Zaten başından itibaren kâğıt üstündeki işlevinden uzak olan Birleşmiş Milletler ve ona bağlı müesseseler, özellikle iki kutuplu düzenin ortadan kalkması ve güçler dengesinin dağılmasının ardından işlevini tamamıyla yitirmiştir.
Amerika’nın tüm siyasî, askerî ve iktisadî gücüne mukabil dünya siyasetinde tek hâkim güç olduğu dönemin çok uzağında; “bütün ideolojiler öldü, artık bir tek liberalizm yaşıyor” safsatasının geçerliliğini kaybettiği günleri yaşıyoruz. “Adaletsizlik” üzerine kurulu olan (Salih Mirzabeyoğlu’nun cezaevinden çıktıktan sonra verdiği konferansa “Adalet Mutlak’a” ismini vermiş olmasına, müesses nizamın adaletsizlik üzerine kurulu olması çerçevesinden bakmak yerinde olacaktır.) “eski”nin öldüğü; fakat yerine “yeni” neyin ikame edileceğinin bilinmediği, kaosun âdeta insan organizması gibi bir bütün hâline gelen “global dünya”nın tüm kılcal damarlarına sirayet ettiği bir süreçten geçiyoruz.
Bir isim verilecek olsa bu dönemin adı ne olurdu? Hiçbir kaidenin olmadığı, dünyanın siyasî ve iktisadî güç merkezlerinin değiştiği ve yeni merkezlerin bir türlü ortaya çıkamadığı, hepsinden öte baş döndürücü bir hızla yaşanan hadiselere ve inkişaf eden teknolojiye nazaran bir ahlâkın oluşmadığı, insanın ruhî açlığının giderilemediği günlerin tarifi adına en uygun kavram zannediyorum ki “anarşi dönemi” olacaktır.
Aslına bakılırsa, dünya bu manzaraya hiç de yabancı değil; ve geçmiş tecrübeler gösteriyor ki bu vaziyet “uzun haksızlıkların kaçınılmaz neticesi”nin zuhuru arifesinde olduğumuzun da habercisi. Zira, uluslararası arenada yaşananlar buzdağının görünen yüzü, siyasî ve iktisadî buhranın aksülameli iken, tüm bunlar ise bir ahlâk manzumesine nisbetle hareket etmekten azade cemiyetlerin ve ruhî açlığı iliklerine kadar hisseden fertlerin varlığının bir neticesi olarak görülebilir. Nitekim, tek tek ferdlerin yaşadığı korku ve ümitsizlik kaynaklı histeriler ruhî açlığı gösterir. En son kertede ise tüm bunlar, buhranın kaynağını işaret eden ve bir bütün hâlinde ele alınması icab eden amiller ve neticeler karşımızda duruyor.
Memleketimiz de dahil olmak üzere dünyanın neresine bakılırsa bakılsın tek nazarda varlığı hissedilebilecek “anarşi dönemi”ni, müesses nizamı, yakın geçmişini ve bugün yaşananları ele almak suretiyle anlamaya çalışalım.
Köhnemiş dünya kamu düzeni
Girişte yıkılmakta olduğundan söz ettiğimiz, Anglo-Sakson patentli uluslararası sistemin temelleri II. Dünya Savaşı sonrasında atılır, akabinde Batı merkezli kapitalist anlayışın ve ondan neşvünema bulan sistemin yapılarının yerinde durması suretiyle çeşitli güncellemeler yapılarak bugünlere kadar gelmesi sağlanır.
II. Dünya Savaşı sonrasında savaştan galip çıkanların galibiyetlerini tasdik, “eşitler arasında daha eşit” olanların menfaatlerini ve güç dengesinin korunmasını korumak adına Birleşmiş Milletler kurulur. İdeolojik bir kamplaşma çerçevesinde iki kutuplu bir dünya sistemi ortaya çıkar ve güçler dengesi kurulurken ABD’nin başını çektiği Batı Bloku ülkeleri tarafından NATO, Sovyet Rusya’nın başını çektiği Doğu Bloku ülkeleri tarafından ise Varşova Paktı isimli savunma organizasyonları oluşturulur.
