İnsanları ve dolayısıyla cemiyeti ayakta tutan, inanç hissidir. Bir inancın ahlâkî tezahürlerinin olması ise kaçınılmazdır. Bu mânâda devlet, meşruiyetini o ülkede yaşayan insanların inancından alan en büyük ahlâk organizasyonudur; ferdî inanç ve ahlâkın tabii neticesi olan içtimaî inanç ve ahlâk, en kapsamlı halini devlet teşekkülünde bulur. Bunu bize İbda Hikemiyatı öğretiyor. Bu yüzden ferdî ve içtimaî oluşlar ile devlet aygıtı arasında diyalektik münasebet vardır. Devlet ile cemiyet düzeni arasındaki ahengin temini de, cemiyette tesis olunmuş diğer ahlâkî teşekküllerin sağlıklı işlemesinde yatmaktadır. Dolayısıyla İslâmî tüm kurumlar, aslında ancak bir İslâm devletinin şemsiyesi altında sağlıklı bir şekilde var olabilirler. Vakıf gibi hayrî kurumlar, bunların başında gelmektedir. Diğer taraftan bir İslâm devletinde vakıfların teşekkülüne ne kadar çok insan katılırsa, cemiyeti tanzim ediciliği ve içtimaî düzenin sağlanmasındaki müsbet tesiri o kadar çok olacaktır. Devletin üzerinde yükseldiği içtimaî ahlâkın tabanda sürekli gelişip tazelenmesine yol açacaktır.
Burada vakıf ve devlet arasındaki münasebete dair başka bir hususu daha dile getirmek gerekmektedir. İslâm’da devlet, bugünkü anlaşıldığı şekliyle “tanrı” değildir. Devlet, halkın can, mal ve ırz güvenliğini sağlayan ve varlığı Müslümanlar üzerine farz bir mekanizmadır; İslâm topraklarına yönelik haricî ve dâhilî tüm tehditleri bertaraf edip “din yalnız Allah’ın oluncaya” kadar ilây-ı kelimetullah için mücadele eden mekanizma... İçtimaî düzendeki en büyük fonksiyonu ise, denetlemedir. Bunu da yine son tahlilde meşruiyetinden yani İslâm’dan alır, silahından değil. Bu sebepten onun esas vazifesi, içtimaî düzenin İslâm merkezli devamından ibarettir. Devlet, İslâm’da cemiyetin nizam ruhudur ve zaten İslâm ile yoğrulmuş halkın bu halini muhafazaya odaklanmıştır. Yoksa cemiyeti son ferdine kadar şekillendirip tarassut altında tutan ceberut bir kurum asla değildir. Hülasa cemiyetin normal seyri içinde bir İslâm devleti, sürekli “ben buradayım” diyerek varlığını insanların gözüne sokan bir aygıt değil, idaresi altındaki her ferdinin adeta gönüllü memuru olduğu “garantör” silahlı kurumdur. Bu da yine devletin halkı ile aynı idealleri paylaşmasıyla mümkün olur.
Devletin tanrılaşması süreci, dinin değil, onun yerine ikame edilen “Hümanizm”in bir neticesidir. İlkin bilhassa Fransa’da hâkim bu anlayışın, dünyanın geri kalanına ihracı, 19. Asır boyunca Avrupa’da eğitim gören üçüncü dünya ülkelerinin aydınları eliyle olmuştur. Herkesin cemiyete egemen olamayacağı, yönetenlerin yönetilenlerden daima az olduğu göz önüne alındığında, aslında hümanizmin ne olduğu daha iyi anlaşılır: Tanrı’dan gönderilen buyruklar artık bağlayıcı olamayacağına (tabii Avrupa’dan bahsediyoruz) ve Tanrı adına siyasete kimse yön veremeyeceğine göre, yeni bir idareci güruhun ortaya çıkması zaruridir. Bu güruh, artık Avrupa cemiyetlerindeki ana tasnif kıstası toprak mülkiyeti değil, sermaye olduğundan ya da hadiselerin son üç asırlık akışı o istikamette geliştiğinden “burjuvazi” olmuştu. Hümanizm, burjuvazinin kilise ve diğer toprak sahibi soyluların yerini almasının zihnî zeminini oluşturan anlayıştır. Bu burjuvazi, sermayesini paylaşmak istemediğinden ve cemiyet ile devlet üzerinde “aşkın” bir otoriteye sahib bulunmadığından, bunu doğrudan devleti mutlak otorite kılarak gerçekleştirme yolunu tercih etmiş ve “tanrı devlet” telakkisi doğmuştur. Halkı tedip/kendi çıkarına göre şekillendirme açısından bu devlet görüşü son derece faydalıdır. Özellikle eğitimin, bu anlayışın kilisesi “akademi”nin tekeline verilmesi, dünyayı bugünkü içinden çıkılmaz hale getiren gidişatın başlangıcını teşkil etmiştir.
