Üzerinde durulması gereken asıl mesele, dindarlığın artışı ya da azalışından çok, toplumun inşâında dinin kayboluşu olmalıdır. Zira bu kayboluşla birlikte, insan, yaratılışına zıt bir hayat yaşamak zorunda kalırken, büyüsü bozulan dünya da patlamaya hazır bir balona dönüştü
Modern çağ iki esas üzerine oturur. Bunlardan birisi ulus-devlet, diğeri ise evrensel ölçekte tasarlanmış, resmî ve düzenli yapılar üzerinde yükselen kapitalist sistemdir. Ancak ne kadar düzenli ve resmî bir örgütlenme biçimine sahip olursanız olun, sistem karmaşıklaştıkça kırılganlığı da artar; katlanarak çoğalan, kontrol edilemeyen tepki silsileleri üretmeye başlar. Denetim, denetimden kaçan şeylerin fazlalığını göstermekten başka bir işe yaramaz hale gelir. Bu da iktidarsızlık duygusunu ziyadesiyle arttırır. Yasal düzenlemeler katılaşır, resmî ve düzenli yapılar kendi içinde gayri resmî ve düzensiz yapıları üretmeye başlar. Sun’i olandaki artış ve tabiî olandan kopuş arttıkça da sistem giderek daha da karmaşıklaşır. Parçalara gösterilen dikkat yüzünden “Bütün”ün idaresi elden kaçar. İllegalite bir devlet politikası haline gelir. Kapitalizmin lider ülkesi Amerika ve “organik merkez”i Avrupa’da günümüzde böyle bir manzara hâkim. Büyüme ve yayılma sonsuza dek süremeyeceğine göre kapitalist tarih de genişleme sürecini tamamlamış gibi görünüyor. Yeni ve daha gelişmiş kurumlar üzerinden yeniden yapılandırılması, maddî gelişmenin sağlanması ve tüm bu düzenlemeler için gerekli organizasyonun yapılması zarureti artık mümkün görünmüyor. Bu hâl, zaten sistematik bir şiddet temeline oturan modern devleti daha da saldırgan kılıyor. Sivil toplum düşüncesinin içine ustaca gizlediği şiddet tehdidi ve tekeli, giderek kendini daha çok hissettiriyor. Biat etmeyen ülkelerin liderleri ya darbelerle devriliyor ya öldürülüyor ya da ülkeleri işgal ediliyor. Kolonyal güçler, kendi savaşlarında başkalarını savaştırmayı ve savaşın faturasını da elinde fazla rezervi olan ülkelere kesmeyi bir “sanat” haline getirmiş durumda… Velhâsıl Yeni Sömürgecilik, Yeni Çağ’a uyarlanmış hâliyle ve tüm şiddetiyle devam ediyor. Bunun sarsıntılarını ülke olarak ciddi bir biçimde hissediyoruz. En bariz tezahürü de Güneydoğu sınırımızda oluşturulan Kürt bölgesi. Amerika sonunda muradına ermiş görünüyor. Çünkü büyüyerek ve genişleyerek devam eden Türkiye’yi teslim alma, İslâm dünyasından tecrid etme girişiminde bu önemli bir adım.
Ancak, insanın talihsizliği fıtratı hilâfına davranmasında yatar. “Dinden çıkış” sürecinin tamamlanmasında, geçilmesi zorunlu bir merhale olan lâiklik ve dünyevileşme de böyle, talihsiz bir süreçti. Yeni bir ahlâk anlayışı, yeni bir değer manzumesi üretemeyen bu süreç, Hristiyanlığın vazettiği kuralları aklın diline, lâikleştirilmiş kavramlara tahvil ederken, kilisenin tekelinden kurtardığı dinî alanı da devletin denetimine verdi. İnanç da modern dünyanın bireysel ve toplumsal şartlarına adapte edildi. Görünen o ki; insanlığı ruhî, siyasî, ahlâkî ve estetik olarak yeniden yaratmaya(!) soyunanlar, lâikliğin yarım bıraktığı “dinden çıkış” sürecini tamamlamak emelinde… Yeni sistemin yeni yapıları kuruluyor ve bu yapılarda dinin yeri yok! Onun yerine, insan-Tanrı’yla-Tanrı’sız insan arayışı arasında gidip gelen, çerçevesi henüz tam olarak çizilmemiş “Dünyevî Mutlak” arayışları var! Ferdin temel değer olarak kabul edildiği bir zeminde, dinin itikadî ve amelî esaslarını insan-Tanrı hümanizminin diline tahvil etme, bunu da insan hayatını materyalist bir mantıkla yorumlamanın tek alternatifi olarak sunma gibi bir gayret söz konusu. “Kendin yap kendin tap” tarzı eklektik bir anlayışta, herkesin kendi şahsî inancını (kendi putunu) oluşturacağı bir düzen arayışı içindeler. İstiyorlar ki, uşaklığa özenmenin, bayağılığı yine bayağılığın kefesinde tartmanın adı; “İnsan-Tanrı” bilgeliği olsun! Ürettikleri sun’i kavramlarla “hadleri” istedikleri gibi değiştirebileceklerini, işaretlerle istedikleri gibi oynayabileceklerini zannediyorlar. Bu, had bilmezliktir. Zira “Yaratıcısında var olmayan bir şey yaratılanda da var olamaz.” Tanrı yoksa Tanrısallık da yoktur! Dahası, “Gaye mihrakında Allah ve Sevgilisi olmayan her türlü varlık ve oluş, yokluğun buz denizine açılmaya mahkûmdur.” (S. Mirzabeyoğlu – Gölgeler)