Tüm yapıları tek tek incelemek için yerimiz olmadığından ve aslında buna gerek de bulunmadığından diğerlerine zaman zaman atıflar yapmak suretiyle sistemin temelini teşkil eden Birleşmiş Milletleri kısaca ele alalım.
Sistemin siyasî mânâda temel yapısı Birleşmiş Milletlerdir; Çin’in entegrasyonu ve iki kutuplu dünya düzeninin Doğu Bloku olan SSCB’nin çöküşünün ardından yaşananlar -buraya bir mim koyalım çünkü içinde yaşadığımız “anarşi dönemi”nin başlangıç noktası da burasıdır- ise bu güncellemeler çerçevesinde değerlendirilebilir.
Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın birinci maddesinde bu organizasyonun “milletlerarası barış ve güvenliği korumak” maksadıyla oluşturulduğu iddia edilse de, örgüt bunu hiçbir zaman sağlayamamıştır, oligarşik bir zümrenin ve seçkin üyelerinin menfaatlerine hizmet eden bir yapı olmaktan öte gidememiştir. Bilhassa organizasyonun çekirdeği olan Güvenlik Konseyi’nde II. Dünya Savaşı’nın galibi olan ülkelere daimî üye statüsü ve veto hakkının verilmesi Birleşmiş Milletlerin üstünlerin hukukunu ve menfaatlerini esas alan bir zemin üzerinde yükseldiğini izhar eder.
Birleşmiş Milletler başta olmak üzere onla organik yahut inorganik ilişki içerisinde kurulan uluslararası müesseseler üzerinde yükselen mezkûr sistemin temelini teşkil eden görüş, tabiatı icabı menfaatlerini gözeten ve güç kazanmayı arzulayan insanı, bu uğurda hiçbir insanî değere kıymet vermeden her türlü habisliği yapabilecek bir varlık olarak tanımlar. Mikro diye ifade edebileceğimiz insanın makro plandaki yansımasının devletler ve uluslararası politika olduğunu düşünürsek, devletler de ferdlerle aynı düşünce düzleminde inşa olunur. Bu anlayışa göre; “Devlet mahiyeti itibariyle güçlünün zayıflar üzerindeki baskısını, güçlünün zayıfı sömürmesini, yenenin yenilen üzerindeki otoritesini sağlayan ve bunu devam ettiren bir teşkilâttır; bu teşkilât sayesinde güçlüler mevkilerini, yenenler imtiyazlarını muhafaza eder. Bu çerçevede hukuk da baskı ve sömürüyü devam ettirmek, direnişleri önlemek için koyulmuş kurallardır.” (Mirzabeyoğlu, 2004: 53) Dolayısıyla sık sık vurgu yapılmasına rağmen bu temel düşünce etrafında teşekkül etmiş bir sistemde, uluslararası hukukun varlığından söz edilemez, birbirinin gözünü oymanın temel şiar olduğu liberal-kapitalist anlayışla inşa edilen bir uluslararası sistemin farklı bir zeminde teşekkül etmesi de düşünülemez; tek kural, güçlü ve gözükara olanın menfaati için istediğini yapması ve yaptırmasıdır. Bu sistemin uluslararası hukuk telakkisi ancak ve ancak güçlü olanların icrası altında bulunan fiili durumun paravanı olabilir. Dünya tarihi bunun örnekleriyle doludur; mesela, “self-determinasyon” olarak adlandırılan “milletlerin kendi kaderini tayin hakkı” müesses nizamın en önemli kuralı olarak öne çıkarılmasına mukabil sürekli çiğnenmiş, istihbarî faaliyetler, toplumsal mühendislikler yahut doğrudan askerî müdahalelerle “demokrasi götürmek” bahanesiyle zayıf devletler ve milletler “zorlanarak” paryalaştırılmıştır.
