Düşüncede kurulan model, maddî taşıyıcılar (resim, müzik, edebiyat, fikir v.d.) üzerinden hayata yansıtılamıyor. Ruhtan ruha yol bulan fikir, his ve kıymet alışverişi olmayınca da bir arınma ve yenilenme gerçekleşmiyor. İkincisi, duyumcul kültürde anlamlı olan sansasyoneldir, tıpkı bütün ilkel toplumlarda olduğu gibi. "Halkın aklı gözündedir, halk gördüğüne inanır" gerçeğini, modern kültür çok iyi pazarlıyor.
“Bu baha biçilmez şeyin değerini söylesem,
Ben de yanarım, duyan da yanar.”
Hz. Mevlâna
Kendi dışındaki dünyayı sırtından para kazanılacak barbar sürüsü olarak gören Avrupa, “aydınlanma”nın kibriyle tersyüz olmuş bilincinin tırmandığı/tıkandığı idrâk seviyesinde geçirdiği buhranın tezahürü halinde kendini dayatan ben neyim, nereden gelip nereye gidiyoruz, bu hâl neyin nesi, bütün bu olanlara sebep ne?.. Sorularına çözüm arayan Nikolay Danilevski, Oswald Spengler, A. İ. Tonybee, A. L. Kroeber, P. A. Sorokin gibi modern çağların önemli ve anlamlı tarih ve toplum felsefecileri, yirminci yüzyılın insanlık tarihindeki en bunalımlı dönem olduğu; bu yüzyılda duyumcul çağ sona ererken yeni bir kültüre netameli bir geçiş süreci yaşandığı konusunda hemen hemen hemfikirdirler. Bu felsefecilerin buluştukları bir diğer ortak nokta ise bilimsel metodun bu olduğu peşin kabulüyle, Batı Medeniyeti’nin son dört yüzyıldır duyumcul niteliği ağır basan bir kültürel özellik arz ettiği ve insanlığın gelişiminde egemen olan nazariyelerin doğrusal- ilerlemeci bir çizgide seyrettiği hususudur. Hâliyle böyle bir kültür sisteminde tarihin estetik yorumları, felsefe ve ideolojiler de duyuların algısına dayanan bir niteliğe bürünecektir. Zira belirleyici olan hâkim üst kültür sisteminin kültürün alt kümeleri üzerinde hükmünü icra etmesi ufak tefek sapmalarla birlikte kaçınılmazdır. Nitekim ciddi boyutta sapma ve yanılmalara açık, gözlem ve deneye dayalı öğrenmenin ağır bastığı duyumcul kültürde bütün tarihi süreç, siteden imparatorluğa, barbarlıktan uygarlığa, ilkel varlıktan üst insana tarihi saf dışı bırakan, yerine evrim ilkesini ikâme eden bütün geçişler, doğrusal- ilerlemeci bir tekâmül olarak kabul görmektedir. Oysa “varlık tabakalar halindedir, birbirine irca edilemez”. Ve “Karanlıklar içinden çıkan Nur/ Her şeyi aydınlatan şuurdur/ Ve Nurdan Nura yükseliş/ Varlık tabakalarının aydınlanması demektir ki” (Esatir ve Mitoloji- S. Mirzabeyoğlu) bu gerçek ıskalandığı zaman, içtimaî ve tarihî süreçlere taşımadıkları bir gelişme- ilerleme çizgisi yakıştırılıyor demektir.
Kezâ yirminci yüzyılın toplum ve insan bilimi disiplinleri alanındaki gelişme çizgisi hiçbir ahlakî keyfiyet belirtmeyen, hiçbir orijinalitesi olmayan moda tarzı üretim olup; duyumcul kültüre damgasını vuran teorisyenlerin temâyül, tekâmül ve terakki anlayışlarının tekrar tekrar yeniden üretimden, her geçiş dönemi yeniden icat edilen Antik Çağ Kültürü’nün moderne tahvili sürecine katkısı kadar anlamlı bulunan bilginin paketlenip pazarlanmasından ibarettir. Uygulayıcılarının elinde akademik tonda lâf kalabalığına ve insanların kafasını bulandıran karmaşık matematik modellere dönüşen bu moda tarzı üretimin sonuçlarına bakarak elde edilen bilginin ne kadar “kozmetik” nitelikli olduğunu görebilirsiniz: Aya insan göndermekle övünüyoruz fakat, elli metre ötemizdeki enkazın altında kalan insana ulaşamıyoruz. Uzman olduğunu düşünen, ileriye dönük beş yıllık on yıllık planları hazırlayanlar çalıştıkları kurumun on gün sonraki iflasını öngöremiyor.
