2010’lu yıllar ile beraber millîleşme sürecine giren Türkiye, dış destekli bir takım operasyonlara maruz kalmaya başladı. Yaklaşık altı yıldır içeride, sırasıyla, MİT krizi, Gezi Parkı hadisesi, 17-25 Aralık Operasyonu, Kürt meselesi, bombalı saldırılar ve bunların yanı sıra gerçekleşen irili ufaklı birçok hadise ile yeniden ele geçirilmeye çalışılan Türkiye, son olarak 15 Temmuz darbe girişimiyle işgâl edilmek istendi. Nihayetinde 5-6 yıllık bu süreçte yapılan tüm operasyonlara karşı ayakta kalan Türkiye iradesi, 15 Temmuz’da yürürlüğe konan işgâl girişimi ile toslaştı.
Müslüman Anadolu’nun ruhuna aykırı bir şekilde yapılandırılan ve aslî vazifesi milleti baskı altında tutup, Batı’nın çizdiği istikametten dışarı çıkmaya başlayınca tekrar eski Batıcı rayına oturtmak olan ordu, yüzyıla yaklaşan Türkiye Cumhuriyeti tarihinde defalarca olduğu gibi bir kez daha Anadolu’ya pranga vurma teşebbüsünde bulundu. Bu sefer Müslüman Anadolu halkı, “bir dakika, sizin bu topraklarda istediğiniz gibi at koşturduğunuz günler geride kaldı” dercesine, destansı bir direnişle bu darbeyi, işgâl girişimini püskürttü.

Mesele askerî darbe olunca, bundan önce bu topraklarda yapılan tüm darbe girişimlerinin Batı destekli olmasından mütevellit birçoğumuz “Batı’da bu teşebbüs hakkında ne diyorlar acaba?” düşüncesiyle müttefiklerimizin(!) basın-yayın araçlarında bir takım tarama çalışmalarına giriştik. Çünkü biz biliyoruz ki, her ne kadar milletlerarası münasebetler sebebiyle devletler birbirlerini müttefik olarak ilân etse ve hatta aynı askerî, siyasî, iktisadî paktlar içerisinde bulunsalar da, arka planda menfaatleri dolayısıyla birbirlerine düşmanlık edebilirler. Tıpkı Türkiye’nin ABD ile sıkı fıkı bir müttefik(!) olması gibi…

Her ne kadar Soğuk Savaş’ın Batı blokunda yer alsak, Batılıların müttefiki olsak ve birçok anlaşmada aynı metnin altına imza atsak da, ta Tanzimat’tan bu yana Türkiye’de Müslümanların aleyhine girişilen her operasyonun azmettiricisi Batı’dır. Batı, bizim açımızdan mutlak düşman kutbunda yer almaktadır. Dolayısıyla darbe teşebbüsü hakkındaki görüşlerinin ne olduğunu öğrenmeye çalışırken düşülmemesi gereken hataların başında “aaa resmen darbeyi destekliyorlar, hani biz müttefiktik” gibi saçma pozlara girmemek, gelmektedir. Bundan önce olduğu gibi bugün dahî azmettiricinin de, tetikçinin de kim olduğunu gayet iyi biliyoruz. Azmettiricilerin, emrini verdikleri fiili ve onu hayata geçirecek failleri desteklemesinden daha tabiî bir şey de olamaz.

Batı medyası uzun zamandır Türkiye’nin “otoriterleşme sürecine girdiği” yönünde bir manipülasyon yapıyor ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı “diktatör”lükle itham ediyordu. Türkiye’deki maşaları eliyle bir takım operasyonlar yapıp hükümeti yıpratmaya çalışıyor, o maşalar yargılanmaya başlayınca da, Türkiye’nin otoriterleştiği algısını yerleştiriyorlardı. Bu yayınlar vasıtasıyla mevzu medya organlarını takip eden insanların zihninde Hitler Almanya’sı gibi bir Türkiye algısı oluşturuldu. Birçok kanaat önderi(!) ve yazar, mükerrer defa “Hitler Almanya’sı-Erdoğan Türkiye’si” benzetmesinde bulundu ve bulunmaya devam ediyor. Hatta umuma açık Batılı bloglarda bu haberleri takip eden Batılıların yorumlarına baktığımızda Erdoğan için en sık telaffuz edilen sıfatın “monster” yani canavar olduğunu hayretler içinde görmekteyiz. Sanki ikinci bir “Kızıl Sultan” propagandası başlamış gibi bir hava var Batı medyasında. Türkiye’nin otoriter bir ülke olduğu zihinlere kazınıyor. Sözün özü Batı, darbe girişimini, Türkiye’deki Batıcı seküler rejimin savunucusu olan TSK’nın Türkiye’deki otoriterleşmeye karşı başkaldırısı ve iktidarı ele geçirmek için yapılan meşru bir müdahale olarak lanse ediyor.