Zaten başından itibaren kâğıt üstündeki işlevinden uzak olan Birleşmiş Milletler ve ona bağlı müesseseler, özellikle iki kutuplu düzenin ortadan kalkması ve güçler dengesinin dağılmasının ardından işlevini tamamıyla yitirmiştir. Savaşların önüne geçmek ve milletlerin haklarını müdafaa etmek iddiasındaki Birleşmiş Milletlerin, uluslararası hukuka aykırı bir biçimde hareket eden devletlerin sadece ve sadece kınanabildiği, barış masallarının anlatıldığı bir platformdan başka bir mânâ ifade etmediği artık tüm dünya tarafından bilinen bir gerçek hâline gelmiş, dolayısıyla “uluslararası sistem” insanların zihninde çoktan yıkılmıştır.
Bugün sıkça konuşulduğu üzere Birleşmiş Milletlerde reform yapmak suretiyle sistemin devamlılığını sağlamak yönündeki düşünce ise beyhude bir çabadan ibarettir. Zira zihniyet yerinde dururken yapılacak idarî düzenleme, bir şeylerin değiştirilebileceği fikrinin oluşmasından başka bir fayda sağlamaz.
Uluslararası iktisadî düzen ve Petro-Dolar sistemi
ABD öncülüğünde II. Dünya Savaşı’nın ardından global iktisadî rejimde de tabiî olarak değişikliğe gidildi. Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası üzerinden müesseseleşen Bretton Woods sistemi ile beraber dolar rezerv para olarak belirlendi. ABD, kurmuş olduğu siyasî ve askerî hâkimiyeti bu sayede tescilledi. Bretton Woods sistemine göre bastığı dolar miktarına oranla elinde altın bulundurması gereken ABD, kendi koyduğu kuralı delip karşılıksız dolar bastı. 1970’lerde ise piyasadaki dolar miktarı ile altın miktarı arasındaki uçurum sebebiyle kendi inşâ ettiği sistemi yıktı ve yerine yeni bir model arayışına girişti. İnsanların zihninde ona atfettiği kıymetten başkaca bir değeri bulunmayan Amerikan dolarının gerçek bir değere endekslenmesi icab ediyordu. ABD, 1973 senesinde Suudi Arabistan ile yaptığı anlaşmayla petrol ile dolar arasında bu münasebeti kurdu. Artık Suudi Arabistan petrolü dolar ile satacak, ABD de bunun karşılığında Suud’un güvenliğini sağlayacaktı.
1975 yılında ise OPEC ülkelerinin tamamının bu anlaşmaya iştiraki sağlandı. “Petro-dolar döngüsü” olarak adlandırılan bu sisteme göre; petrol ihraç eden ülkeler, petrolü yalnızca dolar üzerinden satabilecek, bu ticaret ise sadece Amerikan bankaları üzerinden yapılabilecekti. ABD de bu devletlerin ve petrolün güvenliğini sağlayacaktı. Böylece dünyanın siyasî ve askerî olarak hâkimi konumunda bulunan ABD, iktisadî sistem üzerindeki kontrolünü de devam ettirecekti… Ve ettirdi de, bu sistem hâlen geçerliliğini koruyor. ABD, doları aynı zamanda politik bir güç aracı olarak kullanıyor. Sürece göz attığımızda, petro-dolar döngüsünün iktisadî olmaktan ziyade siyasî ve askerî gücün tezahürü olduğunu da görebiliyoruz.
Zira bu sistemin muhafazası adına küresel diktatörler çok can yaktı. Amerika’nın gadrine uğramak müşterek paydasında buluşan Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin, Libya Devlet Başkanı Muammer Kaddafi ve Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez, ABD’nin bu uğurda canlarına acımasızca kastettiği liderler oldu.