Öte yandan, yazının girişinde adını andıklarımız ve bunlar gibi düşünen diğer tarih felsefecileri, bir yandan tarih sürecinin doğrusal-ilerlemeci yorumlarını reddederken diğer yandan duyumcul kültürün eşya ve hadiseleri teshir etmede bugüne değin egemen olan ve hadiseye yaklaşan insan şuurunu belirleyen “pozitivist”- “ampirist” metodlarına başkaldırmakta, toplumsal ve kültürel hadiseleri araştırmada kabul gören çoğu bilimsel yöntemlerin yetersizliğini ilân etmektedirler. Ayrıca bu felsefeler, “pozitivist” -“ampirist” metodların, bunların yöntem, teknik ve söylemlerinin toplum ve insana ait meselelerin hallinde “kadavra mistisizmi” mesâbesinden öte bir tanıma sağlayamayacağı; toplumsal-kültürel süreçlerin canlı ve ibdaî yanlarına yeterli bir izâh getiremeyeceği tezini ileri sürerek, dört yüz yıldır egemen olan duyumcul kültürün ölmekte olduğunu ilân etmektedirler.
“İlimde branşlaşma arttıkça dağılma da artar” ölçüsüne imtisâlen söylersek, Batı kültürünü tevârüs eden, kemmiyet terâkümünden keyfiyet tekâmülüne geçememiş, ölçüp biçme çılgınlığına tutulmuş çoğu düşünür, araştırmacı ve akademisyen canlı bütünü önce parçalara bölmekte, sonra bu parçaları lîme lîme doğramakta ve ortaya saçılan ölü parçacıkların her birini bir değişken olarak kabul edip, bunların bütün ve parçalarla keyfiyet bağı içinde olduğu varsayımından hareketle bilgi üretmekte, “ Oysa Küll parçaların toplamı değildir/ Parçaların toplamı değildir âlem/ Çünkü bütünden çıkınca parça/ Bütün bozulur.”(Esatir ve Mitoloji- S. Mirzabeyoğlu) Ve ölü parçacıklardan elde edilen “toksik bilgi” bir taraftan zihin karışıklığını, cahilliği ve kendini beğenmişliği arttırırken, diğer yandan kendilerini bilgi üretiminin ebedi sahibi gören akademisyenler de ne bildiğin değil, kimi tanıdığın önemli anlayışı içinde, doğruyu yanlışın içinden yansıtmanın “hoş”luğu ve “boş”luğunda tatmin olurlar. ” Tıpkı İNSAN keyfiyetini ölü bedende kesip biçerek aramak/ tıpkı Büyü’nün hakikat / bu gün aslının mort/ ve sadece malzeme üzerinde/ incelmesinin boş- olması gibi” (Esatir ve Mitoloji- S.Mirzabeyoğlu)
Oysa “ tekâmül ebedidir”. Mukaddes ölçüde bize bildirilen: “Allah her an bir şe’n dedir.” Lâkin, “mahkûmun fiilinin hâkimin hükmünü bağlaması” gibi, varlıktan “Mutlak Varlık”a ulaşan bilginin hususiyeti, “Mutlak Hâkim”in hükmünü yeniden var edişte bağlar ve “şe’n”in hükümleri bu hususiyetler bağlamında yerine gelir. “Zira İbnî Arabî Hz’lerinin işaret ettiği gibi: “Hak dünya ve ahirette sürekli halkının şe’nlerindedir. Şe’n bir çoğunluk suretlerdedir.” Kabiliyetlerin farklılaşması ve değişmesi nispetinde kalbe yerleşecek hakikatlere göre varlık giyecek veya varlığı kaybedecek olanı göz ardı ederek, hasselerin algısına dayanan duyumcul kültürün imâ ettiği, tarihin ilerlemeci-doğrusal, organizmacı ve devresel yorumlarında ısrar etmek: Yanlışın kendi doğrularını doğurmasına, nihayetinde vazgeçmenin ve içinde yaşamanın imkânsız olduğu şartları dayatan sisteme çaresiz rıza göstermektir.
