Mevlüt Koç yazısında, Mustafa Kemal'in Batı'nın medenî kurumlarını savunarak "Devleti Kurtarma" adına bu kurumları ithal ettiğini ve Batılaşmayı teşvik ettiğini ele alıyor. Yazıda, Serbest Fırka deneyimi üzerinden halkın beklentilerine karşılık vermediği, hatta İzmir'deki olaylar üzerinden halkın Mustafa Kemal ve arkadaşlarına yönelik kurtarılma talepleri anlatılıyor.
Son, bir buçuk asırlık tarih dilimimizde, toplumumuz üzerinde etkili olmuş görüşleri son tahlilde; biri masum ve mazlum halk tabanına dayalı İslamcı Akım, diğeri ise, "Doğu ve Batılı Emperyalistlerinin çıkarları doğrultusunda politik, sosyal ve ekonomik bir statükoya göre ayarlı-Batıcı çizgide"(1) yabancılaşmanın, Batı çıkarlarının, yerli işbirlikçinin, azınlıkların temsilcisi Batıcı Akım diye iki ana görüş etrafında toplamak mümkün.
Batıcı Akımın diğer bir kolu da sosyalist harekettir.
Ağababalarının; komünizmden tam yol tornistan etmesinden sonra, yurda dönüp, kapitalizme alternatif program üretme sevdasına düşenlerin halinden tüten mana ise, bunca yıl haybeye kürek çektikten sonra, vardıkları son merhale olarak, düzenle bütünleşmekte karar kılmanın hazin itirafıdır. İçeri atılmaları da, yandaşlarına karşı günah çıkarma vesilesi olmuştur. Siz, bunca eziyeti gördünüz, işkence çektiniz, ipe gittiniz ama, biz de az çekmedik ha diyebilmek için. Yerlerse tabii.
“Başladığı çizginin kavis noktasında ölen”(2) Kemal Tahir gibi, İdris Küçükömer gibi fikri yaşayan, yaşamayı fikri bilen şahsiyetlerin üstünü örtme, görmezlikten gelme ve dışlama gafleti göstermeselerdi, bugün daha tutarlı bir çizgide olurlardı. Bizce; her ikisi de söyledikleri itibariyle B.D.-İBDA çizgisindedirler ve bildiğimiz İdris Küçükömer’in Müslüman olarak öldüğüdür.
Batı’nın kendine has, toplumumuzda ise köksüz ve mesnetsiz kalmaya mahkûm, müesseselerini ithal etmekle yaratıldığı buhran neticesi doğan anarşi ortamından istifade ve Batı’nın da desteğiyle, iktidarı ele geçiren iyi, doğru, güzel adına hiçbir şey bırakmamacasına bütün mevcudu tarumar eden Batıcı Akım’dır.
Batıcı Akım’ın; ülkemizdeki tarihi gelişimi içinde, tebarüz etmiş özelliklerinden birisi aydın ilerici, halkçı olduğunu iddia etmesine rağmen her seferinde halka karşı düşmüş ve İslamcı akım içinden düzenin temelden reddi anlamında “Kendinden Zuhur” hadisesini engellemiş olmasıdır. B.D.-İBDA fikriyatı dışında bu tarihi misyonunu hakkıyla kim yerine getirmiştir!
Diğer bir önemli özelliği de, Batı çıkarlarına aracı olmasıdır. Batı kapitalizmi iştihasının kabardığı, yayılmacı safhasında yerli işbirlikçilerin bu akımın temsilcileri arasından aramış ve bulmuştur. Batı müesseselerinin, ithal edilmeye başlanmasının tam bu safhaya gelmesi tesadüfi değildir.
Yeniliğin şahsa bağlı hareketlerle olamayacağını, bunun ancak “müessesleşmekle” olabileceğini, Batının medenî denen kurumlarının alınması gerektiğini savunan ve bunu yapmaya koyulan Mustafa Reşit Paşa’yı iyi anlamak gerekir. Kanaatimce “Devleti Kurtarma” adına Batı kurumlarını savunan ortanın solunun ilk paşası odur. Bu arada Lale Devri’nin Damat İbrahim Paşa’sı da hatırlanabilir. Batılaşma adı altında gelen yenilikler, “mal emniyeti!”, “servetlerin müsadere edilememesi” gibi, Osmanlı mülkiyet sistemindeki hukuken değiştirilen, teba arasında eşitlik, kardeşlik, vs. gibi bazı değerlerin (laikliğe doğru da adım atarak) kabul edildiği Gülhane Hattı Hümayunu, 1839’da toplar atılarak, büyük bir merasimle ilan edildi.
İşte bu noktada durmak, hem de çok durmak gerektir. Çünkü Gülhane Hattı Hümayunu’ndan bir yıl önce (1838’de), bir anlaşma imzalanmıştır. Bu, sanayi devrimini geliştirmekte olan İngiltere’ye Osmanlıların verdiği en ağır kapitülasyon imtiyazlarını kapsayan İngiliz-Osmanlı Ticaret anlaşması idi. Anlaşma Mustafa Reşit Paşa’nın Baltalimanı’ndaki yalısında imzalanmıştı. Kanaatimize bu ticaret anlaşması, Gülhane Hattı Hümayunu’ndan, diğer adıyla Tanzimat Fermanı’ndan daha önemlidir.”(3)
“Türkiye Türkler içindir” sloganıyla iktidara gelip, imparatorluğun bütün su başlarını Batı’ya teslim edenler, insanımızın dinî, ahlâkî, manevî değerlerini hiçe sayarak Anadolu kasabalarında Cumhuriyet baloları tertip edenler, düzenledikleri provokasyonlarla, halkın etrafında toplandığı, sevip saydığı kişileri darağacına gönderenler, yine bu akımın temsilcileridir.