Oligarşik düzen
Mevzu sistemin hizmet ettiği odaklar sadece bizim gördüklerimiz ve yukarıda sözünü ettiklerimiz değil. Adına her ne denilirse denilsin, dünyada yaşanan birçok hadiseye müdahil olan fakat kendisini bir şekilde gizleyen elitlerin varlığı artık kimsenin reddedemediği bir gerçek hâline geldi. Adına ister Yahudi diyelim ister Pagan diyelim, bu kimselerin temelde tek inancının hırsları olduğunu, bu bakımdan nefse ve şeytana hizmette gönüllülüklerini ve kapitalist sistemi yaşatmak için ellerinden geleni yaptıklarını unutmayalım. Dolayısıyla kapitalizm sadece bir ekonomik sistem olarak anlaşılmamalıdır. O aynı zamanda ruhun karanlık kutbu nefse hitap eden bir ideolojidir. Bu ideolojiye sahip olanlar geleceğini sağlama almak için kendi dışındaki her şeyi baskılamakta, fertleri ve toplumları tek tipleştirmekte, insanları kapitalist bir diktatoryanın hâkimiyeti altında yaşamaya mahkûm etmektedir. Bunun için de güç tekelini elinde bulundurma yetkisine sahip olan devlete ihtiyaç vardır.
Zira kapitalizm siyaset ile sermayenin uzlaşısının bir neticesiydi. Kapitalizmin tüm dönüşüm süreçlerinde vatansız olan sermaye, farklı siyasetçiler ve devletleri kendisine beden yapmak suretiyle devamlılığını sağladı. Fernand Braudel “Kapitalizmi modern devlet kurmamıştır, kapitalizm ona miras kalmıştır ve bu sisteme kimi zaman yararlı kimi zaman değildir; kimi zaman yayılmasına izin verir kimi zaman köstekler. Kapitalizm ancak devletle özdeşleştiğinde, devlet olduğunda başarıya ulaşır.” (Braudel, 2014: 62) der. Bu çerçevede, öncesinde Hollanda ve İngiltere’nin olduğu gibi yaklaşık 150 yıldır ABD, kapitalizmin kendisine biçtiği beden hüviyetindedir ve dünya düzeni de ABD’nin hamiliğinde kurulan müesseseler üzerinde, onunla birlikte yükselir. Kapitalistler, geciken kapitalist dönüşüm sürecinde ABD’nin yerine kendisine yeni bir beden bulduğu takdirde ABD’den vazgeçmek konusunda da tereddüt etmezler, çünkü yukarıda belirttiğimiz gibi vatansızdırlar ve herhangi bir zümreye aidiyet hissetmezler.
Sermaye yâni kapitalist oligarşik zümre bilhassa II. Dünya Savaşı’nın ardından küreselleşmenin hızlanmasıyla öylesine güçlenir ki, yine geleceğini garanti altına almak adına siyasete de tahakküm kurma teşebbüsünde bulunur, toplumları şekillendirip tep tipleştirir. Bugün tüm sahalarda küreselci-ulusalcı şeklinde yapılan tasnifin yahut halklar arasında modern (veya postmodern)-gelenekçi şekildeki ayrışma da bu eksenden doğarken ortaya çıkan birçok hadise de bu vaziyetin arazları olarak göze çarpar.
Siyasî düzenin çöküşü
Mim koyduğumuz yerden devam ederek bugüne gelelim ve siyasî olarak yaşananlara bir göz atalım:
Üstad Necip Fazıl “Ey düşmanım sen benim ifadem ve hızımsın / Gündüz geceye muhtaç bana da sen lâzımsın!” dizeleriyle düşmana sahip olmadan terakkinin gerçekleşmeyeceğini çok veciz bir biçimde ifade eder.
