Amerika’nın başı çektiği müesses nizamın artık sürdürülebilir olmadığı aşikâr. Bununla beraber dünyanın geri kalanı, mevcut olan düzenin yerine bir yenisini teklif edemediği gibi, karşı tarafın artarda gerçekleştirdiği saldırılar karşısında reaksiyon göstermekten çıkıp, bir türlü aksiyon safhasına geçemiyor.
Batı hâkimiyeti devresinde bir türlü çözüme kavuşturulamayan fert ve toplum meseleleri aradan geçen zaman zarfında katlanarak büyüdü. Kula kulluk düzeni, hazcı anlayış, hukuksuzluk, gelir dağılımındaki eşitsizlik, her çeşidiyle yozlaşma ve insanın dışı kadar ruhîyâtını da tahrip etmeye başlayan teknik karşısında insanlık şimdiye kadar çaresiz kaldı, savruldu. Batı, önüne çıkan meselelerde yanlışları doğrularla değiştirmek yerine, yanlışların içinden çıkan doğrulara sarılıp, günü kurtarmayı seçti. Bunun neticesinde de yanlışları kördüğüm hâline getirdi. Düne kadar yalnız fikir soyluları ve çilekeşlerinin dertlendiği bu çeşit ıstıraplar, bugün kaskatı bir hâl alarak şuurunda olsa da olmasa da bütün bir insanlığın üzerine adeta bir bulut gibi çöktü. Dünya çapında cereyan eden hadiselere baktığımızda görüyoruz ki, hiç kimse içinde bulunduğu hayattan memnun değil; fakat kimse bu düzenin yerine bir alternatif teklif edecek yeni bir anlayışı haiz de değil.
Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, eserlerinde geçen bir bahsi “Adalet Mutlak’a” başlıklı konferansında da hatırlatmıştı; “1968’de, Fransa’da başlayan talebe hâdiselerinde, hareketin başındaki lider demişti ki ‘Mevcudu beğenmiyoruz, ne olması nasıl olması gerektiğini de bilmiyoruz; bunu bulun!’” Geçtiğimiz senelerde sanki sömürgecilerden kurtuluş hamlesiymiş gibi başlayan Arab Baharı, 1968 senesinde Fransa’da dile getirilen arzunun, başka bir zaman ve mekânda tecellisiydi. Fransa, bu beklentiyi karşılayamadığı ve mevcut olanın yerine bir yenisini teklif edemediği için sistemin boyunduruğu altına girdi. Benzer bir şekilde Arab Baharı’nın yaşandığı ülkeler de bir bir boyunduruk altına alındı. Dikkat ediyorsak, müesses nizam temelde ne askerî, ne de ekonomik bir güce dayanarak hâkimiyetini sürdürüyor; mevcut düzen, onu beğenmeyenler yerine bir alternatif teklif edemediği ve başlattığı yüksek katılımlı halk hareketlerini yeni bir anlayış çerçevesinde inkılâblarla taçlandıramadığı için hâkimiyetini muhafaza edebiliyor. Amerika’nın başı çektiği müesses nizamın artık sürdürülebilir olmadığı aşikâr. Bununla beraber dünyanın geri kalanı, mevcut olan düzenin yerine bir yenisini teklif edemediği gibi, karşı tarafın artarda gerçekleştirdiği saldırılar karşısında reaksiyon göstermekten çıkıp, bir türlü aksiyon safhasına geçemiyor. Aslına bakacak olursak, bir alternatif teklif etmek ile reaksiyondan çıkıp aksiyona geçmek de birbiriyle iç içe. Gaye ve vasıta bir sistem benimsenmeden, nasıl ve ne için aksiyona geçilebilir ki? Amerika’nın başını çektiği Anglosakson-Yahudi düzeninin bugüne kadar hâkimiyetini sürdürebilmiş olması da, yine dönüp dolaşıp kurulu olan düzenin yerine bir yenisinin teklif edilemiyor olmasına dayanıyor. Bunları söylemek suretiyle aslında bir nev’i teşhiste bulunuyoruz, manzarayı işaretliyoruz. Buna karşılık yaşanan hadisenin ne olduğunun şuurunda olmak, Türkiye başta olmak üzere İslâm âlemi ve dünyanın dertlerine derman olmuyor.