Batı Medeniyeti’ne yüzyıllardır rengini veren duyumcul kültürün çökmesi, pozitivist ve ampirist yöntemlerin yetersizliğinin ilânı, görüş ve düşüncelerine önem verilen felsefecileri , insanlığı yeni bir çağa taşıyacak “Bütün Fikir” in temini adına; dinsel- düşünsel , estetik – teorik , iradeci – ahlâki gibi, birbirini tamamlayan unsurların korelasyonu içinde, bütüncül bir sistem arayışına itti. Gerçekliği vasatlığın idealize edilmesinde arayan Marksizm’de olduğu gibi, insanî faaliyetlerin sadece birine önem atfetmek, onu sistemin temeli haline getirmektir. Bu durumda insanî faaliyetlerin diğer boyutları ıskalanmakta; diyâlektiğin inceliklerinden medet beklemek bile vaziyeti kurtarmaya yetmezken, böyle bir yola çıkışta ele geçen de bütüncüllük yerine, bilgiyle varlığı karşı karşıya getiren, özne-nesne bütünlüğünü sağlamaktan uzak, “hakikati değil de, onun gerçekliğine ait intibaı göstermekten öteye gidemeyen” (Esatir ve Mitoloji- S.Mirzabeyoğlu) mantıksal bir yapı inşaı olmaktadır.
Modern toplum felsefecilerini eleştiri süzgecinden geçiren Sorokin, Duyumcul(Sensate)- Düşünsel (ideational), ülkücü (idealistic) ve devşirme (eclectic) olarak dört kategoride ele aldığı, tanıma ve doğrulama biçimlerinin bizi çok katlı ve farklılaştırılmamış sonsuz gerçekliğin tümüyle değil, yalnızca bir yönüyle temasa geçireceğini, dolayısıyla bunların hepsinin birden kullanıldığı “Bütüncül tanıma ve doğrulama” sisteminin lüzumunu vurgulamakla, “Bütün Fikir”in gerekliliğine kadar merdiven dayamakta fakat bütüncüllüğün temininde, geleceğe ışık tutarken, gitgide artan miktarda kendini hissettiren kesinlik ihtiyacı, sürecin dinamiklerini irca zarureti halinde kendini dayatan “Zorunlu varlık, Mutlak Varlık, Mutlak Fikir, kefalet zarureti, iman ve imana mevzu olan tamlık ve tamamlık” (Madde Nedir- S. Mirzabeyoğlu) meselesi açıkta kalırken, düşünce de bu yolda gösterilen faaliyette kendi kendinden ibaret olmaktan öteye gidememektedir. Nitekim, bütüncüllükten maksat yusyuvarlak olmaksa, kuyruğu etrafında dönüp duran kedi de kendince bir bütünlük içindedir. Sorulması gereken: “Nereye gidiyorsun ve ölçü ne.”(Esatir ve Mitoloji- S. Mirzabeyoğlu) Unutulan: Modern dünyanın bakış açısını koruyarak artık hiçbir kutsala inanmanın mümkün olmadığıdır. “Bütün Fikir” in temini işi, İbnî Arabî Hz’lerinin buyurduğu gibi: “ Allah’ın inayet ettiği keşf ehlinin, icmâlde tafsili ilmel yakîn veya aynel yakîn veya hakkal yakîn keşf eden kimsenin ve Allah’ın hikmet ve sözü ayrıştırma gücü verdiği birinin marifetidir.”