Türkiye’ye yönelik bir diğer itham ise devletin, terörist (!) İslâmcı gruplara destek vererek Ortadoğu’da yaşanan savaşı her geçen gün daha hararetlendirdiği, savaşın Avrupa’ya ve Amerika’ya taşınmasına zemin hazırladığı ve  -zaten her hâliyle fosseptik çukurunu andıran- dünya kamu düzenini tehdit ettiği… Bu iddiayı kuvvetlendirmek için düzenlenen MİT tırları operasyonu malumunuz. Bu çerçevede Türkiye’nin her geçen gün daha da İslâmcı bir çizgiye kaydığı ve Batı’nın bundan endişe duyduğu sıklıkla dile getiriliyor. Nitekim geçtiğimiz haftalarda Fox News’ten Ralph Peters “Türkiye’nin Son Umudu Öldü” başlıklı yazısında, darbenin savuşturulmasıyla birlikte Türkiye’nin otoriter İslâmcı bir yönetime dönüştüğünü söylüyordu. Yaklaşık bir hafta sonra The Economist de, “Arkadaşlığın Tükenişi” başlıklı analiz haberde Erdoğan’ın Türkiye’yi ABD, NATO ve AB’den hızla uzaklaştırdığını belirtiyordu.

Otoriter İslâmcı Türkiye algısına, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında “istikrarsız ve iç savaş yaşayan Türkiye” algısı da ilâve edildi. 15 Temmuz gecesinden beri BBC ve CNN gibi tetikçi medya organları, televizyon kanallarında Türkiye’deki darbe teşebbüsü ile alâkalı yapılan her haberde, Müslüman Anadolu halkının dillerinde tekbirle tanklara karşı direnişini, bir gerilim müziği eşliğinde servis ediyor. Türkiye, sokaklarında çatışmalar olan ve iç savaş yaşayan bir ülke gibi lanse ediliyor. Hattâ İngiliz Daily Express’de 26 Temmuz’da yer alan habere göre, İngilizler, ikinci bir darbe ihtimaline karşı Türkiye’deki vatandaşlarını tahliye etmek için bir plan hazırladı ve bu plana göre, iç savaşın eşiğinde olan Türkiye’deki İngiliz vatandaşlarının kurtarılması için jetler ve helikopterler eşliğinde yapılacak operasyonda, askerlerin gerekirse karşılarına çıkan Türkleri öldüreceği ve havalimanlarının tahliye için işgal edileceğinden bahsediliyor.  İşin alel usul bir darbe girişimi olmadığı, iç savaş ve işgâl girişimi olduğunu sadece bu habere bakarak görebiliriz. Buraya bir “mim” koyalım…

15 Temmuz sonrası süreçte Batılıların en çok dile getirdiği hususlardan biri; Türkiye’de olağanüstü hâl ilân edilerek, sayıları oldukça fazla olan 15 Temmuz darbe teşebbüsü iştirakçilerinin ve FETÖ destekçilerinin bir bir deşifre edilip devlet kurumlarından ihraç edilmesi ve yakalanıp kodese tıkılması… Bizim için artık sıradanlaşan bombalı saldırılardan biri kendi sınırları içinde gerçekleşince olağanüstü hâl ilân edenler, Türkiye’de, hainlerin kendi halkına tanklar, uçaklar ve tüfeklerle saldırdığı bir darbe girişiminin ardından olağanüstü hâl ilan edilmesini ve yapılan operasyonları ağır bir dille eleştiriyor. Yine meşhur The Economist, “Erdoğan’ın intikamı” başlıklı haberde “Türkiye Cumhurbaşkanı Türklerin savunmak için canını tehlikeye attığı demokrasiyi yok ediyor” diyor.

