Türkiye’de yaşayan samimi Müslümanların Gazze için yapmaları gereken, siyasileri, bütün enstrümanları kullanmak suretiyle içinden çıkılması mümkün olmayan bir baskı altına alıp, rejim değişikliğine zorlamaktır.
Modern zamanların Müslümanlar üzerindeki en menfi tesirlerinden biri, trajedilerin hayatlarımızın bir parçası hâline gelmesi oldu. Akıl baliğ olduğu andan son nefese kadar sınav olan bir hayatta ancak tekâmül vesilesi ve sıçrama tahtası olması gereken zorluklar, Müslüman kültürüne Batı edebiyatı ve cahiliye devri geleneklerinden sokulan fikirler yüzünden yalnız ağlamanın ve daha da beteri bu ağlamadan gizli ve müthiş bir zevk almanın vesilesi şeklinde idrak edilmeye başladı. Hatta öyle ki, insanlar bir noktadan sonra başına bir şey gelmese bile kendileriyle ilgili menfî hikayeler uydurup bu hazzı duymak için çabalar hâle geldi. Başına bir felâket gelen kimsenin üzerindeki sorumlulukların düştüğüne dair oluşan teamülün sağladığı imtiyaz, bedavacılar için adeta bir yol oldu. Bu idrak bozukluğu fert planında, kocakarı zaviyesinde yaşanırken belki nispeten anlaşılabilirdi de, iş toplum ve hatta “ümmet” planına sıçrayınca işin tadı hakikaten kaçtı. Soyulup soğana çevrilmekten tutun da soykırıma maruz kalmaya dek menfiliğin bin bir tonuyla her gün yüzleşmek zorunda kalan Müslümanlar, idrakleri iğdiş edildiğinden, kendilerini bulundukları vaziyetten kurtarmak için değil, içine düştükleri hazin, içler açısı tabloya ağlamakta yarışmaya başladılar. Hocalıktan tutun da kanaat önderliğine kadar Müslüman toplum içinde isminin başına bir unvan alan ne kadar tip varsa, kıymetini fikirlerinden değil de ağlatabilme gücünden buldu senelerce. Hatırlarsınız sanıyorum, falanca yerde öyle konuşan ve herkesi gözyaşlarına boğan, bu sebeble de çok iyi, müthiş, fevkalade bir hoca her zaman olmuştur. Şimdilerde tabiî cemaat/topluluk hakikati fizikî mekânlardan kalktığından beri bu hocalar da yerini sosyal medya fenomenleri ile hokkabazdan bozma çığırtkanlara bıraktı. Müslümanların maruz kaldığı mezalimi en içli, en hisli, en dokunaklı, en rezil ve dinleyeni sorumluluktan kurtaracak kadar şiddetli histeri krizine sokabilecek tarzda işleyenler, bugün meşhurlukta yarışıyorlar.
Bildiğiniz üzere eşya ve hadiseler karşısındaki tavır ahlâktır. Peki, Müslüman ahlâkı, din kardeşinin yaşadığı soykırım karşısında vicdan mastürbasyonu yapıp rahatlamak üzere bir sığıtçı/ağıtçı bulup, kendi sefil hâline en rezil taraflarından bakıp ağlaşmak mıdır? İslâm her türlü noksanlıktan münezzeh olduğuna göre, burada yaşanan idrak, fikir ve ahlâk sefaletinin kaynağı olsa olsa insandır, “Müslüman”lardır. Öyle ya, bir tarafta bütün bu mezalime muhatap olan, kucağında parçalanmış bebeğiyle Allah’a hamd eden mütevekkil Gazzeli Müslümanlar, diğer tarafta ise o Gazzeliden daha çok acı çekiyor görünüp, nefsini yelleyip, hayvan sıhhatinde takılanlar…
Telkin
Sosyal medyada muhakkak görüyorsunuzdur, Amerika ve Avrupa’da vicdanı sağır ve kör olmamış insanlar koşa koşa İslam ile şerefleniyorlar. Peki bu nasıl oluyor? Senelerdir Müslümanlara İslâm tebliğ eden tebliğciler sayesinde değil tabiî canım.
Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu “Kültür Davamız” adlı eserinin “Tebliğ ve Telkin” başlıklı levhasında şöyle der:
- “…Tekerlemeciler bilmelidir ki, tebliği yapan yapmış; mesele onun istetilebilmesinde ve telkininin yapılabilmesinde. Nasıl? İŞTE BÜTÜN MESELE; bu konuşulsun!..
Bir ölçü:
- “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın. Sevdirin, soğutmayın!”
Bu ölçü -Akıncı Güç tarafından temelden yıkılana kadar- umumiyetle cihad emrinin gereğini yerine getirmekten bahsedilirken, cihada karşı çıkmak için kullanılırdı; ölçünün ruhuna ters ve kuru klişe tekrarı olarak… Oysa marifet, bunu “iyi, doğru ve güzel” hâlinde ve “duygu, düşünce ve iradî faaliyetler”imizden tüttürmekte; tesir etmekte. İnsanları kafalarından, gönüllerinden yakalamak ve bunun için de bütün insanî verim şubelerine “Mutlak Fikir”e nisbetle çözüm getirebilmekte.”
Bugün, Gazze’deki Akıncı milletin yaşadıklarına şahitlik edenlerin, Allah’ın birliğine ve Peygamber efendimizin O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehadetlerine şahitlik ediyoruz.
Şok
Gazze’de yaşananlar, Liberal-Kapitalist düzenin pompaladığı hazcı hayatı yaşamak için ruhî olan her şeyi terk etmek zorunda bırakılan ve bunun neticesi olarak da uyuşturucudan tutun psikiyatrik ilaçlara ve hatta türlü sapkınlıklara kadar savrulmak zorunda bırakılan, düzenin idealize ettiklerine sahip olduktan sonra bile hayata tutunacak dal bulamayan insanlar üzerinde adeta “şok” tesiri meydana getirdi. Bir tarafta maddî manada her türlü zenginlik içinde yaşayan ama hayatı yaşanmaya değmez olanlar, diğer tarafta ise maddeden yana öksüz ama yaşanmaya değdiği her yanından belli bir hayat yaşayan ve bunun bedelini şehadetle ödemekten minnet duyan insanlar. Büyük travmaların sonrasında şahsiyetler silikleşir ve onun yerine bir yenisi inşâ edilir. Batılılar, Gazze’deki insanların maruz kaldığı soykırım, açlık, işkence ve diğer tüm dünyevî menfilikler karşısında yalnız imanlarına dayanarak gösterdiği şecaat, direniş, sabır, tevekkül yani Allah’ın hükmüne rızayı gördükçe travma yaşıyorlar ve yakıcı samimiyet onların kalplerindeki mührü eritmeye yetiyor. Akın akın İslam ile şerefleniyorlar.
Müslümanlar ise nasılsa Müslümanlar ya… Yaşanan hadiselerin yakıcılığı kalplerdeki kurşundan dökme mührü eritiyor da nasır tutmuş kalplere bir türlü tesir etmiyor. “Yarım oluş”un yanlışlığı da burada ortaya çıkıyor. Hiç olmamış olan kendisine bir yol bulurken, yarım olmuş, -mış gibiler “biz zaten” diyerek, yerinde saymaya mahkûm kalıyor.
Esfel-i Sâfilînin Olimpiyat Seremonisi
Fransa’da düzenlenen Olimpiyatların açılış seremonisi işte tam da böyle bir zamana tevafuk etti. İki ekran düşünelim. Bir tarafta Gazze, diğer tarafta Paris. Bir tarafta insan olma haysiyetini heykelleştiren destansı kahramanlar, diğer tarafta ise hayvandan aşağı, mide bulandırıcı ucube mahlûklar… Birkaç asırdır kendisi dışındaki herkesi çağdışı, bir kendisini çağdaş medeniyet olarak lanse eden Batı’nın fikir, ahlâk ve estetik açısından toplu intiharını hep beraber ekranlardan seyrettik. Elinden Gazze’deki çocukların kanı damlayan Siyonistler bile Batı medeniyetinin bu seremonide resmedilen tablosundan tiksindiler.