“Durum bu olunca, İslamcıların dediği gibi, Batıcılar kendileri asrî yaşasalar da, gavur yaşantısının taklitçisi olmaktan ileri gidememişlerdi. İslamcılar, emperyalizmin, gavurluğun karşısına çıkmışlar, Batı’yı yenmişlerdi. 31 Mart ve benzeri olaylar, hatta Menemen olayı, Batı emperyalizminin derine inen koşulları içinde üst yapıda İslamcı ve Batıcılara verdirilen kavganın tek yanlı olmayan örnekleridir. Bu olayların tarihi yeniden yazılmalıdır bence.”(4)
Ayrıca; bunların iktidarı kullanmalarının hiçbir meşru sebebi gösterilemez. Çünkü halk bunlara iktidarı hiçbir zaman isteyerek vermemiştir. Başta da söylediğimiz gibi, yaratılan buhran neticesi doğan anarşi ortamından istifade ile ele geçirilmiştir. Terakkiperver Fırka, Serbest Fırka deneyleri de bunu açıkça göstermektedir:
“Serbest Fırka, nihayet, birtakım temaslar, karşılıklı taahhütler, hülasa kardeşçe kombinezonlar içinde kurulmuştur. Ama kabul etmek doğru olur ki, bu tecrübede hem İsmet Paşa hem Fethi Bey gönülsüzdüler.
Ne ise iş yürür. Muhalif fırkaların azalarını bile Mustafa Kemal tayin eder. Mustafa Kemal’e göre, her şey kardeşçe cereyan edecektir. Ve arada bir anlaşmazlık çıkarsa, “işte gene bu sofrada, böylece karşı karşıya oturacaklar” ve Mustafa Kemal onlara:
— Sen ne dedin?
— O ne dedi?
diye soracak, bütün anlaşmazlıklar çözülecektir. Serbest Fırka siyasî mücadele sahnesine işte bu hava içinde salınır...
Ama ne var ki, Mustafa Kemal’in de düzenleyebileceği ve düzenleyemeyeceği şeyler vardır.
Fethi Bey arkadaşları ile parti teşkilatı için seyahate çıkar. Ve daha ilk merhalede her şey allak bullak olur. Mesela ilk merhale olan İzmir’de “Fethi Bey geliyor” diye yer yerinden oynar. Daha 8 yıl önce başta Mustafa Kemal’in kumandasında düşmandan kurtarılan İzmir’de halk dalga dalga Fethi Bey’in, neredeyse ayaklarına kapanır, haykırılar:
— Kurtar bizi, kurtar!
Hatta bu karışıklıkta bir polis kurşunu ile vurulan bir yavruyu kucağına alan yaşlı bir baba, bu kurbanı getirir, Fethi Bey’in ayaklarına serer:
— Bu ilk kurbanımız, ama daha kurbanlar lazımsa vereceğiz, fakat bizi kurtar diye inler. meydanda göz yaşı selleri çağlar. Her tarafta birtakım resimler yırtılır, parçalanır...
Halbuki Fethi Bey, halk için bilinmeyen bir adamdır ve sonra kim, kimi, kimden kurtaracaktı! Bu İzmir daha (sekiz) yıl evvel, düşman işgalinden kurtarılmadı mı? Ve bu şehri kurtaranlar, şimdi bu halkın:
— Bizi onlardan kurtar, dedikleri değiller mi? O halde sekiz sene içinde ne oldu? Bu gözyaşları, bu kurbanlar niçin?
Hülasa yeni parti başkanı ve arkadaşları, daha ilk adımda yılarlar. Ve bu işte ya bir yanlışlık, ya da bir uygunsuzluk vardı.”(5)
Yalnızca; yanlışlık ve uğursuzluk değil, ihanet ve efendi olma hevesi vardı. Ve yıllar öncesinde her şey yerli yerine oturtulmuştu; eşya ve hadiselerin gerçeğine nüfus etmiş yüce bir ruhun terennüm ettiği nağmelerde:
“Kurtuluş Savaşıyla kurtardıklarımız
birlik oldu birlikte savaştıklarımızla
-bedeli ihanet oldu kanımızın-
kara bir bulut gibi
kapkara düşünceyle
-kiralık düşünceleriyle-
"giydiler çıkardıkları çizmeleri"
emperyalistlerin.
-efendi olma hevesiyle
silahları bize döndü-“
Kaynak:
1- Bütün Fikrin Gerçekliği, S. Mirzabeyoğlu
2- A.g.e.
3- Düzenin Yabancılaşması İdris Küçükömer,
4- A.g.e.
5- Bütün Fikrin Gerçekliği, S. Mirzabeyoğlu
6- Moro Destanı, S. Mirzabeyoğlu
Son Karar Dergisi, 13. Sayı, Eylül 1989