Çok dile getirilen bir diğer husus ise Türkiye’nin artık güvenilir bir ülke olmaktan çıktığı… Bu çerçevede Türkiye ile olan münasebetlerin gözden geçirilmesi konuşuluyor. CFR (Dış İlişkiler Konseyi)’nin yayın organı Foreign Affairs başta olmak üzere birçok kuruluşun, artık Amerikan nükleer silahlarının Türkiye’de güvende olmadığı ve derhâl nakledilmesi gerektiği yönünde yayınlar yapması bunu gösteriyor.

Tüm bunları göz önünde bulundurduğumuzda topyekûn Batı’nın, Türkiye’ye karşı bir harekâta giriştiğini rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Kendilerinin de ifade ettiği üzere aslına rücu etmeye başlayan Türkiye, Batı’nın önünde engel teşkil ediyor. Türkiye’nin yolunun kesilmesini bir ümit gözleyerek karnından konuşan ve düşmanlığını alenen deklare edemeyen Batı, Türkiye’nin sahip olduğu potansiyel dolayısıyla öncelikli tehdit olduğunun farkında… Tabiî bir refleksle bu tarz operasyonlara tevessül ediyorlar ve operasyonların şiddeti de her defasında daha da artıyor.

Gezi Parkı ve 17-25 Aralık süreçlerini içte bir temizliğe tahvil ederek azami kârla atlatan Türkiye, bir yandan PKK sorunu ile cebelleşirken diğer taraftan Batı’dan böyle bir hamle bekliyordu; fakat bunun askerî bir darbe olacağını neredeyse hiç kimse kestiremiyor yahut kestirebilenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. Bu darbe girişiminin akamete uğratılması ve Türkiye’nin yine büyük bir hızla bağırsaklarını temizlemeye başlaması, devletin daha da güçlenmesini sağlayacak. Dolayısıyla bu darbe teşebbüsünden sonra gelecek yeni dalganın, tüm bunlardan farklı ve şiddetli bir seçenek olacağı aşikâr…

Mim koyduğumuz yere dönersek; maşaları vasıtasıyla; Gezi Parkı ile sosyal, 17-25 Aralık ile hukukî iktisadî ve 15 Temmuz ile askerî darbe teşebbüsünde bulunanlar, muvaffak olamamışlardır. Sanıyoruz ki tek meziyeti ihanet olanlarla bu işi artık başaramayacaklarını onlar da anlamışlardır. Bu anlama neticesinde ise doğrudan müdahale ihtimali kendiliğinden açığa çıkmaktadır. Her ne kadar ABD öncülüğündeki Batı, Afganistan ve Irak’ta bataklığa gömüldüğünün farkında olsa da, Türkiye’nin daha da güçlenmesi durumunda kaybettikleri inisiyatifi bir daha geri kazanabilme umudunu da yitireceklerini biliyorlar. Bu sebeple onlar açısından Türkiye’nin önü bir an evvel kesilmelidir; bunun yolu bir askerî dış müdahaleden geçiyor olsa bile… Zira Batı kamuoyunda oluşturulan iç savaş yaşayan otoriter İslâmcı Türkiye algısı, haricî bir askerî müdahaleyi meşru hâle getiriyor.

Türkiye’ye haricî bir askerî müdahalede bulunmak bize göre çılgınlık anlamı taşımasına rağmen inisiyatifi bir nebze olsun tekrar ele alabilmelerinin de yegâne yolu bu gibi gözüküyor. Uzak bir ihtimal de olsa böyle bir adımın atılma olasılığı var. Buna karşılık Türkiye’nin yapması gereken gözü kara bir şekilde yoluna devam etmektir; çünkü bu yolda verilecek en küçük taviz, boynumuzdan çıkarmak için cebelleştiğimiz ve nihayet kırdığımız boyunduruğa yeniden yakalanmamıza sebep olur. Ya prangalardan tamamen kurtulup 15 Temmuz ile yeniden yakaladığımız ruh ile dünyaya tekrar nizam vereceğiz yahut da tarih sahnesine gömülüp gideceğiz. Artık bu yolun dönüşü yok.

Baran Dergisi 499. Sayı