Ay Portakalı, aslında hepimizin hikâyesi. Hepimizin başından geçenlerin bir yerde unuttuğumuz izdüşümü. Okuduğunuz bir hikâyede bir anda acıyı yediriveriyor size. Ümran Düşünsel’in hikâyeleri; bildiğimiz ama kimimizin ukdesine takılıp da söyleyemedikleridir aslında.

Ümran Düşünsel, Ay Portakalı eserindeki hikâyeleriyle farklı ve yeni bir çehre getiriyor hikâyeye. İnsanın bozulmamışına, fıtratının gereğine hitap ediyor. Şehrin keşmekeşinde yaşayan insan kendini görmemeye başlıyor; insanın şuuruna dokunarak ondaki duyguyu ve derinliği kendi üslubunca hikâyelere yediriyor, insana kendisini hatırlatıyor. İnsanı ve ruhu ön planda tutuyor.

Ümran Düşünsel, lisana hâkim vaziyette, bir yandan mevzuunu aktarırken bir diğer yandan da aslında şiir yazıyor. Köyün en ücra yerinde mahallesinden başka bir dünyanın varlığından habersiz bir çocuğun masumiyetini alıp okuyucunun yüreğine serpiştirebiliyor. Hikâyesine anne şefkatini veriyor: “Tilkiler yalnızca masallarda kurnaz. Bir tilki izledim, anne tilki. Yavrularını emziriyordu. Ayaktaydı. Kulakları seste, gözleri görüntüde. O kadar muhteşemdi ki doğa misaliydi tıpkı.” Şehirde yaşayanların kargaşadan bir nebze de olsa kurtulup kendini bir ağacın gölgeliğinde bulacağı, çeşmeden şırıl şırıl akan suyun sesine karışıp kaybolacağı birkaç sayfadan oluşan vurucu hikâyeler…

Kimi hikâyelerinde ise çaresiz bir kadının, ağıtı takılıyor kulaklarımıza. Yer, şehir, memleket, zaman hiç önemli değil; ağıtı yakan kadın ve tel örgünün ardından el sallamışsa kaçamayanlara; kalan bakışları sadece ağıttır okuyucuya: “Mayın patladığında Jehat elimde, Reşvan kucağımdaydı. Sınırı geçmemize az yol kalmıştı. El salladım tel örgünün ardında bekleşenlere…

Kültür yozlaşması ve ferdin iletişimsizliğini de kimi hikâyelerinde inceliyor. Kocası mahpusta olan bir kadının köyde bir başına nasıl mücadele verişini insanın ruhuna dokundurarak veriyor. Hikâyelerinde küçük işlikler yer alıyor. Yan yana yazılmış kimi hikâyeler birbirinin devamı hissini veriyor fakat tamamen birbirinden alakasız biçimde işleniyor. Kafka’nın yarım sayfalık hikâyelerine benzeyen fakat tamamen Doğu kültürüne ve yaşayışına ait hatta bizzat unuttuğumuz “biz”i işliyor hikâyelerinde. Örneğin şu hikâye çok kısa olmakla birlikte çok uzun manalar içeriyor: “Bir muhtarda bir de bakkalda vardı radyo. Bakkala uğrayan muhtar, dükkânın dışına taşan müziği duyunca, ‘Ne çok türkü biliyor senin radyo” dedi gülerek. Bakkal da güldü. “Kulağını bük, seninki de öğrenir.’”

Anadolu’da âşık, maşukun sözünü yere düşürmez. Âşık maşuka olan aşkından gözü başka hiçbir şeyi görmez. Bu yüzdendir ki, gerçek aşklar bizde kutsal ve gizlidir. Ay Portakalı’nda yer alan Sinek isimli hikâye yarım sayfa olmasına nazaran ciltler dolusu aşk kitaplarına bedel mahiyette… Bir yârin sevdiğine söylediği sözün bile incitilemeyeceğini gösteriyor. Hâkimin, “adamı neden aşağı attın” sorusuna âşık, “sineği öldürdü” diyor. Çünkü yâri ona çok önceden “Odanın duvarına konmuş sinek olaydım, tokadı yiyeceğimi bilerek alnına konaydım” demişti.

Üstad Necip Fazıl his iptalinin korkunç bir hastalık olduğunu söyler. Şöyle der Üstad: Vücudumuz, dış tesirlere karşı hiçbir elem duymaz oluyor ve her türlü tenbih imkânının dışına çıkıyor. Yazarımız His İptali başlıklı hikâyesinde ise bu mevzuuyu hikayeleştirir. Hikâyede, Ahmet, kendisini iş yerinin kapısına astığı için televizyonun sesinin kısıldığının da açıldığının da farkına varmıyor.  O, orada rüzgâra kapılmış yaprak misali sallanırken, içerde çalışan arkadaşları hiçbir şey olmamış gibi televizyondaki belgeselde, aslan zebrayı kaptığında, sağ kalan sürünün sanki aralarından biri aslan tarafından yakalanmamış gibi karşı kıyıya geçip otlamalarını izliyor. Yazar, diğer çalışanları sürüyle özdeşleştiriyor üstü kapalı biçimde. Hikâyeyi okuduğumuzda Üstadın “Acı duymanın bile imtiyaz belirttiği, ilahî rahmetten bir işaret teşkil ettiği intibak melekesinden mahrumluk... Destan mevzuu bir vaziyet... Vaziyetimiz budur!.. Azap çekebilme nimetinden bile mahrum bırakılmış olmamız...” sözlerini hatırlatıyor.

Hikâyecilikte kendi üslubunu bulan yazarımız, hikâyelerinde insan gerçeğini hatırlatıyor. Şiire olan yatkınlığını da hikâyelerinde görebilmek mümkün. Hikayelerinde şiirsel dili hiçbir zaman kaybetmiyor. Kimi hikâyelerin başında yer alan şiirler ise adeta hikâye tadında: “Gökkuşağıyla ne güzel ip atlanırdı/ iki ucundan tutan olsaydı…”, “Haylazdı mısra/şiiri gülmekten kırdı geçirdi…”, “Kendine sürgün olmaya gör/ buğulu bir aynadan geçer yolun/ külden geçer kardan geçer/ ah bir de gülden bir de yardan/ aynanın buğusu gözünden geçer…

Ay Portakalı, aslında hepimizin hikâyesi. Hepimizin başından geçenlerin bir yerde unuttuğumuz izdüşümü. Okuduğunuz bir hikâyede bir anda acıyı yediriveriyor size. Ümran Düşünsel’in hikâyeleri; bildiğimiz ama kimimizin ukdesine takılıp da söyleyemedikleridir aslında.

Aylık Dergisi 154. Sayı Temmuz 2017