SSCB’nin çöküşünün ardından dünya hâkimiyetini tek başına ele alan ve o andan itibaren tüm ideolojilerin öldüğünü, dünyada kendisinden başka bir şeyin kalmadığını iddia eden Batı merkezli liberal itikadın müesses nizamdaki mücessem hâli ABD ve öncülüğünü yaptığı NATO düşmansız kalır. Maddenin tabiatı gereği bir zıt kutba olan ihtiyaç üzerine NATO Sovyetlerin yerine Müslümanları düşman olarak karşısına alır. Fakat, Müslümanların zayıflığı ve “topyekûn” bir görüntü arz etmekten uzak vaziyeti Batıya karşı bir kudrete dönüşür; bir yandan zayıf düşman karşısında terakkiden uzaklaşan Batı bloku, diğer yandan karşısındakilerin güçlenmesi ile yüzleşmek mecburiyetinde kalır. Esasında 1990 yılında Sovyetlerin yıkılışının ardından Irak’ın işgali sırasında George Bush tarafından “Amerikan liderliğinden başka alternatifin kalmadığı” iddia edilen “Yeni Dünya Düzeni” tam mânâsıyla kurulamadan fiyaskoya dönüşürken 11 Eylül 2001’de gerçekleştirilen saldırılar, savaşın ABD topraklarına taşınmasına ve ABD’nin vurulamaz olduğu düşüncesinin de yıkılmasına sebep olur. İşte bu hadise Yeni Roma Amerikan imparatorluğunun çöküşünün başlangıcı olarak değerlendirilebilir.
Daha sonra önce Afganistan, ardından ise Irak’ı işgal eden ABD, bu işgallerle düşmanlaştırdığı Müslümanlara tepeden bomba yağdırmak suretiyle dünyada masum sivillere yönelik gerçekleştirilen en büyük katliamlara imza atmasına mukabil Müslümanların direnişini kıramaz. Afganistan’da ve Irak’ta tabiri caizse bataklığa saplanır.
Politikada irade ve itibar son derece önemli iki unsurdur, itibarı zedelenen ABD için Afganistan ve Irak’ı işgal etmek bir zaruret gibi göründü ve kendi koydukları “ululararası hukuk” kurallarına aykırı şekilde bunu yaptılar. Akabinde yaşanan süreçte ise dünyanın güç ekseni de Batıdan Doğuya doğru hızla kaydı zaten ve bu güç dağılımı son yıllarda farklı güç merkezlerinin ortaya çıkmasını da sağladı. Buna rağmen yine de doğan güç boşlukları doldurulamadı.
Değişimin arefesinde ABD’nin yine de sorgulanmaz bir biçimde siyasî, iktisadî ve askerî bakımdan en güçlü devlet konumunda olmasına mukabil 20 yıl önce girdiği Afganistan’dan işbirlikçilerini de ardında bırakarak arkasına bile bakmadan kaçmasıyla yeni bir perde açıldı.
Afganistan hezimeti ne değiştirdi
Afganistan’da 20 sene boyunca ABD’ye direnen, tüm imkânsızlıklara rağmen bir irade ortaya koyan Taliban 2021’in Ağustos’unda ABD’ye büyük bir mağlubiyet tattırdı. Taliban’ın tüm imkânsızlıklara rağmen Amerika’yı hezimete uğratması sadece kudreti zayıflığından gelen Müslümanların Amerika’yı dize getirmesi değil, tüm dünya için yeni bir çağın başladığının da işaret fişeği niteliğindeydi.
Taliban’ın mücadelesi ve zaferi başta Müslümanlar olmak üzere tüm dünyaya çok büyük askerî imkânlara sahip olan bir ordu karşısında, kısıtlı imkânlarla fakat doğru bir strateji, şüphesiz bir inanç ve çelikten bir irade ile yürütülen mücadelenin başarıya erişebileceğini gösterirken; “yenilmez imparatorluk” olarak görülen, iktisadî ve askerî bakımdan kendisine en yakın iki rakibinin toplamından kat be kat büyük ve fazla imkâna sahip olan ABD’nin de kaybedebileceği fikri şuurlarda bir alternatif olarak yerini aldı. Elbette, Taliban’ın tüm kıt imkânlara rağmen inançla sürdürdüğü bu mücadeleden zaferle çıkmasını hazmedemeyen Batıperestler gerek memleketimizde gerekse de dünyada farklı yerlerinde akıllara ziyan iddialarla ABD’nin yenilemeyeceğini, işin içinde bir oyun olduğunu iddia etse de, mahallenin kabadayısının bir tokat yemiş olma fikrinin oluşması dahi başlı başına çok büyük bir hadisedir.