Elbette sahih bir vakfın mevcudiyeti için varlığı zaruri olan İslâm devletinin İslâm cemiyetindeki yukarıda kısaca bahsettiğimiz mevkii, devletin cemiyetle “hemhal” olduğu eski devirler için geçerlidir. Buradaki kritik tabir “İslâm cemiyeti”dir. Yani bir asırlık yoğun kirlenmişlik neticesinde tamamen yozlaşmış ve Müslümanlığı adından ibaret kalmış günümüz İslâm topluluklarının yaşadığı topraklarda, normalde ülkenin en ücra noktasındaki bir insan tarafından bile bünyeleştirilen “devlet eşittir millet” sisteminin ilk anda tatbike konamayacağı açıktır.
İslâmî devlet tasavvuru, kaynağını Mutlak Fikir’den alacağından, her yönüyle idealin peşinde olmalıdır. İşte İbda’nın önerdiği Başyücelik Devleti modeli, yönetme aygıtının milletle aynîleştiği bu devlet tasavvuruna dayanmaktadır. Ancak mevcut içtimaî halin, ideal İslâm devletinin bir anda oluşumuna müsaade etmediği bir hakikattir ve adına “inkılâb” dediğimiz ülkedeki içtimaî yapının yeniden Müslümanlaşması tamamlanana kadarki kısa dönem zarfında aslında görünmez olan devletin son derece görünür bir konumda bulunması kaçınılmazdır. Başyücelik Devleti’nin tüm hususiyetleri, Müslüman bir cemiyet teşekkülü üzerine kuruludur. Bu noktanın akıldan çıkarılmaması ve belki üç-beş yıl sürecek ara dönemde bu devletin ilk kurumlarının içtimaî temellerinin atılması gerekmektedir. Bu kurumlardan biri vakıflar ve bilhassa para vakıflarıdır. Kanaatimizce müstakbel İslâm ülkesindeki bütün bir ekonomi ve finans sistemi, bu hayrî kurumlar vasıtasıyla düzenlenebilir; bunun nasıl olabileceği üzerine yoğun zihnî çaba sarf edilmelidir.
İslâm toplulukları içinde vakıf ve sosyal düzen münasebetinin diğer bir yönü, insanların içtimaî hayata iştirakinin sağlanmasıdır. Sevab kazanmak saikiyle vakıf kuran Müslümanlar, aynı zamanda bu hizmetlerin telef olmaması ve sürdürülebilmesi için de gayret göstermişlerdir. Katılımcı cemiyet diye tanımlayabileceğimiz bu fenomen, herkesin civarındaki eserlere sahib çıkmasını sağlamış, böylece bütün vakıf hizmetlerinin daha uzun bir müddet ayakta kalması temin olunmuştur. Avarız vakıfları, yardım sandıkları vb. katılımın çok daha geniş olduğu para vakıflarında ise bu husus bilhassa göze çarpmaktadır. Normalde bir vakfı tesise imkânı olmayanların mevcut bir avarız vakfına veya “sandık”a iştiraki mümkündü. Bu şekilde hem bu vakıfların sermayesinde ciddi bir birikim toplanmakta hem de Müslümanlar vakıf gibi ebedi âleme irtihal etseler bile daima sevab defterlerini açık tutacak bir hayır işine ortak olabilmekteydiler. Böylece İslâm’ın başlangıcından itibaren bugün anlaşıldığı şekliyle tüm beledî, bayındırlık ve diğer devlet hizmetleri (yol-köprü yapımı, sağlık ve cenaze hizmetleri, eğitim, din hizmetleri, vs.) Müslümanlar tarafından vakıflar vasıtasıyla gerçekleştirilmiştir. İslâm tarihinde böylesine çok vakıf bulunmasının sebebi budur.
