylı biçimde anlatan, “Gölge’den Akıncı Güç’e İslâmî Hareketin Temelleri” isimli eseri oldu. Kitabı zevkle ve heyecanla okudum. Meselelerin, hâdiselerin ve bunlarla ilgili hususların ideâl bir biçimde birleştirilmiş, doğru bir kompozisyona gidilmiş olduğunu, mevzuların ustalıkla, büyük bir yetkinlikle ve derin bir his yoğunluğu içinde, biz okuyuculara sunulduğunu görüp mutlu oldum. Resmî ideolojinin dayattığı anlayışa teslimiyeti reddetme, geçmişi ve geçmişin kaybettiğimiz değerlerini; kültürünü, basiret ve ferâsetini yitirdiğimiz yerde arayıp bulma yolunda, teşkilât olarak gösterdiğimiz hasretli cehd beni duygulandırdı.
Akıncı Ruh’u bize kazandıran Üstad N. Fazıl’a ve bu ruhu en gizli noktalarından harekete getiren, İslâm’ın ve îmanın sesi “Büyük Ses” S. Mirzabeyoğlu’na, büyük akıncı ailelerinden Gâzi Evronos Evlâtlarına, Gâzi Turhan Bey oğullarına, Gâzi Malkoç Bey Evlâtlarına ve diğer akıncı âilelerine ve serhat kulu askerlere ebedî istirahatgâhlarında nur, huzur ve rahmet niyaz eyledim.
Son söz olarak şunları söyleyebilirim: Eğer, İslâm ümmeti ve Türk Milleti olarak yiğitlik ve cesâretimizi îmanla besliyor, diri ve tâze tutuyor olsaydık, “akıncı ruh”u da koruyor olurduk. Müslümanı hâkir gören, Türk’e barbar diyenlerin ağzına gem vurmanın boynumuzun borcu olduğunu bilir, gözümüzde ve gönlümüzde olan gayeye varmak için, kaleme de kılıca da sarılmaktan bir an dahi geri kalmazdık. Her şeyden önemlisi, çocuklarımızın, “ilk örneğini “Mutlak Önder”in seriyyelerinin düşman önünde gösterdikleri yiğitlik, yüreklilik, cesâret, asâlet ve zarafetten haberi olur, sanal dünyanın kahraman diye ellerine tutuşturduğu oyuncaklara özenmez ve yönelmezlerdi. Umudum ve temennim o ki; sevgili Kâzım’ın bu eseri, bundan sonraki nesiller için ilgi duyacakları ve zevkle okuyacakları bir kitap olur.
Aylık Baran Dergisi 25. Sayı, Mart 2024