Öte yandan, ABD’nin en önemli hususiyeti, gittiği her coğrafyada içeriden devşirdiği işbirlikçiler vasıtasıyla iş görmüş bir devlet olmasıdır. Irak’ta, Afganistan’da, Suriye’de ve Büyük Doğu coğrafyasında akla gelebilecek her ülkede Amerikan işbirlikçileri ya iktidarda efendisine hizmet etmekte yahut da efendisi namına iktidarı ele geçirmek için uğraşırken kendi ülkesini istikrarsızlaştırmakta ve zayıflatmaktadır. ABD’nin Afganistan’ı terk ederken uçakların iniş takımlarına tutunarak kaçmaya çalışan işbirlikçilerini arkasında nasıl bıraktığını bütün dünyanın seyretmesi, “bir gün bizim de başımıza bu gelir mi?” sorusunun oluşması bakımından işbirlikçilerin yüreğine ilahlarına dair şüphe tohumlarını da ekmiş oldu.
Hülasa Taliban doğru bir stratejiyle inancın ve iradenin teknolojiye karşı olan üstünlüğünü, ABD’nin yenilmez olmadığını, işbirlikçilerin sonunun nasıl olacağını tüm dünyaya ilan eden bir zafer kazanarak dünya tarihinde çok önemli eşik taşı olmuş ve Afganistan İslâm Emirliği’ni ilân etmiştir.
Kaosa açılan kapılar
ABD’nin tüm maddî gücüne rağmen Afganistan’da kaybederek dizlerinin üzerine çökmüş bir dev görüntüsü vermesi son birkaç yıldır kuvvetlenen ülkeler için doğan güç boşluğunu doldurmak adına bir fırsatı beraberinde getirdi ve bunun neticesi olarak dünya 2022 yılına Çin-Tayvan ve Rusya-Ukrayna krizleriyle girdi.
NATO’nun sürekli genişleme politikalarıyla 1990’larda ve 2000’lerin başında köşeye sıkıştırdığı, Putin liderliğinde ise yeniden atağa geçen Rusya, 2008’de Gürcistan’a, 2014’te ise Kırım’ı alarak Ukrayna’ya karşı bir savaş pozisyonuna geçmiş ve yeniden eski günlerine dönme sinyalleri vermişti.
Afganistan’da ortaya çıkan manzaranın ardından, Amerika’nın bundan sonra herhangi bir yerde operasyonuna destek verebilecek işbirlikçi bulmasının zor olduğunu düşünürken, bu yazının yazıldığı sırada bir savaşa dönüşen Rusya-Ukrayna krizinde, ABD ve müttefiklerinin en baştan beri âdeta gaz verdikleri Ukrayna’yı Rusya’nın önüne atması ve nihayetinde “Rusya Ukrayna’yı topyekûn işgal etse bile Rusya ile savaşmayacağız.” diyerek sadece ekonomik yaptırımlarla iktifa edeceğini duyurmasıyla Rusya’nın işgale başladığını gördük. Tüm dünyada ABD ve Batı blokunun imajının ne hâle geldiğini, herkesin eleştiride bulunduğunu seyrederken, ABD’nin Rusya’ya karşı tüm dünyayı yeniden harekete geçirmesi, Afganistan’da çizilen façasını kendisine karşı en büyük güç merkezi olarak gösterilen Rusya’yı terbiye etmek suretiyle düzeltme ve kendisine karşı oluşturulan çatlağın büyümesini engellemek maksadı çerçevesinde çaba sarf ettiğini ihtar ediyor. Bu kriz sayesinde Biden’ın tabiriyle “NATO’nun hiç olmadığı kadar bir araya gelmesini” sağlayan ABD öncülüğündeki Batı blokunun, “finansal nükleer silah” diye tabir edilen “swift sisteminden çıkarma” hamlesini dahi Rusya’ya karşı uygulamış olması, ne kadar çaresiz durumda olduğunun tersinden göstergesidir aslında.
