Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın çıkarmış olduğu isyanı bastırmak için İngilizlerden yardım isteyen dönemin Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa'ya, İngilizler, iki ülke arasındaki ticarette kendilerine imtiyazlar sağlayacak bir anlaşmanın imzalanması karşılığında yardım edecekleri cevabını verirler. Neticede 1838'de Baltalimanı Anlaşması imzalanır.
Bu anlaşmaya göre:
1. Tekel sistemi kaldırılıp Britanyalılara diledikleri miktarda hammaddeyi satın alma imkânı verilir.
2. İç ticarete Osmanlı vatandaşlarının yanı sıra Britanyalıların da katılması öngörülür.
3. Britanya vatandaşları Osmanlı ürünlerini Osmanlı tebâsından olan tâcirlerle aynı vergi koşulları altında satın alma hakkına sahip olurlar.
4. Britanyalılarla olan transit ticaretten alınan vergi resmi kaldırılır.
5. Büyük Britanya gemileriyle gelen Britanya malları için bir defa gümrük ödendikten sonra, mallar alıcı tarafından nereye götürülürse götürülsün bir daha gümrük ödenmemesi şartı getirilir.
İngilizlere bu imtiyazların verilmesinden sonra 1838-1841 arasında diğer önde gelen Avrupa devletlerine de aynı imtiyazlar verilmiştir.
Anlayacağınız, bunlar sömürüye atılan imzalardır. Yabancı sermaye ve üretim koruma altına alınır, pazarlarımız denetimsiz bir şekilde önlerine açılırken, yerli sermaye ve üretim yok edilmiştir. Dışa bağımlı iktisat anlayışımız Baltalimanı anlaşmasıyla temellenir ve zaman içerisinde de gelişip bu günlere gelir. Bu süreç içerisinde iktisadî yapıyı elinde tutanlar, kendi çıkarları doğrultusunda siyasî rüzgârın da hangi yönden esmesi gerektiğine karar verenler olmuşlardır.
1838 ve devamındaki süreçte kurulan yabancı menşeili oligarşik yapı, günümüze kadar hemen hemen her iktisadî vakada-krizde ve iktisadî açıdan kendisine zarar-yarar sağlayacak yasaların, kanunların çıkarılmasında başrol oynamıştır, hemen hemen her siyasî ve içtimaî hâdisede müdahildir. Sömürü düzeninin sekteye uğramaması adına bir ayağı içeride, bir ayağı dışarıda sağlam ittifaklar oluşturulmuş, sıkı dostluklar kurulmuştur. İngilizler tarafından temeli atılan bu yapı Hristiyan-Yahudi emperyalizminin çıkarlarının hizmetkârıdır. Bu derin yapıya hizmet eden devletler, siyasetçiler, iş adamları, medya organları ve kalemşörler mevcuttur. Günümüzde ABD, İngilizler ile birlikte, dünya sisteminin tepesindeki güç/jandarma olarak bu düzenin yürütülmesinden sorumludur.
Bu yapı siyasete o kadar çok müdahil olmuştur ki, 1. Meşrutiyet, 2. Meşrutiyet, 31 Mart Vakası, Ali Şükrü Bey'in katli ve 1. Meclisin lağvi ile ortaya çıkan 1923 darbesi, 27 Mayıs 1960 Darbesi, 12 Mart 1971 Muhtırası, 12 Eylül 1980 Darbesi, 28 Şubat Post-modern Darbesi derken Anadolu "Darbeler Yurdu" olmuştur. Gayet tabiî bir şekilde bu güruhun en büyük düşmanı da haksızlığa ve adaletsizliğe asla göz yumulmamasını emreden İslâm dini olmuştur. Neticede bu yapı "Hak ve Halk Düşmanı" olarak vazifesini icra etmektedir. Müslüman halkın yeniden kalkınıp şahlanması ise bu güruh için felaket manası taşımaktadır. Üstad'ın tesbiti ile "bayrak Anadolu'da düşmüş, Anadolu'da kalkacaktır" ve bu bayrağın kalkması demek İslâm Âleminin sömürü çarklarının dişlilerinden kurtulması demektir.
İşte bu sebeple II. Abdulhamid Han'ın devrilmesindeki siyonist-sabatayist tezgâh aşikârdır. Osmanlı'nın istenmemesi sebebi de İslâmî mayasıdır ve Osmanlı'nın yıkılması ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nde bu kirli tezgaları kuranlar kendilerine daha geniş bir manevra sahası oluşturmuşlardır.