Üstad Necip Fazıl’ın Çile adlı eserinde bahsettiği, birinden nur, öbüründen kir akan iki oluk belki de tarih boyunca pek az zaman bu kadar gözle görünür hâle gelmiştir. Muhtemeldir ki, insanca yaşamak isteyenlerin İslâm ile şereflenmek üzere başlayan koşusu her geçen gün daha da kalabalıklaşacaktır.
Mütercim Ayçin Kantoğlu daha evvel de konu edindiğimiz üzere bir konuşmasında Batılıların Müslüman olmasına bakarak, “İslâm mevcut insan bakiyesinden memnun değil. Kendisine yeni bir insan bakiyesi devşiriyor.” demişti. Hâlihazırda iman eden herkesin yeniden iman etmesini gerektirecek bu söz bile kimseye tesir etmedi. Herkes sosyal medya hesaplarından bunu paylaştı ama ne demek istediğine kimse bakmadı. Bir yerden sonra iş öyle bir noktaya geliyor dayanıyor ki, Üstad Necip Fazıl’ın dediği noktaya çıkıyor:
- “İslamiyet Avrupa’dan gelse hepiniz Müslüman olacaksınız!"
Belki de gerçekten böyle olacak, Allahu alem.
İsrail
Şimdi buradan gelelim İsrail’e… Adı şimdiden tarihe altın harflerle kazınmış kahramanlık destanı Aksa Tufanı’ndan beri İsrail kan kaybediyor. Soykırım, açlık, susuzluk, yokluk, suikast ve sürgün gibi insan iradesini kırmakta rol oynayan en şiddetli silahlarla 10 aydır Gazze’ye taarruz eden Yahudi, Müslümanların savaş iradesini kırmaya muvaffak olamadı. Bu süreçte 40 bine yakın Müslümanı şehit eden İsrail, beklentisinin aksine Gazzelilerin tunçtan iradesini çelikleştirdi. Dolayısıyla bu savaşı aslında çoktan kaybetti. Hatta iddia ediyoruz ki, bu savaşla beraber bundan sonrasında kendisinin bölgedeki istikbalini de bugünden kaybetti. Öyle ya, 40 bin şehit vermiş bir millet ilk fırsatını bulduğunda seni muhakkak ki tepeleyecektir. Tahterevalli gibi aslında. Batı adamı tarafından mahvedilen Yahudi, her ne hesap kitap için olursa olsun, esasında hayatta kalabilmek için bölgeye gelmiş ve bu azimle yükselmişti. Şimdi tam tersi. Onun yapıp ettikleri dolayısıyla hayatta kalma gayesiyle Müslümanlar hareket ediyor ve daha dün taş atanlar bugün roket yağdırıyorlar. Bunun bir de yarını var.
Düne kadar, yani bölgede hâkimken düşmanlarını dünyanın neresinde olursa olsun bulup ortadan kaldıran İsrail ile bugün büyük bir açmazın içine düşüp, çaresizlik içinde düşmanlarına suikastlar düzenlemek zorunda kalan İsrail’in aynı şey olmadığının iyi bir şekilde anlaşılması gerekiyor. Fiilin aynı olması saiklerin ve failin aynı olduğu anlamına gelmiyor. Yaşanan her hadise bu saatten sonra Müslümanların savaşma azmine yakıt olurken, Yahudi’nin sıvışma azmine vesile teşkil edecektir. 7 Ekim tarihinde gerçekleşen Aksa Tufanı operasyonu ile Müslümanlar kazanmış ve Yahudiler kaybetmişlerdir. Kısa vadede gelişecek taktik zaferlerden hiçbiri Gazzeli Müslümanların stratejik zaferini gölgeleyemez!