Dünya yol ayrımında
Rusya-Ukrayna meselesindeki yoğunlaşma, bu savaşın uzadığı her an yeni boşlukları beraberinde getirecektir. ABD’nin eskiye nazaran zayıfladığı dönemde köşeye sıkıştırılan Rusya’nın elindeki nükleer silah kozuna sarılması ve Çin’in de pastadaki payını artırmak adına Tayvan’a yönelik bir hamle yapma ihtimali, dünyada kaosun kapılarının sonuna kadar açıldığını gösteriyor. Üstelik bu öyle bir kaos ki, dünya nükleer bir savaşa hiç olmadığı kadar yakın. Ukrayna-Rusya savaşında ya Rusya savaşı daha geniş sahalara yayacak ve düzen tamamen sarsılacak yahut da ABD’ye boyun eğecek ve Batı düzeni yeniden muhkemleşerek devam edecek.
Savaşın daha geniş alana yayılması durumunda diğer mahalli güçlerin de bu krizi fırsata çevirmek isteyeceği ve dolayısıyla kaosu yükselteceği günleri görmemiz hiç de şaşırtıcı olmaz. Zira bu güçlerden birisi de Türkiye. Şartların olgunlaşması durumunda Türkiye de bu vaziyetten istifadeyle kendi ajandasını uygulayabilme, öncelikle Suriye olmak üzere yarım kalan hesaplarını kapatabilme imkânını yakalayabilir. Böyle bir fırsat ele geçtiğinde değerlendirmek adına bir dakika bile beklenmemelidir. Diğer ihtimalin gerçekleşmesi durumunda ise Rusya’dan sonraki hedef Türkiye olacaktır.
Bunlara ek olarak; Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesi, temelden sakat olan Birleşmiş Milletlerin işlevsizliğinin bir kez daha fâş olması bakımından, dünya düzeninin üzerinde yükseldiği kurumlarla birlikte çöküşünü işaret etmektedir.
İktisadî buhran
2008 krizinden sonra global iktisadî buhrandan kurtulamayan dünya ekonomisi Çin’de ortaya çıkan küçücük bir virüs dolayısıyla gizlenemez bir şekilde çöküş yaşadı. Müesses nizamın yüzündeki makyaj döküldü. 2021 yılı, her gün dünyanın farklı bir yerinden krizin artık içinden çıkılamaz bir vaziyet aldığını açık eden haberler eşliğinde geçti.
Büyük şirketlerin batmaya başlaması, başta Avrupa olmak üzere tüm dünyada yaşanan enerji krizi, işsizlik, arz-talep dengesinin oturtulamaması, tedarik zincirlerindeki sıkıntılar, tüm dünyada görülen hiper enflasyon… Tabir-i caizse dünya iktisadî bir kıyamete adım adım ilerliyor.
Zaten hassas dengeler üzerinde duran dünya ekonomisinin, salgının başlamasıyla beraber girdiği türbülanstan çıkması ise son derece zor görünüyor. Bu henüz tam mânâsıyla idrak edilemese de, önümüzdeki günler krizin boyutunun anlaşılmasını sağlayacak hadiselere gebe... 2022 ve sonrasındaki birkaç yıl şirketlerin battığı, ülkelerin borçlarını ödeyemediği, işsizlik rakamlarının tahmin etmesi zor düzeylere çıktığı, Batı ekonomilerinin çıkmaza sürüklendiği yıllar olmaya namzet.
Tüm dünyada halklar ve devletler çeşitli sıkıntılarla boğuşurken dünyadaki adaletsizlik de aynı nisbette yükseliyor. Kapitalizm artık doruk noktasında yaşıyor. Halklar ve devletler büyük ekonomik problemlerle boğuşurken kazanımlarından asla feragat istemeyen kapitalistler ise her geçen gün bir öncekinden daha fazla kazanmaya devam ediyor. World Inequality Lab’ın “2022 Eşitsizlik Raporu”nda bu açıkça görülüyor. Kuruluş tarafından her yıl hazırlanan ve gelir dağılımındaki eşitsizliği gösteren Dünya Eşitsizlik Raporu’nun 2021 yılı verileri en tepede yer alan %1’lik kesim, 1990’ların ortasından bu yana biriken tüm servetin %38’ini alırken en alttaki %50’lik kesim, birikimin sadece %2’sini elde ettiğini söylüyor. Kapitalistler kazanırken halkların hayat sahası her geçen gün daralıyor.