1950'de iktidara gelen, 1952'de Türkiye'yi NATO üyesi yapan ve ilk beş senesinde sanayi alanında büyük atılımlar gerçekleştiren ve kalkınma yolunda koşar adım ilerleyen Menderes'in 1950'lerin sonlarına gelindiğinde kalemi kırılmıştır. Bu süreçte oluşturulan sunî ekonomik kriz, Menderes'i ABD'den ekonomik yardım istemeye itmiştir. Bu yardımı alamayan Menderes, Sovyetlerle iyi ilişkiler kurarak, kendince yeni bir denge siyaseti oluşturmaya çalışsa da, gerek mizaç, gerek siyasî perspektif , gerekse iktidarının ilk yarısında durumun bu noktaya geleceğini düşünemeyip pozisyon alamaması sebebiyle bu yapının elinden kurtulabilecek çapa erişememiştir. İktisadî açıdan kıskaca alınması neticesinde, Menderes çözümü para basmakta bulup yangına körükle gitmiş ve develüasyona sebep olmuştur. Ülkede ortaya çıkan gerilim bu derin yapı tarafından provoke edilmiş ve böylece %60 civarında oy ile iktidara gelen bir parti ve onunla birlikte halkın ümitleri sükutu hayale uğramıştır.
Yine 12 Mart 1971 Muhtırası'nı hatırlayalım... Mason olarak bilinen ve ABD ile sürekli iyi geçinmeye çalışan Süleyman Demirel... Pragmatist bir mizaca sahip olan Demirel, "ABD'nin haşhaş ekimini durdurma isteği"ne, Türkiye'de haşhaşın kendi memleketi olan Isparta'da yetiştirilmesi ve bundan büyük gelir elde etmesi sebebiyle karşı çıkmıştır. Basit bir sebeb gibi görünebilir, ama dünyanın tepesinden bu ülkeyi idare edenler için bu yeterlidir. Netice ortada...
12 Eylül 1980... Soğuk Savaş'ın son aşaması Türkiye, NATO üyesi olarak Sovyetlere karşı olan misyonunu tamamlamıştır. Yeni bir misyon, yeni bir yapı... Liberal kapitalizmin son safhası için hazırlık.
Yine ABD desteğini arkasına alarak iktidara gelen ve serbest piyasa ekonomisinin Türkiye'deki sembolü olan Özal'ın bir suikast neticesinde öldürülmesi... Hizmet sona erdiğinde uyanan siyasîler her zaman için emellere zarar verebilme potansiyeline sahiptir.
Erbakan hakeza... İslâmî hassasiyet güden bir ideoloji ile iktidara geliyor. "Emekliye bu kadar zammı nasıl veriyorsunuz?" diye soran gazeteciye eliyle "muslukları kıstım" diye işaret ediyor. Cevap çok açık; bu lobinin içine bodoslama dalan Erbakan'ın iktidarı fazla uzun sürmüyor... Siyasî komplolar ve medyanın da yardımıyla olmayan bir kaygı, varmış gibi gösteriliyor. Derin yapının elinde olan silahlı kuvvetler bu yapının kendisine verdiği görevi yine başarıyla icra ediyor.
2001 krizi yapı itibariyle nasıl bir kriz? Kemal Derviş'in ekonomi modeli kime hizmet ediyor? Bunları tartışmaya bile gerek yok aslında...
Ve günümüz... AKP 2002'de iktidara geliyor. Sanayileşme ve kalkınma yolunda adımlar atılıyor, diğer taraftan liberal ekonominin nimetlerinden de faydalanarak millî çıkarların bazen gözardı edildiği özelleştirme politikalarıyla günler kurtarıla kurtarıla bugüne geliniyor. Bu yapı ilk 8-9 senelik süreçte yine en çok kazanan olurken, bunu başbakan Tayyip Erdoğan da "en çok bizim dönemimizde kazandılar" diyerek kabulleniyor. Diğer taraftan kalkınma ve iktisadî prangalardan kurtulmak adına gerçekleştirilmesi planlanan projeler lobilerin canını sıkıyor ve düğmeye basılıyor.
Burada dikkat etmemiz gereken husus ne Türkiye 1960 veya 28 Şubat 1997 Türkiye'si, ne de küresel siyasî konjonktür o dönemlere benziyor... En önemlisi Türkiye'de bu lobinin tetikçisi olan silahlı kuvvetler komplolara doğrudan katılabilecek pozisyonda ve durumda değil; bu sebeple silahlı bir darbe seçeneği -en azından şimdilik- imkânsızlaşırken büyük çaplı bir halk hareketi hedefleniyor.
Malum bazı unsurları göz önünde olan bu "yapı" etkisizleştirilmeden bu memlekette kimseye rahat yüzü yoktur. Gerisi lâfı güzaf...
Baran Dergisi 336. Sayı