Hülasa vakıflar, özellikle de para vakıfları, aynı anda birkaç faydanın devşirilmesine imkân tanımıştır:
1)Vakfı kuran veya daha sonradan katılanlar, ölseler bile sevab kazanmayı sürdürmektedirler,
2)Vakıf hizmetleri halkın doğrudan iştiraki ile ortaya çıktığından, devlete hiç bir külfet yüklememektedir,
3)Böylesi eser ve hizmetlerin verilmesi, ülke iktisadına büyük bir fayda sağlamakta, hem üretimi hem istihdamı teşvik etmektedir,
4)Vakıf hizmet ve yapıları, hem oluşumuna iştirak ettiğinden hem de mukaddes görüldüğünden halk tarafından korunup gözetlenmektedir,
5)para vakıfları sayesinde yatırım yapacak olanların veya borçluların muhtaç oldukları nakit ihtiyacı giderilmekte ve bu sayede üstü örtülü tefecilik fiilen ortadan kaldırılmaktadır,
6)Vakıflar tarafından beslenen içtimaî kurumların, bilhassa okulların devletten bağımsızlığı sağlanmakta ve böylece zihni hür nesillerin yetişmesi mümkün olabilmektedir.
Şimdi konumuz olan para vakfı bahsinin teferruatına geri dönelim.
Para Vakıflarının Çalışma Usulleri
Nazariyatta misli mallar ve elbise ile paranın vakfının cevazına dair ilk rivayeti İmam Züfer’den talebesi Muhammed b. Abdullah el-Ensârî yapmıştır. Ona bu paradan nasıl faydalanılacağı sorulunca “paralar fakirlere borç olarak verilir; buğday gibi misli mallar da borç olarak verilir, alan ekip biçtikten sonra borcunu misliyle geri getirir; giyecekler de ihtiyaç sahiplerine âriyet (kullanmak üzere emanet) olarak verilir, ihtiyaçlarını giderince getirirler.” Bazı kaynaklarda bu ifade İmam Züfer’e aitmiş gibi nakledilmektedir. Paranın vakfedilebileceği görüşü İmam Züfer’e ait olmakla birlikte, vakıf paradan nasıl yararlanılabileceğine dair bu görüş, Züfer’in görüşünü nakleden talebesi Muhammed b. Abdullah el-Ensârî’ye aittir. Teoride, vakıf para için şu tip muamelelerin olabileceği söylenmiştir:İbda (bir kimsenin kârı tamamen kendisine ait olmak üzere diğer bir kimseye sermaye vermesi; burada, vakıf parayı hayır amacıyla işletip kârın tamamını vakfa vermek),
Karz (vakıf parasını hiçbir gelir getirmeksizin, sırf Allah rızası için ödünç vermek),
Mudarebe (emek-sermaye ortaklığı; vakfedilen para sermaye olarak birine verilir, o da parayı ticarette çalıştırır, elde edilen kâr vakıf ile o şahıs arasında, önceden tespit edilen nispetlere göre paylaştırılır, zarar olursa sermayeden karşılanır),
Murabehe (vakıf para ile peşin mal alıp vadeli satmak yoluyla kâr elde etmek veya vakıf parayı belli bir vade ile ve şer’î bir muamele yoluyla belli bir kâr karşılığında borç vermek).
Bunlardan en çok kullanılan yöntem “Murabehe”dir.
Başlıklar halinde verdiğimiz bu usulleri gelecek sayımızda açarak bahsimize devam edeceğiz.
Baran Dergisi 499. Sayı