Kendilerini tümüyle modern olarak tanımlayan, dinî olanı ise çağ dışı-köhne bulan ve aştığına inanan, dolayısıyla da insanın kendi değerlerini kendisinin üretebileceğini iddia eden ve bunu ferdin özerkliği şartına bağlayan görüş; sadece sığ değil, aynı zamanda tümüyle mesnedsizdir. Zira insanoğlu tarihin hiçbir döneminde kendi değerlerini kendisi üretmedi. Ve ferdin özerkliğinin değer üretimiyle hiçbir alâkası yoktur. Kimilerine şaşırtıcı gelebilir ama son tecridde, günümüzün değerleri de tıpkı köhne bulduğumuz, aştığımıza inandığımız dinî değerler gibi verili, müteâl ve insanlığın fevkinde bir niteliği haizdir. Zira, kendimize ait bir hakikat anlayışımız olsa da netice itibariyle hakikati biz icad etmiyoruz! Dahası, eşyaya hakkedilmiş işaretlerin hiç birini biz yerleştirmedik. Bunun kararını biz vermedik. Bizim tüm yaptığımız; zihnimize yerleştirdiğimiz belli bir perspektifle, belli bir yorumlama biçimiyle, kendin yap-kendin tap tarzı bir model oluşturmak ve bu model geçerliliğini koruduğu sürece de ona tapınmaktan ibarettir. Dolayısıyla modern aklın iddia ettiği gibi, ferdin özerkliğinin değer üretiminde hiçbir dahli yoktur. Esas mesele, bu değerlerin üzerine oturacağı ana kaynağı bulmak ve sadece hadiseleri değil, onları yöneten kuralları görmektir. Bu olmadığı zaman, eşya üzerindeki her türlü tasarruf keyfîdir… Eşyaya hakkedilmiş işaretler bize sırrını açmaz! Böyle bir bilme biçimi eşyayı değil, eşya hakkında söylenenleri bilmektir ve sadece dedikodudan ibarettir.
“İnsan idrâkinde olsa da olmasa da Allah’ı arıyor” ve bilse de bilmese de Allah inananlar kadar inanmayanların da Allah’ı... Aynı zamanda insan, kemâliyet mertebesine yatkınlığı sebebiyle, görünenin ötesini kurcalamaya, ünsiyet kesbetmeye meyyâl bir varlık… Yani kimilerinin iddia ettiği gibi, merak sâiki ile ya da çevresinde olup biten şeylerin akla uygun bir biçimde kavranması yoluyla dine yönelmiş değildir. “Her şeyden önce kelâm vardı” ölçüsü sadedinde söylersek; yönelişindeki temel saik, daha konuşmaya başlar başlamaz kelimelerde kendini hissettiren, VAR ve BİR olan Mutlak Meçhul’e duyduğu iştiyaktır. Kuşkusuz iç âlem düzenini tertip peşinde bir faaliyet sürdürürken, görünmez olanı keşfetmek anlayışı içinde kendini muhasebe ve murakabeye çeker ki, inancı da bu temele oturur. Zamanla dinden uzaklaşsa, din dışı bir varlığa dönüşse bile dinselliği kaybolmaz; potansiyel halde içinde var olmaya devam eder. Dahası, dinî bir nitelik arz etmeyen, bulmakta da zorlanmayacağı inançsızlık arayışları bile, varlığında mündemiç ilâhî hakikatler sebebiyle yine dinsellik kalıpları içinde gerçekleşir.
Netice itibariyle, Batı’nın “Aydınlanma” felsefesinin izinden giderek yasalarla kurduğu yeni ilişki biçimi (laiklik-demokrasi), insanı yaratılışı hilafına bir hayat yaşamak zorunda bırakırken, bütündeki huzursuzluk ister istemez parçalara da yansımış, insanlar huzur ve mutluluğu mumla arar hâle gelmiştir. Ve ironik bir biçimde, günümüz insanının mutluluğu, taşıdığı yükten biraz daha güçlü olmanın getirdiği bir mutluluktur. Dolayısıyla üzerinde durulması gereken asıl mesele, dindarlığın artışı ya da azalışından çok, toplumun inşâında dinin kayboluşu olmalıdır. Zira bu kayboluşla birlikte, insan, yaratılışına zıt bir hayat yaşamak zorunda kalırken, büyüsü bozulan dünya da patlamaya hazır bir balona dönüştü. Köklerinden koparılmış bir insanlığa yeni bir ruh vermek, yeni bir kimlik, yeni bir hafıza inşa etmek ise kolay bir iş değildir. Bunu ancak büyük bir ihtilâl-inkılâp vücuda getirmek istidadında yaratılmış bir “Büyük Sanatkâr” yapabilir. Şükürler olsun O KURTARICI var ve “biz”de. İslâm dünyası, bu “Büyük Sanatkâr”ın terennüm ettiği nağmeleri bütün bir ruh ile dinlemeli.
Aylık Dergisi 154. Sayı Temmuz 2017