Gazze’de yaşanan soykırımı ele alalım meselâ. İsrail, inandığı dinin gereğini yerine getirmek üzere teşkilatlanıyor ve birkaç milyonluk cüssesine bakmadan bütün bir İslâm âleminin yüzüne tükürürcesine, pervasız bir katliama girişebiliyor. Yalnız İslâm âleminin de değil, bugün dünya düzeni denen şey her neyse onun üzerine bina edildiği bütün değerleri yıkmak bahasına imanı gereği hareket etmekten çekinmiyor. Buna karşılık, tıpkı 68 kuşağında olduğu gibi dünya çapında bir dalga yükseliyor, Müslüman ve Batılı memleketlerin şehirlerinde insanlar, yaşanan mezalim karşısında ayağa kalkıyor. Bunların hepsinin müşterek paydası mevcut düzenden memnun olmamaları. Düzeni yaşatmak üzere kurulan müesseseler bir avuç azgın Yahudi karşısında çaresiz kalıyor. Evet, memnun değiller, ayağa kalkıyorlar ama yaşanan sorunların düzenin bizzat kendisinden kaynaklandığının şuuruna bir türlü eremiyorlar. Zannediyorlar ki, düzen layıkıyla işletilemediği için bütün bunlar yaşanıyor. Oysaki, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin yapısı ve veto yetkisi başta olmak üzere bu düzenin güçlülerin zayıfları ezmek üzere ihdas edildiğini bir türlü kavrayamıyorlar.
Aynı vaziyet Müslümanlar için de geçerli aslında. Müslümanlar olarak Gazze’de yaşananlardan Batılılardan daha fazla rahatsızlık duyuyorsak da ne yapmamız gerektiğini bilemiyoruz. Bir taraftan Hamas’ın 7 Ekim’den beri sergilediği son derece başarılı direnişi ön plana çıkarıyor, bununla teselli buluyoruz; diğer taraftan ise İsrail’in sergilediği mezalimi ön plana alıyor ve Gazzelilerin maruz kaldığı tahammülün fevkindeki bu felaket karşısında ne kadar üzülebilirsek kendimizi o kadar Gazze’ye yakın hissediyoruz. Meseleye böyle yanaşınca da sanki tüm bunlar bizim duygu durumlarımızdaki iniş ve çıkışların yaşanması için oluyormuş gibi bir garabet doğuyor. Müslüman için Gazze’de yaşananlar bir tansiyon değişimi vesilesinden ibaret olamaz. Bilhassa Türkiye gibi sancağın düştüğü imparatorluk bakiyesi bir memleket, daha dün diyebileceğimiz vakitte adaletinin gölgesinde ferahlık bulan topraklarda yaşanan bu büyük bir cinayet karşısında sadece duygu durum değişiklikleri yaşayarak hayatını idame ettiremez. Müslümana düşen, yaşananları görmek ve bir daha böylesine hadiselerin yaşanmasına müsaade etmeyecek bir devlet teşekkülüne erişmek için fikirden aksiyona her türlü planda harekete geçmektir. İsrail’in sergilediği mezalim karşısında bugün Türkiye’yi çaresizliğe mahkûm eden rejimden ekonomiye, siyasetçilerden bürokrasiye, insan tipinden toplum tipine dek ne kadar sebep varsa, bunların hepsi ortadan kaldırılmalı ve yerine bugün Siyonistlerin yaptıklarına benzer rezilliklerin bir daha gerçekleşmesine mâni olacak, hakiki ve her anlamda bağımsız bir devletin inşa edilmesi için herkes kendi zaviyesinden harekete geçmelidir. Bunun yolu da artık nasıl olursa. Demokratik eylemlerden, siyaset üzerindeki baskıya, boykottan grevlere ve halk ihtilâline kadar bir sürü seçenekten hangisi o gün için uygunsa... Devlet denen müessese, kendi varlığının hilâfına olacak şekilde değişime ne kadar direnirse, yine onu kurtarmak adına, o kadar şiddetle...
Üstad Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü adlı eserinde teklif ettiği Başyücelik Devleti modeliyle Türkiye’nin varlığını sürdürebilmek için üstlenmek zorunda olduğu misyona uygun devlet modelini ortaya koymuştur. Büyük Doğu-İbda ise bir bütün halinde bizi bu ideal devlet, toplum ve fert modeline ulaştıracak gaye ve vasıta fikir sistemi olarak hazırdır. Yazının başında dedik ya, dünyada kimse mevcut olandan razı değil ama yerine bir yenisini teklif eden kimse yok diye… Hakikaten de bugün Batı’nın zıt kutbunda yer aldığını iddia eden Rusya ve Çin de dahil olmak üzere mevcut düzenin yerine iyi yahut kötü alternatif bir sistem teklifinde bulunan kimse yoktur, Türkiye menşeili yerli ve millî dünya görüşümüz Büyük Doğu-İbda’dan başka!
Gazze’de yaşananlar Türkiye’de az evvel bahsettiğimiz şekildeki bir değişime vesile olmadığı sürece yarın başka yerlerde ve bir gün muhakkak ki bu topraklarda da yaşanacaktır. Hem başkalarının ve hem de kendimizin böyle bir duruma düşmemesi için Büyük Doğu-İbda’nın ortaya koyduğu fikir sistemini benimsemek ve ona göre bir yandan olurken aynı zamanda oldurmaktan başka bir çaremiz kalmamıştır.
Aylık Baran Dergisi 29. Sayı, Temmuz 2024