İran
Temmuz ayının son günü ajanslara İsmail Haniye’nin İran’da şehit ediliği haberi düştü. İran’ın yeni cumhurbaşkanının göreve başlaması ile alâkalı düzenlenen toplantıya katılan Hamas’ın siyasî büro şefi İsmail Haniye, anlaşıldığı kadarıyla, İran rejimi içinde İsrail ve Amerika ile iş tutan bir grubun bizzat kendisi yahut Mossad/CIA’e yol göstermesiyle şehadet şerbetini içti.
1980 senesinde gerçekleşen sözde “İslâm” devriminden sonra 30 sene boyunca üflenen İran’ın imaj balonu İbda’nın bin bir ikazına rağmen nispeten başarılı olmuş, ne yazık ki Anadolu’dan da kendisine sempatizan devşirmişti. Bu balon Suriye’de Esad ile beraber Ehl-i Sünnet’e yönelik olarak gerçekleştirilen katliamlar ile inceldi ve Kasım Süleymanî ile başlayıp, muhtemeldir ki Cumhurbaşkanı Reisi suikastıyla devam eden ve sonunda Haniye’nin şehadetiyle neticelenen süreç itibariyle artık infilak etmiş ve bir poşet yığınına dönüşmüştür. Bugün İran, Müslümanlar açısından, kendi kendisini korumaktan bile aciz, nidüğü belirsiz, uzak durulması gereken bir sapkın sürüsünden öte değildir. Gerçek yüzünü bütün Müslümanlara göstermek üzere sergilediği çaba dolayısıyla İran’a ne kadar teşekkür etsek, azdır.
Haniye’ye gelecek olursak, şehadeti mübarek olsun!
Ne Yapmalı?
Şu sıralar en çok işittiğimiz soru, “Gazze için ne yapabiliriz?” oluyor. Batı’da olduğu gibi elbette burada da vicdanı körelmemiş pek çok Müslüman var; fakat cereyan eden hadiselerin sürati içinde zaman zaman ne yapılması gerektiğini ne tarafa doğru yürünmesi gerektiğini kaybedebiliyorlar. Bu vesileyle sorulan soruya buradan umumî bir cevap vermiş olalım.
Türkiye’de yaşayan samimi Müslümanların Gazze için yapmaları gereken, siyasileri, bütün enstrümanları kullanmak suretiyle içinden çıkılması mümkün olmayan bir baskı altına alıp, rejim değişikliğine zorlamaktır. Mevcut haliyle kokmaz bulaşmaz bir durumda olan laik Kemalist rejimden çıkıp, Devlet-i Aliyye’nin tarih sahnesinden çekilmesiyle beraber Anadolu’dan başlayarak Ortadoğu ve İslam âleminin bozulmasıyla neticelenen sürece dur demek ve ardından bir yandan kendisi olurken diğer taraftan çevresini de oldurmak gibi zorlu bir vazifeyi üstlenmektir. Yani, Türkiye’yi tarihî misyonunu üstlenmeye zorlamaktır. 18. devleti kurmak, 17 tanesini kuranlar için hiç de müşkül değildir.
Diğer türlü, Gazze’deki aç ve susuz bir avuç inanmış adam, arkasında Amerika, İngiltere ve Avrupa bulunan Yahudiye kök söktürürken, biz burada 80 milyon nüfusumuz ve neredeyse pek çoğuyla boy ölçüşecek maddî imkânlarımızdan utanmadan okunan çaresizlik martavallarını dinlemeye daha çok devam ederiz.
İnsan, ağlayıp sızlanmak için değil, her türlü oluş zorluğunu sıçrama taşı bilip, eşya ve hadiselere teshir etmek üzere yaratılmıştır. Ya fıtrat gereği davranıp fert planından başlayarak toplum planına dek misyonumuzu kuşanır ve devleti de misyonunu kuşanmak zorunda bırakırız yahut ağlayıp sızlanmak için daha çok bahane buluruz.
Aylık Dergisi 30. Sayı, Ağustos 2024