Buraya kadar olan kısım gerekliydi, şunun için: Birincisi, Batı'nın bütün bu değerli düşünürlerinin eksikliğini görüp ihtiyaç duydukları bütüncüllük teminini, fikri “öz”e eriştirme çabası içinde, alâkalardan sile sile arındıran ve insanlığı yeniçağa taşıyacak düşünceyi “Mutlâk Fikir”den hareketle sistem bazında temellendiren mütefekkirin S. Mirzâbeyoğlu olduğunu, artık böyle dehaların gelmediğini, gelse de yazmasına ve yaşamasına müsaade edilmediğini hatırlatmak. İkincisi, İbda Diyalektiği’nin sıra dışı yapısıyla, yüzlerce yıldır teyid edilmiş kabülleri geçersiz kıldığını; harikulâde bir fikri yapıya ve etki gücüne sahip olduğunu belirtmek. Batı merkezli Yeni Dünya Düzeni’nin attığı oltayla zihinleri yemlendikçe sahnelenen küresel oyuna inancı artan, zokayı yutacağı güne adım adım yaklaştıkça kendini daha güvende hisseden, hakkıyla takdir edemedikleri için günbegün BD-İBDA’dan uzak durmaya, yüz çevirmeye meyyâl yellozlara şunu hatırlatmak isterim: Günümüzde geleceğe dönük tahminde bulunmak işi, tam anlamıyla kurumlaştırılmıştır ve “gerçekleşmeden önce her şey mümkün olma özelliğiyle vardır” esprisi bağlamında, nispetleri korumak kaydıyla “imkânsız görünen bir şeyin gerçekleşmesi, imkân dahilinde görünenin gerçekleşmemesine denktir.” Zira, İbnî Arabî Hazretlerinin buyurduğu gibi: “Varlık mümkün için ârızîdir ve mümkün, varlığı yokluğuna tercih edilerek var olandır.” Üçüncüsü ise, şahsı ve eserleri etrafında yükseltilen “entelektüel miyopluğa” ve “epistemik kibre” dikkat çekmek. Ve bu minvalde kültürel hazımsızlık çeken, gerçeklikle teması hangi yemekle hangi şarap içilirden ibaret, fikirleri ile hayatın hakikati arasındaki paradoksu görmekten uzak, demokrat ve entelektüel olduğunu düşünen aymazlara bir ikazda bulunmak: Gıdasını kutsalla kavgasından alan demokrasi, yönünü çoktan “sezarizm”e (keyfilik-soysuzlaşma) çevirmiş durumda. Tüm davranışların öngörülebilir, yönetilebilir olduğu günümüzde özgürlükten bahsedilemez. Olsa olsa belli uyaranlara bilinen tepkileri veren robotlar söz konusudur. “Hayret sahibini kuşatır.“ (Esatir ve Mitoloji- S. Mirzabeyoğlu) Hölderlin, “Bir tanrı olabilecekken insan neden uşak olmaya savaşır” feryadını koparırken ne kadar da haklıymış. Ne çare! Günümüze kadar yüzyıllar boyu manevî bir ideâli formüle eden soylu mîzaçlar ya yok sayıldı ya da yok edildi.
Abidin Dino 1985’te ağabeyi Arif Dino ile ilgili yazısında şöyle bir kıssa nakleder: “Mikelânj’ın Zapata adında birine yazdığı mektupta dediği gibi: “Ne zaman büyük bir ressam- ki öylesi az- yapay ve sahte görünen bir iş yapmışsa bu sahtelik gerçektir; bir yerde daha büyük bir gerçek, yalan olur.” Bu kıssayı nakletmekteki muradım: Ben de bu yükseklik karşısında, bu tenezzülü anlamayan ve hakkıyla takdir edemeyenler nezdinde “Büyük Doğu- İBDA” gerçekliğine yaklaşan şuurun da aynı minvâlde seyrettiğini tedaî ettiriyor olması. Zira büyük bir fikir, rastgele gözlemde bulunana kendini vermez ve hiçbir şey tedaî ettirmez. Ancak bilmeyi bilici duruma gelmiş idrâklere ulaşır ve biz bunu bilmiyoruz. “Bir şeye nüfuz ve sirayet eden kendisine nüfuz ve sirayet edilen şeyle perdelenmiştir.” (Kültür Davamız- S.Mirzabeyoğlu) Doğrusuna tabi olarak söylersek, nüfuz ve sirayet eden kadar kendisine nüfuz ve sirayet edilecek zeminin de bir şey olması gerekir ki mevzu muhatabını bulsun ve bir yere varılsın. Zeminin önemini vurgulamak açısından misallendirmek gerekirse: Karlarla kaplı bir alanın çığa dönüşmesinde belirleyici olan arazinin yapısıdır. Bilgisizliğimize değil, bilgimizi teyit eden, nefsimizi okşayan şeylere odaklanmanın kibri basiretimizi bağlıyor, hadiselere meçhule hürmet tavrı içinde bakamıyoruz.