Beklenen!
Yukarıda tarifini yapmış olduğumuz düzen çerçevesinde bugüne dâir çizmiş olduğumuz manzaradan bir “anarşi dönemi”nin içinde yaşadığımız anlaşılıyor. Başta Birleşmiş Milletler ve bağlı müesseseler olmak üzere uluslararası kuruluşlara hiçbir itibarı kalmayan insanlar kendilerini bu hâle düşürenlere karşı büyük bir öfkeyi de içinde biriktiriyor. İnsanların geleceğe dair ümitleri tükenirken kaygıları ise artıyor ve bu durum uluslararası sistem açından en büyük tehdit. Çünkü bu şartlar, kendisine hak ettiğinin zorla almadan verilmeyeceğini düşünen insanın “uzun haksızlıkların kaçınılmaz neticesi”ni elde etmek için harekete geçeceği zeminin ta kendisi.
İşin özünde ise, dünyanın yaşamış olduğu bu altüst oluşla eskinin öldüğü açıkça görülürken geriye sadece onun cesedinin ortadan kaldırılması ve yerine neyin koyulacağına karar verilmesi kalıyor.
Kaynaklar:
Mirzabeyoğlu, Salih, Başyücelik Devleti, İBDA Yayınları, İstanbul, 2004.
Braudel, Fernand, Kapitalizmin Kısa Tarihi, Say Yayınları, İstanbul, 2014.
BİLGİ NOTU
Uluslararası Para Fonu (IMF):
1944 yılında ABD'nin New Hampshire eyaletindeki Bretton Woods'ta kurulan ve 1947'de fiilen çalışmaya başlayan milletlerarası ekonomik meselelerle uğraşan bir teşkilattır. IMF görüntüde küresel para iş birliği, finansal istikrarı sağlamak, uluslararası ticareti kolaylaştırmak, yüksek istihdam ve sürdürülebilir ekonomik büyümeyi teşvik ve dünya çapında yoksulluğu azaltmayı teşvik etmek için çalışan; özünde ise sömürünün merkezi olan, 189 ülkenin üye olduğu organizasyondur. Küresel finansal düzeni takip etmek, borsa, döviz kurları, ödeme planları gibi konularda denetim ve organizasyon yapmak, aynı zamanda teknik ve finansal destek sağlamak gibi görevleri vardır.
Dünya Bankası:
IMF ile birlikte 1944 yılında ABD'nin New Hampshire eyaletindeki Bretton Woods'ta kurulan ve 1947'de fiilen çalışmaya başlayan milletlerarası ekonomik meselelerle uğraşan bir diğer teşkilattır.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK):
Birleşmiş Milletler'in üye ülkeler arasında güvenlik ve barışı korumakla yükümlü en güçlü organı. Birleşmiş Milletler'in diğer organları sadece tavsiye kararı alabilirken, Uluslararası Adalet Divanı ile birlikte bağlayıcı karar alma yetkisine sahip iki Birleşmiş Milletler organından biridir; ama asla bir karar alamaz! Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 15 üye ülkeye sahiptir. Bu ülkelerden beş tanesi daimî üye, 10’u ise seçilmiş üyelerdir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde, kararları veto etme hakkı bulunan daimî üyeler Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık, Fransa, Çin Halk Cumhuriyeti ve Rusya ile on geçici üye ülke bulunur. (Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin daimî üyeleri, aynı zamanda Birleşmiş Milletler'in kurucu üyeleridir. Dünya sisteminde yaşanan değişiklikler sonrası yapılan güncellemelerle Rusya ve Çin, SSCB ve Çin Cumhuriyeti'nin halefleri olarak, konsey tarafından tanınmışlardır.) Dönüşümlü 10 üye ülke her iki yılda bir Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda yapılan seçimlerle belirlenir. Konsey Başkanlığı ise ayda bir üye ülkeler arasında el değiştirir.
Aylık Baran Dergisi 1. Sayı Mart 2022