Bilinmelidir ki, bu yolda her şey, insanın mukaddes emaneti omuzlamayı isteyip istememesine ve ferd hakikatini ferdî hakikati yerine getirip getirmemesine bağlı. Yüceler yücesi olduğu kadar, zorların zoru bir iştir. Bu sebeple de sadece soylu yaratılışlarda heyecan uyandırır. Bunu yerine getirmenin ucuz olduğunu zannedenler: Yılgınlık ve ödleklik içinde yel doğuran, karikatürize tiplerdir. Muhteşem olan tüm ihtişamı ve dehşeti içinde kavranmalı: Bu kadar yükseklerde, dar ve sarp yollarda sesine bir yankı bulmadan, acını, mutluluğunu paylaşacağın bir dosta; bir Allah kuluna rastlamadan yol almak korkunçtur. Bu insanı ürpertiyor ve insan çareyi, “varlık cehaletle mümkündür” esprisi bağlamında, bir an önce cehline sığınmakta buluyor. İmanın zarîf diyalektiğinden nasibi olmayan, bayağılığı yine bayağılığın kefesinde tartan yaratılışlar, O’nun hayatının özü olan bu müthiş mücadelenin anlamını kavrayamaz. Her şeyin pazarlığa tabi olduğu, imanın bile kelepir fiyatına satıldığı bir çağda O, hesapsız teslimiyetle, hayatını ya her şeyden vazgeçecek ya da her şeyi kazanacak şekilde yaşadı. Hayat alternatiflerden ibaret… Hakk’ı hayata tercih etmek de öyle. Lâkin, Büyük Sanatkâr olmak farklı bir şeydir. “Allah kıskançtır.” Bazı kullarını kendine alıkoyar ve sakınır. Çünkü onlar: insanlığa kurtuluş yolunu gösterecek, “kılavuz yıldız” olarak yarattığı ruhlardır.
Peki, kim bu büyük gerçekliği tanıyacak istidatta ve problem ne? Görebildiğim kadarıyla meselenin iki boyutu var: Birincisi, fikrin yayılması bazı yapısal formlara ihtiyaç duyar. Ne yazık ki bağlısı olmakla övündüğümüz fikrin ilzam ettiği, kuşanılması gereken “fikir konforu” “-zarîf mîzaç-“ “seçiçi ruh”- “entelektüel incelik” özellikleriyle tebarüz etmiş, fikri işe tahvil edecek, estetiğin tüm davranışlarına derinden nüfuz ettiği, mana ve suretlere giydirilecek hâli kuşanmış istidatlar kıt. Bu yüzden düşüncede kurulan model, maddî taşıyıcılar (resim, müzik, edebiyat, fikir v.d.) üzerinden hayata yansıtılamıyor. Ruhtan ruha yol bulan fikir, his ve kıymet alışverişi olmayınca da bir arınma ve yenilenme gerçekleşmiyor. İkincisi, duyumcul kültürde anlamlı olan sansasyoneldir, tıpkı bütün ilkel toplumlarda olduğu gibi.” Halkın aklı gözündedir, halk gördüğüne inanır” gerçeğini, modern kültür çok iyi pazarlıyor: Bir yandan halkın inandırılacağı hatta programlanacağı zihnî ve fikrî kategoriler, medyanın da desteğiyle hızla yayılır ve kanalize edilirken, diğer yandan ele geçirdiği fırsatı ömür boyu bırakmak istemeyen, sürekli birbirini refere eden akademisyenler inanışların yönlendirileceği “ cazibe merkezleri” ne su taşıyor. Bu durum insan aklını düzenleme, zihinleri ele geçirme, istenilenin dışındaki tüm gerçek ve müteâl imkânlardan mahrum bırakma girişimidir. Batı metafiziği’nin düalistik özelliğine uygun olarak olumlananın içeri alınıp istenilmeyenin dışarıda bırakıldığı, kültürel ve ekonomik hayatın küreselleştiği nispette, başarının da belli ellerde toplandığı; akademinin (kiliseden sonra bilgi üretimini tekelinde bulunduran kurum) onayından geçmeyen bilginin anlamlı bulunmadığı bir kültür ortamında kendini göstermenin ve topluma sirayet etmenin güçlüğü, yaşanan sıkıntının ikinci boyutu.
Aylık Dergisi 87. Sayı, Aralık 2011